eve dönmenin yolları


Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâhını, bir de trenle geçmeyi hesaplamıştım. Adana’ya kadar Toros Ekspresi’yle gidecek, sonra yola otobüsle devam edecektim...

İşin bir de sürpriz faslı vardı. Önden haber vermeden memlekete dönmek, evdekileri şaşırtmak istiyordum. Öğrenciydim, harçlığım bitmişti, İstanbul’dan sıkılmıştım. Tren bileti çok ucuzdu. Fazla düşünmedim. Hem o meşhur Toros tünellerinden geçecektim. En önemlisi, bizimkileri görecektim. Eve dönecektim. Ağır ağır İstanbul’un içinden aktı gitti tren; şimdi hepsi yıkılmış, şirin banliyö istasyonlarının yanından geçti. Sonra metropolden çıktı; Bilecik’i, Arifiye’yi dolaştı, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanmak için geceyle beraber Konya Ovası’na indi. Kompartımanım saatlerce doldu doldu boşaldı. Kuşetimi açtım, uyudum. Uyandım baktım, yaşlı bir adam dışarıyı seyrediyordu. Gözümü kapattım tekrar. Uyandım, iki köylü kâğıt oynuyordu. Uyudum. Bir bebek ağlıyordu... Anadolu bozkırından Çehov öyküleri gibi geçerek Yaşar Kemal’in coğrafyasına yaklaştık. Nihayet tam 24 saat sonra, ‘Umut’un açılış sahnesinde Yılmaz Güney’in faytonuyla beklediği Adana İstasyonu’na vardık. İndim. Minibüse binerek eski Adana’yı kat ettim, otobüs terminaline gittim. Derken bir otobüse atlayıp İskenderun’a ulaştım. Evime giden yoldaki ilk palmiyeleri gördüğümde 28 saat geçmişti. Haddinden uzun, bitmek bilmeyen bir seyahatti. Rahat sayılmazdı. Bugünkü gibi internete başvurabiliyor olsaydık, belki buna kalkışmazdım bile. Şimdi “İyi ki eve öyle dönmüşüm” diyorum çünkü en çok o seyahatte mesafenin, uzaklığın farkına vardım, evin yolunu öğrendim. Teoman, tuhaf şekilde en olgun parçalarını içeren ilk albümündeki ‘Sessiz Eller’de, “Ararım tadını eve dönmenin, yolu bilmenin” der; işte o tadı en çok o seyahatte buldum. * Bayramlar bunun için var. 28 saat süren bir yolculuğun nostaljisine ihtiyaç duymadan, eve dönen yolu tekrar tekrar bulmak için. O yolda kendi ayak izleriniz üzerinde yürümek için. Ve nihayet tek bir büyülü fotoğrafa erişebilmek için... Çoğunuzun albümünde vardır bu fotoğraf. Siz henüz küçücük bir çocuksunuz. Tertemiz, özenle giydirilmişsiniz. Belki anne-baba, belki dede-anneanne-babaanne kucağındasınız. Çevrenizde dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, sizden büyük çocuklar... Bir kanepenin etrafındasınız. Bir sofradasınız ya da. Mesafeler aşılarak bir araya gelinmiş. Bu fotoğraf için. Bir bayram sabahı hep beraber kameraya gülümsemek için... Siz o kadar miniksiniz ki dünya olduğundan büyük görünüyor gözünüze. Mesafeler aşırı uzun... Dayınız, teyzeniz çocukları toparlayıp ta oralardan nasıl kalkıp gelmiş ya da siz nasıl gitmişsiniz ta oralara. Mucize gibi. Aklınız almıyor. Yılda bir-iki defa, bayramdan bayrama tekrarlanan bir mucize..., Büyük ailenin toplanması her çocuk için şaşkınlık vericidir. Epey bir zahmettir çünkü bu; emektir. Haksız sayılmaz çocuk; kendine özgü seremonisi, yeni gündemlerle beslenen teatralliği, sürüp giden şakaları, fondaki Barış Manço şarkısı (“Bugün bayram, erken kalkın çocuklar”), bir fabrika gibi işleyen mutfağı, durmadan tazelenen çayları, merakla beklenen hediyeleri, küçük cepleri giderek kabartan harçlıkları, mendilleri, şekerleri ve nihayet olmazsa olmaz fotoğraflarıyla, o büyük bayram toplanması kendi içinde bir mucizedir. Herkesin yaşamasını dilediğiniz bir mucize. Sizde de varsa, o eski fotoğrafa bir bakın. Bugün sıradan görünen her şey, o küçük çocuk için nasıl şaşırtıcıydı. Şimdi olağanüstü bulduklarınızsa nasıl normalmiş gibi geliyordu. Fotoğraftaki herkes ne kadar gençmiş mesela. Kendilerini bekleyen onca anıdan, telaştan, hüzünden, sevinçten nasıl da habersiz gibiler. Âdet yerini bulsun diye çekilmiş bir fotoğraf nasıl alabildiğine yaşam ve ölüm yüklü. Bir küçücük karede bu denli yoğunluk olabilir mi? Oluyor. Ne garip, büyüklerin kucağındaki o çocuğun hayatı, tanıdığı, sevdiği neredeyse herkes o fotoğraftakilerden ibaret. Her şeyi bir kareye sığıvermiş. Bakın fotoğrafa... En eski eviniz orası