en havalı gazeteciler

Taze papa Francis, bir Alitalia jetinde Brezilya'dan Vatikan'a beraberinde uçan gazetecilere sağlam sürpriz yaptı. Uçak Atlantik'in üzerinde seyrederken, yanlarına gitti ve tam 80 dakika (Vatikan ölçülerinde rekor) muhabbet etti. Üstelik Katolik dünyası için epey reformist sayılan o meşhur demeci de verdi: Bir insan gay'se ve Tanrı'yı arıyorsa, ben kimim ki onu yargılayayım.

Uçaktaki gazeteciler için pastadaki çilek tam da budur. Brezilya dönüşü umulmadık bir bonus... Guardian gazetesi de halden vazife çıkarmış; bu sürpriz uzunluktaki buluşmanın ardından, medyanın en 'havalı' işinin, yani devlet büyükleriyle uçakta söyleşmenin nasıl başladığına göz atmış.

Haberden öğrendiğimize göre, her şey zaten bir sürprizin sonucu. 'Making of the President' kitap serisinin efsane yazarı, gazeteci Theodore White, 1960'daki Wisconsin ön seçimlerinde kimsenin başarı göstereceğine ihtimal vermediği Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış ve olaylar gelişmiş... İstikbaldeki başkanla havada saatlerce bir başına seyahat eden White, ilk kitap için gerekli malzemeyi böyle toplamış (İlginçtir, Temmuz başında ölen ünlü Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas da zamanının 'esaslı' gazetecileri hep favori Nixon'un çevresinde dört döndüğü için Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış, kariyeri de onun başkanlığa ulaşmasıyla sıçramıştı.)

Bugünkü durumu biliyorsunuz. Uçakta olmak bizde genel yayın müdürü düzeyinde bir sıkıntı. Biz fani gazeteciler endişe etmiyoruz ama onların uykularının "acaba başbakan, cumhurbaşkanı vs. Çin'e uçarken beni de davet eder mi" diye kaçtığı vakidir. Hele bugünlerde... Uçakta söyleneceklerin haber değeri pek yok da, devlet büyükleri medyaya nizamı bu davetlerle veriyor. Bir gazetenin temsilcisi uçağa alınmıyorsa, mesaj verilmiş oluyor. Neyse, karışık işler, girip de tadımızı bozmayalım.

Dönelim Guardian'ın haberine. Yazar, devlet adamlarıyla bindiği uçaklarda dönen geyiği de (hep haber haber, nereye kadar tabii) ufaktan anlatmış. Bir tanesi çok iyi. Zamanında BBC'nin siyaset muhabirliğini yürüten, son zamanlarda da ünlü televizyon şovu Strictly Come Dancing'le tanınan John Sergeant'tan gelsin... Gazetecilere, Başbakan John Major'un birazdan aralarına katılacağı anons edilince, Sergeant'ın "film bitene kadar bekleyemez mi" dediği söyleniyor.

Gerçekten dediyse, kalbimi kazandı.

Yukarıdaki fotoğraf, Cumhurbaşkanı Gül'ün ABD gezisinden. Sene 2008. Kareye girenler soldan sağa: Milliyet Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin, Vatan Genel Yayın Müdürü Tayfun Devecioğlu, Star Genel Yayın Müdürü Mustafa Karaalioğlu, Zaman Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Sabah Genel Yayın Müdürü Ergun Babahan ve Hürriyet Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu. Medyada tablonun beş senede ne kadar değiştiğini buradan anlayın. Fotoğrafı da cumhurbaşkanlığı danışmanlığını halen yürütmekte olan Ahmet Sever çekmiş. 

Aşağıdaki fotoğraf Papa'nın uçağından 

Guardian'ın haberi için buraya


billie holiday neden tek başınayken dinlenmez?



Müzik eleştirmeni John Bush zamanında Billie Holiday için "Amerikan vokalistlerin şarkı söyleme biçimini sonsuza dek değiştirdi" demiş. İddialı laf, ama konu Strange Fruit'i, God Bless the Child'i, Good Morning Heartache'i söyleyen kadın olunca cuk diye oturuyor.

