keşke iki küçük köpek olsaydım


Amsterdam'da işlek bir cadde. Şehrin güzel sineması Kriterion'un hemen üstünde bir apartman dairesi. Kafamı kaldırınca, koca bez pankartı gördüm. Zaten görmemek mümkün değildi. 

"Pencerenin önünde öyle çok sıkılıyorum ki... Keşke birbiriyle oynayabilen iki küçük köpek olsaydım." 

Eve hayat sığdırmak çok zor ama bu pankarta ne çok hikâye sığar. 

insanın bakışı değişir mi?

Etrafımızda gördüklerimiz baş döndürücü bir hızla değişiyor. Sabit bildiklerimiz bile. Dün izlediğim bir haberde (okuyup izlediğim bir video-tweet’te tam olarak) algler yüzünden Antartika’nın giderek yeşillendiği anlatılıyordu. İklim değişikliği. Milyonlarca yılın bembeyaz kutupları bile değişiyor. İnsanlığın sabitiydi bu. Bizim dönemimizde yıkılıp gidiyor.


Gördüklerimiz değişirken bizim bakışımız da değişiyor mu? İfademiz. Yüzümüz. İnsanların bakışı çağlara, hatta dönemlere göre değişir mi?


*


Metin Erksan’ın enfes filmi ‘Susuz Yaz’ (1963), Hülya Koçyiğit’i de sinema sahnesine çıkartmıştır. Gencecik, hatta çocuk yaşta denilecek Koçyiğit ne iyi bir oyuncu olacağını o filmde göstermiştir. Çok iyi oynar ‘Susuz Yaz’da; filmde devleşen Erol Taş’a da ayak uydurmayı becerir. Benim aklımda en çok kalansa filmdeki bakışıdır.


Yürek yakan bir bakış değil. İşveli, cilveli, sevdalı hiç değil. Küskün, bozuk bir bakış bu. Vahşi ama yırtıcı gibi vahşi değil, doğaya dönük vahşi. Bu yüzden kusurlu da. İçten geliyor çünkü. 


Belki iyi oynamakla ilgili bile değil. Belki ifadenin kendisi bu. Onun yüzüne yerleşmiş. 


Ama sadece onun yüzüne mi? 


Çünkü bu bakış kanımca sadece Hülya Koçyiğit’e ait değil. Sadece onun ifadesi değil. Bu bir dönemin ifadesi. Dönemler insanların yüzüne yerleşiyor belki de. İşte iki sene öncesinden Antonioni’nin ‘La Notte’si (Gece, 1961). Sinema dünyasının en klas çifti Jeanne Moreau ve Marcello Mastroianni… Yüzlerindeki ifadeye bakın. Acı, hüzün, sevda, boşvermişlik, unutuş birbirine karışmış… Ama 1960’lar usulünce karışmış. Bir küskünlük var. 1960’ların sonuna doğru yitecek, havaya karışacak, yerini başka bir ifadeye bırakacak bir küskünlük… Var. O yıllara özgü bir derinlikle beraber. 


*


İnsanın ifadesi neden değişiyor? Gördüklerimizin değişmesinden olabilir mi, diye sormuştum yazının başında. Bir de şu var: Biz artık bir şeye, bir nesneye, bir insana uzun uzun bakmıyoruz. Odaklanmıyoruz. Gözümüz hemen bir ekran arıyor. Görüntünün sürekli değiştiği bir ekran arıyoruz. Açımız bile farklı. Bakış açımız. Kelimenin tam anlamıyla. Kafamız sürekli önde. Akıllı telefonların ekranına yarım eğiliyoruz. 


Sinemadan bir örnek daha. Tarkovski örneğin şeylere ısrarla bakardı. İnsana, doğaya, nesnelere… Sanatı büyüktü, hatta radikaldi ama şeylere bakmak sıradışı değildi o zaman. Şimdi bizim bir şeye bakmaya zamanımız yok. Çocukların bile zamanı yok. Bakmak sıradışı bir eylem. 


Çok tuhaf değil mi, çocuklar bile daha az bakıyor. Ekranlardan, aktivitelerden fırsat bulurlarsa…


*


Israrsız, odaklanmayan, oyalanmayan bir bakış şimdiki. Dönem böyle. Bizler de dönemimizin ürünüyüz. Gözlerimizden gölgeler hızla gelip geçiyor. Kalmıyorlar. Yerleşmiyorlar. Bizim kadar çok fotoğraf görmüş bir nesil yok mesela. Tek bir fotoğrafı cüzdanında yıllarca taşıyan nesillerden sonra biz Instagram çağını yaşayan nesiliz. En çok hatırlayan, en çok karşılaşan, en çok maruz kalan nesil biziz. Muhtemelen en çok unutan da biz olacağız. 