işte. Hep dönmek istediğiniz ev orası. Bir daha dönemeyeceğiniz, imkânsız eviniz orası. Çocukluğunuzun evi orası. Ama her denemenizde yeniden inşa ettiğiniz ev de orası. Büyüdükçe, yeni insanlar tanıdıkça, yeni ilişkiler kurdukça, yepyeni tecrübelerle dönüp zenginleştirdiğiniz, duvarlarını elden geçirdiğiniz, odalar eklediğiniz ev de orası. Ursula K. Le Guin, “Gerçek yolculuk geri dönüştür” diye yazmıştı. Bayram bir vesile sadece; insan o yolculuğa çıkmak, o ilk evine, o en eski ve kalabalık fotoğrafa dönmek istiyor. Bir yandan her dönüşte yeni kalabalıklar, yeni fotoğraflar üretiyor (Kimisi belki de o ilk evi, ilk fotoğrafı üretiyor). O yeni fotoğraflara bir bakıyorsunuz; bir üniversite öğrencisisiniz, kemikleriniz sayılıyor, göbekten eser yok, saçlarınız kabarık, hevesiniz ve deneyimsizliğiniz gözlerinizden fışkırıyor. Bir bakıyorsunuz; eski fotoğraftakilerden bazıları gitmiş, yoklukları halen dolduruyor kareyi. Bir bakıyorsunuz; yeni heyecanlar gelmiş, eşiniz o evin sizden ayrı tutulmayan yeni evladı olmuş, mutlulukla gülümsüyor. Bir bakıyorsunuz; bir başka minik çocuk var fotoğrafta, sizin ananıza-babanıza benzediğiniz gibi benziyor size, sizin gibi şaşkınlıkla bakıyor kameraya... * Peki o ilk fotoğraftaki gibi mi hayat? Yıllar geçiyor; öncelikler, zamanın ruhu değişiyor; her şeyi mümkün gösteren dokuz günlük bayram tatilleri, kulağınıza ‘şimdi değilse ne zaman’ denerek fısıldanan cazip fırsatlar, sabaha kadar parti yapan ‘beach’leri, Instagram’lık iskeleleri, gıcır selfie imkânlarıyla bekleyen Alaçatılar, Çeşmeler, Bodrumlar büyük aileyi, kalabalıkları ilmek ilmek çözüyor. Ayrı ayrı, dar zamanlarda buluşuyoruz. Tatiller münferit; büyük ailenin küçük parçaları kendi bayramlarını yaşıyor. Parçalar çoğu zaman bir bütün etmiyor. “Nerede o eski bayramlar” diye soruyoruz ya (belki onu da sormuyoruz artık), cevabı burada. Öpülen ellerin, sıkılan yanakların azalmasında. Kötü mü böylesi? Nereden baktığınıza göre değişir. Nostalji insanlığın tüm zamanlarının favori ilacı, ideal müsekkini; ileride de öyle kalacak, eminim. Gelecek nesiller, bugünün dokuz günlük, izole, çekirdek aile tatillerini, dedelerle ninelerle, halalarla amcalarla kurulan canlı video bağlantılarını özlemle hatırlayacak. Böyle yazıyorum ama standart bayram hayıflanması bu; kendimize, neslimize batırmazsam rahat edemeyeceğim bir çuvaldız. Kimseye haksızlık etmek istemem. Hayat gailesiyle dört bir yanına savrulduğumuz bu büyük ülkede, geri dönmek, eve ulaşmak için epey yol tepen bizleriz. Yıllarca tıklım tıklım otogar ve havaalanlarında memlekete dönmek, eve giden yolu bulmak için bekleşen de bizleriz. Memuru, öğrencisi, işçisi, beyaz yakalısı, her bayram Anadolu’yu İstanbul’a bitiştiren bizleriz. Eh, arada tatile kaçıyorsak da heybemizde epey kilometre biriktiren bizleriz. Kendi hesabıma, her bayramda olmasa da yine evimin yolunu bulmaya çalışıyorum. Bizimkiler çok şükür yine gözlüyor gelişimi. Hem şimdi bir de fark var. Bekliyorlar beklemesine de, beni pek önemsemiyorlar artık. Bu seyahatin başrolünde bizim ufaklık duruyor. Tüm çocuklar için durum aynı. Yollar onlar için yapılıyor. Mesafeler onlar için geçiliyor. Esas mesele, dedeler ve ninelerle torunları buluşturmak. Merkezinde yeni neslin durduğu yeni fotoğraflar çekiyoruz. Bir de masa var tabii. ‘Masa da masaymış ha’ denilesi masalar... Bayram fotoğraflarına yetmeyen masalar... Bu yüzden büyükler ‘büyük’ masasında oturur, çocuklar ‘çocuk’ masasında. Bizim çocukların binbir şamatayla etrafına dizildiği ‘çocuk’ masasına bakıyorum da, “Ne zaman böyle büyüdüm ben” diyorum. Hüzünle sevinç bir arada. Bir eşiği atlamış geçmişiz; masaya gelene kadar anlamamışız meğer. İşte yine hep beraber oturuyoruz bir masanın etrafında. Çocuklar yaramazlık yapıyor, büyükler maceralarını anlatıyor. Son defa eve gelene, yolu bulana dek başımızdan neler geçtiğinden bahsediyoruz. Sonra birimiz “Hadi” diyor, “bir selfie çekelim, herkes gülümsesin.” Gülümsüyoruz. Fotoğraf işi de böylece halloluyor. Selfie’li nostaljiyi de gelecek nesil yapar artık.