Kimin ne zaman doğduğunun, ne zaman öldüğünün notunu tutan biri değilim. Ama Amerikan romancı Darryl Pinckney'in New York Review of Books'ta geçen hafta yayımlanan anma yazısında gördüm; 17 Temmuz 1959'da henüz 44 yaşındayken ölmüş Holiday. Söyleyecek daha çok şarkısı varken... Aradan çok zaman geçmiş ama iyi ki yazmış Pinckney. Yoksa Holiday'e çok yakışan şu satırlardan mahrum kalırdık:

"(...) Lizzie tek başınıza opera dinleyebileceğinizi, ama cazın bazı türlerini yalnızken dinlemenin mümkün olmadığını söylerdi. Örneğin, Billie Holiday çalarken, yanınızda birisinin olması gerekir. Yoksa kendinizi öldürebilirsiniz. Ama yanlış kişiyle dinliyorsanız, yine vurabilirsiniz kendinizi. Bu durumda bir başkasını bulun."

Yukarıda, Good Morning Heartache var, aşağıda God Bless the Child  ... Hadi ikincisi o kadar kanırtmaz ama ilkinde aman diyeyim... Birini bulmanızı istemek de anlamsız, Good Morning Heartache kadar şahsi şarkı azdır. Neyse, başınızın çaresine bakarsınız.

gaz sıkıp travma yaşayan polis

Yazması bile tuhaf geliyor ama yine de yazayım: Occupy Wall Street gösterileri sırasında, gençlere şiddet uyguladığı (doğrudan gözlerine gaz sıktığı yani) belgelenen polis, tazminat isteğiyle mahkemeye gidiyor. Gerekçesi, hadiseden sonraki süreç sırasında psikolojik travma yaşamak... 

Kendi yaşadığı bir kenara, gençlere yaşattığı neydi hatırlayalım: 

Söz konusu gösteriler sırasında, elindeki biber gazını arabasının camına püskürtüyor rahatlığıyla önündeki gençlerin gözüne sıkan polisi hatırlarsınız. Bilmiyorsanız da, yukarıdaki, işte bu olayın fotoğrafı. California Üniversitesi'nin Davis kampüsündeki hadise, basınımızda o çok sevilen tabirle 'infial' yaratmıştı. Sadece ABD'de değil üstelik. Fotoğraf, dünyanın dört bir yanındaki polis şiddetinin sembollerinden biri haline geldi. 

Hikâyenin buraya kadarki kısmı bizim için tanıdık ama sonrası maalesef bilmediğimiz topraklar. Kasım 2011'deki vakanın ardından açılan davada, mahkeme, üniversitenin, söz konusu polisin, ya da adıyla sanıyla John Pike'ın sıktığı gazdan etkilenen 21 gence otuzar bin dolar ödenmesine karar verdi (bir 100 bin dolar da sonradan mahkemeye başvuran eylemci olursa diye kenara kondu; davaya bakan avukatlarsa toplam 250 bin dolar kazandı.)

Mevzu yine de kapanmadı. 

Şimdi polis memuru John Pike gidiyor mahkemeye. Bütün bu olaylar sırasında psikolojik travma yaşadığı için tazminat talep ediyor. 13 Ağustos'ta bir uzlaşma komisyonu toplanacak, uzlaşma çıkmazsa polisin dava açması bekleniyor. 

Bir küçük dipnot vereyim, Pike, söz konusu olaya kadar,  yılda 121, 680 dolar kazanıyormuş. Kendisine önce sekiz ay ücretli izin verilmiş. Geçtiğimiz yılın Temmuz ayı itibariyle de sözleşmesi feshedilmiş. 

Son olarak, Pike'ın başvurusunun ardından, gençleri savunan avukatlardan Bernie Goldsmith'in ne söylediğini dinleyelim: "İdeal bir demokraside, konuşma hakkını şiddetle bastıranlar hapse atılır, ödüllendirilmez."

