libya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
libya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

beş dakkada değişir bütün işler


Kaddafi, önce...


Kaddafi, sonra...

Mazhar Alanson, beş dakkada değişir bütün işler, diyordu. Libya’da işler beş dakikada olmasa da beş haftada değişti. Dünya basınının Albay Kaddafi karşıtı ilk gösterilerden sonraki yayını, Libya liderinin tepeleneceği yönündeydi. Çok heyecanlandılar; süreci doğru okumadılar. Kaddafi’nin, bir Hüsnü Mübarek olmadığı ortada. Şimdi hemen herkesin katıldığı Şafak Yolculuğu operasyonuna rağmen kimse sonuçtan emin değil. Time’in bir ay arayla yaptığı iki kapak bunun kanıtı. İlkinde “Kaddafi’nin son direnişi” diyorlardı; bu hafta “Gitmezse ne olur” diye soruyorlar. Olan Libya halkına olacak, orası belli de, fena halde şişen dünya basını bu ayıbını nasıl örtecek? Yine Alanson’la bağlayalım: “Bu işler dedi anladın mı, adamı bazen geriden şişler…”

diktatörün uyduruk sanatı



Bir diktatörün oğluysanız şu boktan resimleri yapıp, insan içine hiç de utanmadan çıkarmaya hakkınız vardır. Seyfülislam Kaddafi yarı zamanlı uğraştığı doktora ve isyan bastırma işlerine bazen ara verip sanata da yoğunlaşıyormuş meğer. Fotoğraflar resimlerin sergilendiği Moskova ve Sao Paolo’dan…

Şu yorum da Guardian’dan… 2002’de Londra Kensington Gardens’a deve yüküyle para dökülüp bu işler sergilendiğinde kaleme alınmış: “Albay Kaddafi’nin oğlu işbilir bir kültürel elçi olabilir belki ama resimde yetenekli bir amatör bile sayılmaz; teknik yetersizliği duygusallığını bile aşıyor.”

Yahu, insan utanır. Bu nasıl bir özgüvenmiş kardeşim.

Kaynak: FP Passport




bu da mı gol değil?


Üç gün evvel, gazeteler savaş konusunda çok gayretkeş diye yazmıştım. Bir operasyon olmaya görsün, ön sayfaları hemen füzeler, bombalar, uçaklar kaplıyor. Kaddafi güçlerini hedef alan Şafak Yolculuğu harekâtı da aynı minval üzere sürüp gidiyor.

Yalnız bir sorun var. İspanyol gazeteleri de diğer Avrupalılar gibi savaş çığlıkları atarken, Zapatero’nun dünkü sözleri kılçık gibi battı boğazlarına. Pardon, savaşta değiliz, anlamına gelen ifadeler kullandı başbakan. Operasyon ayrı, savaş ayrı hesabı…

Tam da üniformaları çekmiş, botları bağlamışken yapılır mı bu şimdi? Madrid’li gazete La Razon da çok bozulmuş; ön sayfasını savaş kanıtına ayırmış. Mesele şu: Savaş gemisi hazır mı? Hazır. Asker var mı? Var. Yavuklusu gelmiş mi? Gelmiş. Öpüşüyorlar mı? Hem de nasıl… E şimdi savaş değilse nedir bu?

Savaş medya için bir çocukluk hastalığı herhalde. Sağlamasını bizim gazetelerde de yapabilirsiniz.

ne ara girdik biz bu savaşa?



280 küsur gündür hükümetsiz yönetilen Belçika da, Libya’ya yapılan operasyona katıldı. İyi de, ortada hükümet yokken savaşa kim girdi? Parlamentoda bir toplantı yapılmış; 126 parlamentodan 125’i oluru vermiş. “Sürreel bir karar” diyor memleketin gazetesi De Standaard. “Demek ki ortada işleyen bir mekanizma varmış. Kendi ülkesinde hükümet kuramayan ama Libya hakkında ortak görüşü olan bir mekanizma.”