Altı yıl önce Hürriyet için yazmıştım; bu güzelim ilüstrasyon da Serhat Gürpınar'ın elinden çıkmıştı. Başlığı da Alejandro Zambra'dan çalmıştım.

kadim bir meşe



Ken Loach'un son filmi 'Old Oak'unu daha seyredemedim, gerçek anlamda son filmiymiş meğer.

87 yaşında. Kendisi açıklamış. Aslında yapmak isterim de yapamam, demiş. "Film çekerken günde 12 saat ayaktayım. Herkesi isim isim tanımam gerekiyor, herkesin derdini bilmem gerekiyor. Her bir çalışan, ocağın üstündeki çaydanlık gibidir; her biri kaynamak üzeredir. Bu duygusal enerjiyi burada tutmak kolay değil. O enerjiyi kovalamak lazım, oturarak da olmuyor. Şimdi kendimi suçlu hissetmeden cırcırböceklerinin sesini dinlemek istiyorum." Filmleri emekçileri anlatır; kendisi de has emekçi. Ken Baba... Sen cırcırböceklerini dinle de, özleneceksin.

pıçıldaşın lepeler


Bu piyano, bu ses, bu söz... Bir dünya. Fısıldaşın dalgalar. Pıçıldaşın lepeler...

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki turistlerle beraber Belçika usulü patates kızartmamı bekliyorum. Değiyor beklemeye.

Geçen yine uğradım. Kuyrukta sıra bana gelince, önümdeki turistlere uyup ben de İngilizce sipariş verdim. Bu patatesçinin bir numarası da güzel sosları. Yukarıda görünür bir yerde envai çeşit sosun ismi yazıyor. Baktım, benim çok sevdiğim yeşil biber sosu yok. 

“Artık yok mu” diye sordum. 

“Maalesef” dedi kadın. “Bir süredir yok.”

Hayıflandığımı görünce, “Biz de onu seviyorduk ama elimizde değil” dedi.  
“Neden” diye sordum bu defa.

“Hımmm” diye düşündü. “Nasıl anlatsam ki, İngilizcesini bilmiyorum o kelimenin” dedi.
Döndü, küçücük dükkânın dibinde, elinde tava patates kızartan arkadaşına sordu. Nasıl anlatabileceğini… Ben o sorarken meseleyi anladım ama ne yapalım, şimdi bir defa İngilizce sormuş bulundum; anladığımı söylersem anlamsız olur! Karışmadım... 