Bu avukatı bir de Türkiye'de dinlemek isterdim.  




inceden bir algı inşası


Batı basınının Mısır'la ilişkisi sıkıntılı. Arap Baharı diyerek adlandırdığı sürecin ilk günlerinde de böyleydi; şimdi de aynı. O günlerde meseleyi anlayana dek, züccaciyeci dükkanındaki fil gibi çok kırıp döktüler, ama bu defa sebep farklı. Darbeye darbe diyene kadar çok vakit geçti. Kendi hükümetlerinin pozisyonunu anlayıp (özellikle ABD'de) ona ayak uydurana dek etliye sütlüye dokunmayan çok haber yazıldı. Bugünkü durumda da, sokağa dökülen insanları birbirlerinden ayırmaya başladılar. Daha fenası, onları tarihsel özne konumundan soyutlamaya çalışıyorlar.

Bu sonuncusu epey incelik istiyor. İlk bakışta hissedilmeyen bir tür algı inşası...

Yukarıdaki imaj dünkü Observer'ın (ipad edisyonu) açılış sayfasından. Ordu müdahalesi sonucunda hayatını kaybedenler için 'scores' ifadesi kullanılmış. Bu denli muğlak bir ifade ('çok sayıda' anlamına geliyor), çocuklar bile bilir, ciddi bir gazetenin standartlarında böylesi bir olaya uygun değildir. Örneğin kimse 11 Eylül'de 'scores of people - çok sayıda insan' öldü demez, diyemez. Bu ifade, insanı nesneye endeksleyen, dahası yüksek bir rakamı vermekten kaçınarak algıyı tahrif eden bir ayıptır. Üstelik olayı haberleştirme imkânı çok da zor değilken... Örneğin, haberin içinde tahmini rakamları görüyoruz.. 

İkincisi, gazete olayları daha başlıkta Müslüman Kardeşler ve ordu arasında geçen bir mesele şeklinde gösteriyor ki, bu da başlı başına bir ayıp. Söz konusu başlıkta meydanları dolduran göstericiler, itiraz eden insanlar yok, sadece Müslüman Kardeşler var. Ordu, savunmasız insanlara değil, Müslüman Kardeşler'e (yani bir örgüte) saldırıyor. Protestocu kimliklerinden arındırılmış, bir örgütün dar ve belirleyici tanımına hapsedilen insanlar... Bu önemli. İnce bir iş. Haberin devamını okuyanları boş verin, sadece başlığı gören ve geçen binlerce insan için konu orada bitiyor. Sanki ortada denk bir mücadele varmış gibi...

Son olarak, alttaki fotoğrafa geçelim. International Herald Tribune'un bugünkü açılışı. Kan ve Mursi. Kanı döken ordu ortada yok. Romantik belki ama değil. Silah yok, ateş eden yok, vurulan da yok. Kan ve Mursi eşitlenmiş sadece. O kadar olaydan sonra seçilecek fotoğraf sizce bu mudur? 

Daha çok örnek var. Gördükçe üzülüyorsunuz. 

don't tell the girls that he's back in town


Amsterdam'ın harika kitabevi American Book Center'da dolaşırken gördüm. Pride and Prejucide'in yepyeni bir baskısı... Kapaktaki espri pek güzel. "Aman kızlarınızı eve kapayın, Darcy etrafta dolanıyor" deniyor. Biraz abartılı bir yorum olabilir; zira bu fotoğrafı Twitter'da paylaştığımda kızlarımız tepki gösterdi. Darcy'i yedirtmeyiz, diyen var mesela (canımsın Baharcım, selam.)  Belli ki Darcy konusunda bir hassasiyet mevcut. Bu sarsılmaz inançta özellikle Colin Firth'in Darcy'sinin payı olduğunu düşünüyorum. Adam çıtayı çok yüksellti sonuçta.

Her neyse Pulp'un esprili bir yorumla bastığı diğer klasikler aşağıda. Naçizane favorim Robinson Crusoe.






tek grafikte müteahhit muhafazakâr türkiye

2013'ten memleket manzarası...

2 adet yat limanı
2 adet beş yıldızlı otel
AVM
Kongre merkezi
Cami (muhafazakâr camiayı 'ecdad yadigârı' tersanenin halline ikna etmek için mi?)
Otopark
Restoranlar, sinema
Bir de, sosyal ve kültürel alanlar parantezine sıkışmış ne olduğu belirsiz birkaç yapı...