Sesimizi bir kayıttan dinlediğimizde tuhaf gelir hani. Israrlı bakabilseydik eğer, bakışımız da tuhaf gelecekti. 


Ama biz hızla sıradaki fotoğrafa geçecektik.

kanat alıştırmaları

Okulların önünde küçük kuyruklar var. Anneler babalar, elleri çocuklarının elinde öğretmenlerin kapıyı açmasını bekliyor. Az konuşuluyor. Her zamanki cıvıltı yok. Bir iki kıvılcım şimdilik. 
Esnaf habire temizliyor dükkânını. Kapının önüne çıkıyor, tekrar içeri giriyor, yapacak bir iş arıyor kendine. Kafe-restoran sahipleri, kahve vermek için kurdukları minik tezgâhların ardına geçmiş eski kalabalıkları düşünüyor. Özlemle. 

Sokaklarda parklarda, bir göz karşıdan gelende, tedirginlikle ama hak etmişlerin, sabretmişlerin gururuyla yürüyor insanlar. 


İki tanıdık karşılaşınca bir başka tuhaflık… Eller kollar nereye konacak? Bir şaşkınlık. Çok sevilen, özlenen biri evet karşıdaki ama ne yapmalı? Bir iki saniyelik bocalama… Öpüşürken kafaları aynı tarafa eğip çarpışırkenki gibi bir sersemlik… Bir buçuk metre kendini dayatıyor. Hayatlar artık hep bir buçuk metre. 

Trafik ışıklarında, sokak köşelerinde kafalar ayrı karışıyor. Nerede beklenecek, kim nerede duracak, geçiş üstünlüğü kimde? Yaşlılarda mı gençlerde mi çocuklularda mı? Yeni sorular. 

Üzerinde çalışıyoruz bunların. 

Kendimizi geliştiriyoruz. 

Toplum olmayı, beraber yaşamayı hiç bilmemiş gibi acemiyiz. Öğrenmeye çalışıyoruz. Tedirginiz ama sabırsızız da. Aksın hayat, çağlayıp gitsin istiyoruz. Ritmini bulsun. 

Binlerce yıl yaşayıp buraya gelmek ne garip. Şimdi kanatlarımızı alıştırıyoruz tekrar uçmaya. 

burdur soğuğu


Dikkat, askerlik anısı içerir


Acemi birliğim Burdur’daydı. Aralık ayını orada geçirdim. Soğuktu, çok soğuktu da o ay içinde bir dört gün var ki soğukları bana yeniden tarif etmişti. 


Kurban Bayramı, o sene Aralık’taydı. İki hafta askerlik yaptıktan sonra, “Tamam, dört gün tatilsiniz” dediler. Bunalmıştık, yorulmuştuk, sevindik. Hem komutanlar da tatile çıkacak, evlerine gideceklerdi. Serbest kalacaktık. 


Gerçekten de serbest kaldık. Ama hesaplayamadığımız bir şey vardı. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Sabah altıda yatakhaneden çıkıyor, akşam altıda dönüyorduk. Yemekhane harici, içeriye girmemiz yasaktı. O kadar soğuktu ki… Dört gün boyunca, yemek saati gelsin de ısınalım diye bekleyerek, kışlada dört döndük. Konuştuk, sustuk, sıkıldık, sonra hep sustuk, bekledik. Üşümekle ve ısınmakla uğraştık. 


Bugün şehirde dolaşırken o hisse kapıldım. Yapacak hiçbir şey yok. Girmek isteyeceğim yerler kapalı (Berberlerle alışveriş mekânları açık ama durup dururken de girilmez ki onlara). Hava da epey soğuktu. Amsterdam bugün, Burdur’u hatırlattı bana. 


Yine de saatlerce yürümek iyi geldi. 


Askerli resim Chagall'in.

eli sopalı kadınlar


Dino ve Aslıhan’la akşama doğru yürüyüşe çıkarken görüyoruz onları. Her defasında parktan yeni çıkmış oluyorlar. Sokağın köşesinde vedalaşıp evlerine gidiyorlar. 


Altmışlarında iki kadın. Güleryüzlü, şen şakraklar. Rutinlerine sadıklar. 