Tavalı arkadaş da bilemedi. 

Pes etmediler ama. Doğru çeviri için cep telefonuna başvurdular. Sonra yüzü aydınlandı kadının; “hah” dedi:

“İflas… Sosu yapan firma iflas etti!” 

Şimdi yeni bir sosçu arıyorlarmış.


ajax'ın görünmediği tek yer

Dino'nun yüzme kursunun yanında bir bar var. Ya da bir kafe. Hollandalıların deyişiyle bir "kroeg"; hem bar hem kafe. İstersen peynirle şarap istersen kahveyle bisküvi. Günüyse de Ajax maçı.

Dün kroeg'a girdiğimde maç açıktı. Yedi sekiz kişi barın tam karşısında duran televizyondaki yayını pür dikkat izliyordu. Durum nedir diye gidip baktığımda ağzım açık kaldı. Bu sene zaten pek kötü giden Ajax, kırk dakikada iki tane yemiş bile. Biraz sempatim de var takıma, "hadi ya" der gibi dudak bükerken, televizyonun tam altında birinin oturduğunu fark ettim. Yaşlı bir kadın sandalyesini o stratejik noktaya konuşlandırmış, maçı izleyenleri izliyordu. Gruba yeni katılan beni de süzdü, içini çekti ve şaşkınlığımı, "ne yaparsın, işte böyle, berbat bir maç" der gibi karşıladı. Der gibi de değil, tam olarak böyle dedi: Berbat bir maç...

Maçı izlemedim. Ama ara ara skora bakmaya gittim. Kadın hep orada, sırtını maça dönmüş, seyircileri izleyerek oturuyordu. Ve hayıflanıyordu... 

Peki neden orada oturuyordu? Dedim ya, Ajax bu sene epey kötü. Acaba kadın iyi bir Ajax taraftarıydı da bu berbat oyunu mu görmek istemiyordu? Klasik hikâyedir; Fransız yazar Maupassant, Eyfel Kulesi'nden nefret edermiş etmesine de öğle yemeklerini hep kuledeki restoranda yermiş. "Madem sevmiyorsun neden hep buradasın" diyenlere de "çünkü Paris'te Eyfel'in görünmediği tek yer burası" dermiş. 

Acaba yaşlı kadın, mekânda Ajax'ın görünmediği tek yere mi oturmuştu?

*

Ajax, maçı 3-2 kaybetti; neredeyse son saniyede bir şutu çizginin epey içinden çıkartıldı ama VAR incelemesinde yine de çizgiye temas var diye golü verilmedi. 


dostlar arasında

Berlin'de yaşayan Güney Koreli yazar Byung-Chul Han'dqan özgürlük üzerine... Sözcükler arasında ilginç bir gezinti... 

“Halbuki özgür olmak (Frei-sein) köken olarak dostlar arasında olmak (bei Freunden sein) anlamına gelir. Özgürlük (Freiheit) ve arkadaş (Freund) Hint-Avrupa dil ailesinde aynı köke sahiptir. Özgürlük aslında bir ilişki kelimesidir (Beziehungswort). İnsan kendini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hisseder. Neoliberal rejimin yönelmiş olduğu tümden tekilleşme bizi gerçekten özgür kılmaz."

Psikopolitika - Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, Metis, 2019, Çeviri: Haluk Barışcan

akış

İnsanın bir 'akışı' var, onu öğrendik, tamam. Ya da öğrenmediysek de bildik. 

Acaba evrenin de mi bir akışı var? En azından kişinin kendi ilişkiler evreninin? Bazen bir haber, bir mesaj, bir cevap, bir selam bekliyorsun, gelmiyor. Bazen sen de bunu ihmal ediyorsun. Bazen hepsi arka arkaya geliyor. 

İşin ilginci bu sanal evrenler de geçerli. Twitter'da, Instagram'da gördüğüm, sanki insanların birbiriyle muhabbeti toplu halde bazen tıkanıp bazen açılıyor. Toplumun da bir akışı var mı? 

Bende cevabı yok bunların. Sorular da zaten bin yıllık sorular. Bir daha sormuş olayım.

bugün aslında dündü'yü neden severiz?

Gazete Duvar'da geçen sene bugün, 2 Şubat'ta yani Groundhog Day'de yayımlandı.  

 

1.