Yukarıdaki, müteahhit muhafazakâr memleketimizin tek grafiklik izahı.

Haliç Tersanesi alanına bunlar inşa edilecek. İhaleyi alan şirket, şehirdeki tecrübeli kuruluşlar ve kişilerle beraber hareket edeceklerini, kimseyi karşılarına almak istemediklerini söylemiş. İhaleden sonra bizlere de fikir sorulacak yani... Burası da gitmiş demektir, geçmiş olsun.

İhalenin sonuçlarıyla ilgili Milliyet haberi, 'Tamince'nin çılgın projesi' şurada. 

Pınar Öğünç'ün Haliç Tersanesi'nin şehirdeki anlamına dair, Radikal'deki muazzam yazısı ('Bunlar' tersane AVM'ye de mi karşı?' da burada. 

Grafik de Milliyet'ten (25 Temmuz 2013) 

bayrakları bayrak yapan...

Tamam, her dergi kapağını önemser ama en iyi kapak bile dergiyi sattırmaya yetmiyor. İki şey daha lazım: insanların ürünü konuşması ve reklam. İlki bu işin en mühim öğesi elbette ama reklamsız da bir hayat yok. 

Peki iyi dergi reklamı var mı? 

Çok az. Ama birazdan okuyacağınız benim bugüne kadar gördüğüm en iyi kampanya ve estetik eşiklerinin neden bu denli yüksek olduğunu bilmediğim Portekiz'den çıkma (bkz: dünyanın en güzel gazetesi

Reklama konu derginin adı Grande Reportagem. İş sahalarına uygun şekilde, beş dakikada bayraklarla dünya turu yapıyorlar.  Rakamlar, bayraklar, habercilik... Hepsi işin içinde (bazı rakamların konsepte uysun diye biraz abartıldığını söyleyebilirim, ama günahı yok) 

Somali, Çin, ABD, Kolombiya... Hiç hesapta yokken yeni bir şey öğrenmediniz mi? Haber dergisi tam da bunu yapar zaten. 

Reklamcı arkadaşlar için not: Reklam ajansı FSB, Lisbon. 










blöfçünün edebiyat rehberi

İtiraf herkesi rahatlatır... Book Riot'takiler de itiraf edip (biraz da başkalarının itiraflarını didikleyip) rahatlamış. Bir dolu kitabın yanından bile geçmediğimiz halde kendimizi onları okumuş gibi gösteriyoruz, diyorlar. Yukarıdaki grafik işbu blöfçülüğün belgesi... Muhteşem Gatsby, 1984, Gurur ve Önyargı, Bülbülü Öldürmek, daha niceleri... Birçoklarının, okumadığı halde üstüne atıp tuttuğu kitaplar.

Grafiğin sağ yarısında da "sürekli aklımda ama bir türlü fırsat bulup okuyamadım" denilen kitaplar duruyor. Bence pek fark yok. O kitaplar da ilk fırsatta sol tarafa, yani blöfün serin, püfür püfür koridorlarına geçiyor.

Derdim şu: Memleket için de böyle bir grafik hazırlansa keşke. Dün bu dileği (ve grafiği) Twitter'da paylaştığımda, mevzu biraz harladı. Birkaç itiraf geldi bile. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı mesela epey itirafa konu olacak, belli. Bilimum Orhan Pamuk ve Elif Şafak kitapları da...

Korkak güreşmek yok. Kendi itirafımı buraya düşmeyecek değilim: İnce Memed'in sadece ilk cildini okudum ama sorsanız tümü hakkında ahkam keserim (neyse, buraya kadarmış demek ki!)

Eşelersem daha da çıkar.

Siz de eşeleyin!

Book Riot'taki yazı için buraya.

yalancılar kayıt altına


Bu aralar yalanlarla yürüyoruz. En üst düzey siyasetçiler gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Her zaman böyleydi, tamam da, bu denli pervasız hiç olmamıştı sanki. En basiti Dolmabahçe'deki cami.  Ayrıntıları biliyorsunuz...

Bundan sonra ne olacak peki? Hiç söylenmemiş gibi mi davranacağız? 

