yan yana fotoğraf çektirelim

Soğuk bir sabah. Ben içeriye girdiğimde orta yaşlı Japon çift hesabını ödemiş, gitmek için ayaklanmıştı. Para üstü getiren garsona makinelerini gösterdiler. "Fotoğraf?"

Garson, "elbette" dedi. "Şöyle durun, orası daha aydınlık."

Çiftin erkeği gülümsedi. Japonların o çekingen haliyle, "yok" dedi. "Sizle karım, yan yana, olur mu?"

Garsonumuz, neşeli adam... Biraz şaşırdı, sonra omuz silkti. "Tabii, neden olmasın?"

Kadın, garsonun yanına geçti. Kocası da makinesiyle, beş adım öteye. Tam "çekiyorum" derken...  Garson, kadını bir hamlede kucağına aldı. "Böyle nasıl?"

Adam kafasını makineden kaldırdı, karısına baktı. Kadın bir an dağıldı, sonra kendini topladı, gülümsedi. Adam deklanşöre bastı. 

karanlıkta

"Karanlıkta bir başınıza olduğunuz bir salonda film seyretmenin farklı ve özel bir hissi var. Tiyatroda sosyal bir deneyim yaşıyorsunuz-ki bu da harika bir şey- ama sinemada hikâyeyle tamamen baş başasınız. Tıpkı bir roman ya da öykü okuduğunuzdaki gibi, kendi alanınızı koruyorsunuz."

Yaşayan en büyük oyuncu Philip Seymour Hoffman, Little White Lies'a anlatıyor. Ben de sabırsızlıkla Master'ı izlemeyi bekliyorum. 

allah bizi affetsin

O gün Can'la biraz da içtik tabii.
Laf her yere sıçradı.
Bir ara, hoyratça yırttığı paketten sevecen bir tavırla çektiği sigarayı ağzına götürdü ve şöyle dedi:

"Al şu kâğıdı, yaz, bunun tek çaresi umutsuzluğun algılanmasıdır. Umutsuzluk büyük bir kaynaktır. Bu noktada yaşayabilirsek her şey ortaya çıkacak. Umutsuzluk, benim gibi, Cemal gibi adamların zaten hayatının kendisidir. Türkiye bir Joconda'dır. İstedikleri kadar yüzüne bıyık sürsünler. Bütün şairler, arkadaşlar, Turgut, Oktay, Nazım, Cemal, hatta o aptal şey, hepsinin kararı şu: Biz Joconda'nın bıyığını silmek istiyoruz. Ki gözüksün Joconda! O güzel, o dünya, o felaket kadın -hepimizin aşık olduğu- masum biçimde yaşasın. Biz de maraz olarak defolup gidelim bu dünyadan! Biz uyumu, oyumu, doyumu olmayan birtakım kefereyiz. Allah bizi affetsin!"

176. gün'den. (Günler, Cemal Süreya)

şeylerin ruhu



Tanzanya’nın uzak bir köşesinde, dağların arasındaki Udzungwa Milli Parkı’nda, kaldığım odadan çıkmadan evvel etrafa son bir kez göz atıyorum. Tamamdır, geride hiçbir şey bırakmamışım. Telefon, şarj cihazı, defter, kalem… Toplamışım hepsini. Tek bir şey hariç. Arkamda ne bıraktığımı biliyorum. Canım sıkılıyor. Dönüp o koca dolabı belki beşinci defa açıyorum. Orada, içeride duruyor. Sırt çantam… İçi boş, iyice bırakmış kendini. Yırtık fermuarı kırık bir kol gibi sallanıyor. Canlı olsa, yorgunluktan dili dışarıya sarkmış derdim. Canlı değil elbette; yine de bir tuhaf oluyorum.  Çok gün geçirdik beraber. Böyle bırakıp gitmek koyuyor. Western’lerde yola devam edemeyecek atı vururlar ya… Fermuarını tekrar içine tıkıştırıyorum. Sırtına dostça pat pat vuruyorum. Dolabı kapatıyorum.

Benim hatam değil. Onun hatası da değil ama. Çok yıpranmıştı zaten. Yolculuğun daha başında önce bir fermuarı, sonra diğeri patladı. Mümkünü yok, tamir edemedim. Darüsselam’da idareten bir çanta aldım. Eskisini de, kıyamadığımdan, yol boyu yanımda taşıyacaktım. Bir süre taşıdım da. Ama Udzungwa’da, dünyanın bir ucundaki misafirhane odasında, iki çantayla seyahat etmek saçma geldi. Orada vedalaştık.

Yazar Chuck Palahniuk, Fight Club’da “sahip olduğunuz eşyalar eninde sonunda size sahip olur” der. Yaşantımı bir türlü böyle kuramasam da, katılıyorum bu önermeye. Bir iki istisna hariç. Onlardan birini anlattım işte az önce. Benzer başka eşyalarım da oldu. Sırtımda paralanana kadar kullandığım bir ceket, dikişleri tek tek patlayan bir spor ayakkabısı, bir muhtar çakmağı… Arada bir kafamı kurcalıyor bu mesele. Bir ruhu var mı eşyaların?

Geçenlerde bu konuya öteden beri kafa yoran birisinin yazdıklarını okudum. Psikometriden bahsediyordu. Eşyalardan hareket ederek onların sahibini anlamaya çalışmak, o sahibin sırlarını açıklamak gibi bir tarifi var. Bilim dalı olarak kabul etmek zor tabii; kaldı ki anlamam da bu işlerden. Dolayısıyla, aynı inançla, size de anlatamam. Ama yazıdaki bir iki ufak deney ilgimi çekti.

Birinde yazarın eline (bu tip şeylere inanmadığı eski zamanlarda) gözleri kapalıyken sırayla beş ayrı dolmakalem bırakıyorlar ve hangisinin “özel” olduğunu tahmin etmesini istiyorlar. İçlerinden biri gerçekten farklı geliyor. Tahmini doğru çıkıyor. Ardından deneyi yapan arkadaşı, o kalemin henüz ölen birine ait olduğunu açıklıyor.

Bir başka deneyde, yazardan, yine gözleri kapalıyken, ağırlığı ve şekli birbirine çok benzer beş ayrı kitaptan hangisinin Başkan Marcos’un biyografisi olduğunu tahmin etmesini istiyorlar. Tahmini yine doğru (Bu deney biraz  mistik sulara girerek devam ediyor; ben o kadar meraklısı değilim; ama isteyen şurada okusun.)

Biz sorumuza dönelim. Bir ruhu var mı eşyaların? Safça bir soru. Yok elbette. Yine de üzerlerine bir yaşanmışlık siniyordur belki. Bu da bir şey. Dönüp dönüp dolabı açar mıydım yoksa?

dünyanın bütün günahları

Larry Hagman öldü. Oynadığı Ceyar'a dünyanın bütün günahlarını yazmıştık; onları yüklenebilecek bir başkası var mı? O kadar kuvvetle, inandırarak oynadı ki, bizde bile mahallenin kötüsü haline gelmişti. Çiçek Abbas'ta Ayşen Gruda, ağabeyi Şener Şen için "abi değilsin, ceyarsın sen" der. Zamanında Time'ın kapağına kadar çıkmış bir kötü adam; anlayın gerisini.

400 cumartesi



Cumartesi Anneleri, 400 haftadır çocuklarını arıyor. Daha ağır, daha acı ne var hayatta?

bildiğimiz dünyanın ilk günü

Çin'de liderler değişti. Yirmibirinci yüzyıl bu fotoğrafla (ve de resimle) başlıyor. Bu kitsch bürokrasiye yürek dayanmaz.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...