Bana sorarsanız, Belçika’nın zaten hükümete ihtiyacı yok. 280 gündür bir şey fark etmedi, bundan sonra da etmez. Yalnız Belçikalılar da bunu anladıklarında fena içerleyecekler. Bu ülkeye de ihtiyacımız yokmuş madem, diyip, bölünürler o vakit.

mesajınız var!



Savaş başladı. Beşli koalisyon Libya'ya bomba yağdırıyor. Savaş uçakları, bombalar, füzeler yıllar sonra yine gazetelerin ön sayfalarında. Ne kadar eleştirse de, basın aslında bugünleri seviyor. Gökten yağan ateşi, Batı'nın üstünlük işareti olarak kullanıyor.

En bilinen analiz işe hâlâ yarıyor. Ne demişti Marshall McLuhan: Araç, mesajın kendisidir.





tahliyenin vicdanı



Kapılar artık gerçekten kapandı. Libya’da vatandaşı bulunan ülkeler tahliye işlemlerini neredeyse bitirdi. Çin 32 bin, Türkiye 19 bin vatandaşını memleketlerine götürdü. Brezilya 3 bin, İtalya bin beş yüz kişiyi tahliye etti. Yunanistan, Almanya, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin orada zaten pek kimi kimsesi yoktu; olanı getirdiler. İngiltere, basınının isterik çığlıkları eşliğinde yaklaşık beş yüz vatandaşı için çölde askeri operasyon yaptı. Geciktiler ama sonuç aldılar.

Yani artık kurtaracak kimse kalmadı. En fakirleri saymazsanız… Burkina Fasolu, Ganalı, Malili, Nijeryalı, Vietnamlı, Bangladeşli, Taylandlı petrol işçileri kapanan kapıların ardında bekleşip duruyorlar. Hükümetleri dahil, onların canını umursayan kimse yok. Zaten hükümetlerinin elinden de pek bir şey gelmiyor. Trablus’taki Gana büyükelçisi “ne yapacağını bilmediğini” söyledi mesela. Uluslararası Göç Organizasyonu bu durumda bir buçuk milyon işçinin olduğunu duyurdu.

International Herald Tribune, hemen hepsi erkek olan bu işçilerin perişan durumda olduklarını yazdı. Bir uçak veya feribotun kendilerini alacağı ümidini çoktan yitirmişler. Bir arada durmaya, geceleri Mısır ya da Tunus sınırına ilerlemeye çalışıyorlar. Ellerinde avuçlarında olan da çalınıyor. Dahası, siyah Afrikalılar, Libyalıların yine siyah paralı askerlere yönelik öfkesi sonucu, mermilerin ve bıçakların hedefinde.

Petrol firması yöneticileri bu adamları o büyük hapishanenin içinde savunmasız bırakarak tabanları yağladı. Herald Tribune, geride kalanları düşünmeden kaçanların çoğunun Türk firmaları olduğunu yazmıştı. Bugünkü haberinde Türkiye’nin gönderdiği feribotların 2530 yabancıyı da taşıdığını söyleyerek, suçlamayı biraz hafiflettiler. Ankara’dan bir tanıdığım, bazı Türklerin, işçilerini de tahliye etmek için kendisinden torpil istediğini söylüyor. "Yöneticiler de çaresiz," diyor.

Her halükarda bizim basın bu işlere hiç girmedi. Kendi vatandaşlarının derdindeki diğer ülkelerin basını da yanaşmıyor.

İşçilerin nispeten şanslı olanları bugün Tunus ve Mısır sınırına yığılmış durumda. Sınırlardan her gün on beş bin kişi kaçıyor ve elbette Tunus’un, Mısır’ın dertleri kendilerine yeten yetkilileri de onları istemiyor.

Tahliye ederken de biraz vicdan lazım, değil mi? Petrol firmalarını geçtim ama vicdan, gözü kendi vatandaşlarından başkasını görmeyen gazetelere de lazım. Petrol fiyatlarının yükseldiğini yazmak kolay, o petrolü çıkartanların durumunu da yazın. Hiç zor değil.

oktay opaz

Ben Octavio Paz demiştim; yanlış anlaşılma işte, karşıdaki Oktay Opaz dediğimi sanmış. Öyle de yazmış.  Düzelttik sonra.  Ya Oktay Opaz? Sen...