Newsroom'un ilk sezonundan dördüncü bölüm tam da bu konuyu işler. Mesele Obama'nın Hindistan gezisi masrafları. Birdenbire ortaya çıkan bir haber, gezinin ABD'ye günlük 200 milyon dolara patladığını söyler. Kaynak yok, kanıt yok, sadece bir cümle... Bu da ülkenin kadrolu faşistlerini azdırmaya yeter. Obama'nın vatandaş parasıyla sefa sürdüğü üzerine sayfalarca yazılıp çizilir, yayın yapılır.  

Müdahale gecikmeli de olsa Newsroom'dan gelir. Anchorman Will McAvoy ve ekibi konuya el atar ve iddianın asılsızlığını kanıtlarla çürütür. Haberi kapatırken, McAvoy, konuyu en çok harlandıran üç kişiye, Temsilciler Meclisi üyesi Michelle Bachmann ile iki ünlü neocon radyocu Glenn Beck ve Rush Limbaugh'ya atfen şunları söyler: 

"Halka bile isteye ve sadece kendi çıkarlarını gözeterek yalan söylediler. Bu kişiler bundan sonra tıpkı cinsel tacizciler gibi yasalarca kayıt altına alınmalı ve hayatlarının sonuna dek isimleri önce bu yalanla anılmalı."

Dizi belki, kurgu murgu ama söylenmesi gereken bazen tam da bu. Yoksa unutuyoruz. 

Bu arada, Newsroom çok eleştirildi ama söz konusu dördüncü bölümün finali bence en iyi kapanışlar arasına girer. Mevzu Kongre üyesi Gabrielle Giffords'un vurulması. Eşlik eden şarkı Coldplay'den Fix You. Yukarıda izleyebilirsiniz. 

şeyh uçmaz mürit uçurur







dinle sayın başkan


Varlığı, gazeteci veya değil, hepimiz için ilhamdı, ilham olmaya devam edecek. Efsane Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas 92 yaşında öldü. Üç yıl evveline kadar görevine devam ediyor ve Amerikan başkanlarına muhatap oldukları en sert soruları yöneltiyordu.

Öyle böyle değil, başkanların kursaklarında daimi bir kılçık olarak kalana dek bir gazetecinin gidebileceği en zor yollardan yürüdü. Elbette kadın olduğundan. Popüler bir karşılaştırma için şöyle diyeyim: Mad Men'deki kadın reklamcıların yaşadığı sıkıntıları düşünün ve misliyle çarpın. Kariyerinin ilk on iki yılı boyunca, sabah beş buçukta iş başı yaptırılıp, radyolar için kadınlara yönelik basın bülteni yazmaya zorlanan birinden bahsediyoruz.  

Devamı bir ömür... Kariyerinin sonunda geldiği noktada, Beyaz Saray toplantılarının sadece ona mahsus, sırtında adını taşıyan ön sıra koltuğu, ilk soruyu sorma ayrıcalığı, dahası başkanın konuşmasını durdurma hakkı... Bize inanılmaz gelecek ama Thomas, başkanın basın toplantısında yeterince anlattığını düşündüğünde, "Thank you Mr. President" diyerek soruları başlatıyordu. En saf halinde gazeteci inisiyatifi...

İlk fırsatta okuyacağım son kitabının ismi bile (Listen Up Mr. President - Dinle Sayın Başkan) bugünlerde içime bir ferahlık veriyor. Toprağı bol olsun. 


Hayat hikâyesi içinse Guardian'da çıkan şu anma yazısına bakabilirsiniz.
  


kendi kapağını kendin yap - gezi özel




Al Jazeraa Magazine'nin Temmuz'daki özel Türkiye ve Gezi Parkı sayısını biraz geç gördüm. Dergi sadece ipad'de olduğu için sanırım memlekette de yankı uyandırmadı ama epey emek var. Özellikle de alternatif kapaklarında. Tasarlayanlar, okurun figürleri sürükleyerek kendi kapağını ortaya çıkarmasını mümkün kılmış. İyi iş. Aşağıda alternatifleri göreceksiniz. Sonuncuya özel dikkat. 





yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...