Ellerinde birer sopa var. Baston değil, şemsiye değil, sopa. Ucuna çiçekler iliştirmişler sopaların. 


İlkin anlam verememiştik, üzerinde durmamıştık. Zaten tedirgin tedirgin yürümekten, diğer insanlarla aramıza mesafe koymaya çalışmaktan başka bir şey düşünemiyorduk. Bir tek Dino Bey kendi havasında; scooter’la bütün parkı harmanlıyor; bir şey düşündüğü yok. .


Onları ikinci defa gördüğümüzde jeton düştü. Sopalar bir buçuk metre!


Nasıl yani? Yaklaşanı sopayla mı dürtüklüyorlar? Ama ‘niyetimiz de kötü değil’ dercesine mi iliştirmişler çiçekleri? Aklımıza başka bir şey gelmedi. 


İş üzerinde de göremedik ki, ne acayip huylar gelişti, diyeyim. 


Ama iz üstündeyiz. 


PS: Resim, Henri Matisse'in 'kesik'leri.

keşke ekmeği bölüşseydik


Yeni fark ettim. Twitter’daki şu muazzam Quite Interesting hesabı,‘companion’ sözcüğünün kökenini paylaşınca jeton düştü. Tıpkı ‘companion’da olduğu gibi İspanyolca’daki ‘compañero’ sözcüğünün kökeninde de ekmek ve paylaşmak var. İspanyolca’da, demek ki İspanya’da ve Latin Amerika’da (bu arada çeşitli türevleriyle Katalanca ve Portekizce’de de) ekmeğini paylaşanlara, ‘compañero’ deniyor. Yani bildiğimiz ‘yoldaş’. 

Almanlar’da ‘kamerad’, Fransızca’da ‘camarade’, İngilizce’de ‘comrade’. Daha birçok dilde de türevleri… ‘Oda arkadaşları’ demek. İspanyolca ‘camarada’dan türetmişler. Bu arada İspanyol dilinde de ‘camarada’, 'compañero’ ile ortaklaşa kullanılıyor. 

Odayı paylaşanlar… Acaba kardeş gibi mi paylaşıyorlar, ev arkadaşı gibi mi, orasını bulamadım. Bu arada, kardeş de elbette ‘karındaş’dan. Aynı karından olanlar. Annelerinin karnını paylaşanlar. (Japonca ve Çince’de de ‘fikir’ paylaşılıyor; şuradan tüm dillerdeki ‘yoldaş’lara bakabilirsiniz). 

Bizim yoldaş Rusça ‘tavariş’ten. Doğrudan ‘yol arkadaşı’ anlamına geliyor. Wikipedia’ya göre Rusça’daki ‘tavariş’ de zaten eski Uygurca’dan geliyor. Uygurca’dan başlayan çember Türkçe’de tamamlanmış. 

Belki Rusça dolayımına da girmemiştir, doğrudan Uygurca’dan almışızdır ‘yoldaş’ı ama hiç sanmıyorum. 

Şunu söyleyebilirim ama: Keşke almasaydık. 

Keşke ekmeği bölüşseydik. Yoldaş yerine, İspanyolca’daki gibi keşke ‘ekmekdaş’ deseydik, ‘aşdaş’ belki. Yol yerine ekmeği paylaşsaydık. Ekmeği bölüşmek, beraber yürümekten daha iyi geliyor. 

Herkes kendi yoluna gidebiliyor bir süre sonra. Yolu beğenmeyen çıkabiliyor. Başka yollar önerenler çoğalıyor, hiç bitmiyor. Yolu hızlı yürüyenler, yavaş yürüyenler, yorulanlar, sıkılanlar…

Ama ekmeği bölüşmekte fazladan bir fedakârlık var. Fazladan bir kardeşlik. Muhabbet. Bitmeyecek bir bağlılık, bir minnet. Ekmeğin sonu var çünkü, sınırlı. Onu bilerek paylaşmışsın. Yarısına razı olmuşsun. Öteki de doysun diye. 

Her şey dilde başlıyor, dilde bitiyor. Ekmeği paylaşsaydık, aslında her zaman ekmeğimizi paylaştığımızı anlasaydık, Türkiye’de sol daha güçlü olurdu belki, kimbilir… 

Her neyse olan olmuş. O halde: 

Sevgili ekmek arkadaşlarım, ev arkadaşlarım, yol arkadaşlarım… Emek arkadaşlarım… 

1 Mayıs’ınız kutlu olsun. 

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...