Temel meselelerimizi anlatan bazı filmler ve kitaplar, ne kadar mütevazı olsalar da, cüsselerinden büyük yer kaplayabiliyorlar. Bir referans noktası, bir ortak fikir haline geliyorlar. 


Örneğin o güzelim “Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day) filmini sevmeyen biri var mıdır? 


Konusunu kısaca özetleyeyim: 


Harold Ramis’in 1993 tarihli filminde, Bill Murray’nin canlandırdığı Phil Connors isimli hava durumu sunucusu, her yıl tekrarlanan bir doğa olayını ve bu olay çevresinde yapılan festivali haberleştirmek üzere Punxsutawney isimli kasabaya gelir. Hayatından da, işinden de, ayaklarını sürüyerek geldiği bu küçük kasabadan da hoşnut değildir. Haberini yapar ama hava koşulları elvermediğinden kasabayı terk edemez. Çaresiz, oteline döner ve uyur. 


Ertesi sabah, bir gariplikler silsilesi yaşar ve çok geçmeden çevresinde dönen tuhaf olayların o “inanılmaz” sebebini kavrar. Hava durumu sunucusu, önceki gün yaşadıklarının aynısını yaşamaktadır… Hayretten hayrete sürüklenerek ve önceden yaşadıklarının üzerinden yeniden geçerek gününü tamamlar ve ertesi gün yeniden aynı sabaha uyanır. Hep aynı günü yaşadığı, absürt bir kısırdöngünün içine girmiştir.


Murray’nin mükemmelen canlandırdığı karakter, bunu kavradığı anda, önce fırsattan istifade etmeye çalışır. Bilgisiyle insanları etkiler, banka soyar ve hoşlandığı kadını (Andie MacDowell) tavlamak için çareler arar; mesela Fransız şiirlerinden dizeler ezberler. 


Ama aynılığın, hiçbir şeyin değişmemesinin içinde yarattığı  boşluk büyür, büyür ve nihayet onu yutar. Kahramanımız sonunda değişmezliğin, her anın, her şeyin birbirine benzemesinin yüküne dayanamayıp intihar eder. Ama bu da çözüm değildir: Gözlerini açtığında yine aynı güne başlamıştır. 




Ve sonra… 


Sonra Phil Connors isimli hava durumu sunucusunun içinde iyiye, güzele doğru bir şey değişir. Kaderi değiştiremeyecekse bile rutini kırabileceğini anlar. Sonsuz zamanında piyano çalmayı, buzdan heykeller yapmayı öğrenir. Hem hoşlandığı kadının hem de kendi kalbinin derinlerini keşfetmeye girişir. Bunu başarır da… Değişmeyen günün kilidine uyan anahtarı da zaten bu sayede bulur. 


“Bugün Aslında Dündü” soğuk kışların, uzun gecelerin en güzel eşlikçilerindendir. Ruhumuzu tatlı tatlı kaşıyan bir fikirdir bu film. Bir yandan en derindeki isteklerimizi, korkularımızı da zahmetsizce sergiler. Rutinin baskısına isyan ve insanın yaratıcılığına bir selamdır. 


Ama en önemli başarısı, aynılığın, her şeyin birbirine benzemesinin o korkunç çehresini bize tarif edebilmesinde yatar. 


O yüzden de halen unutulmamıştır. 


2.


Nörobilimci David Eagleman ile akademisyen ve müzisyen Anthony Brandt “Yaratıcı Tür” isimli eserlerinde bu filmden hararetle bahsediyor; çünkü insanların Murray’nin canlandırdığı karakteri sevmesini önemsiyorlar: 


“ (...) Neden alkışlarız onu? Çünkü tekrarlayan şey cazip gelse bile kusursuz öngörülebilirlikten hoşlanmayız. Oysa sürpriz bizi yakalayıp kavrar. Otomatik pilottan kurtulmamızı sağlar. Bizi kendi deneyimlerimize karşı uyanık tutar. Aslında, ödül sisteminde devreye giren nörotransmiterler (sinirsel ileticiler), sürpriz unsurunun düzeyine bağlı durumdadır: Düzenli ve öngörülebilir zaman aralıklarıyla verilen ödüllerin beyinde yarattığı etkinlikler, gelişigüzel ve öngörülemeyen zamanlarda verilen ödüllerle kıyaslandığında çok daha azdır. Şaşırma hali doyurucudur.” (Yaratıcı Tür: Fikirler Dünyayı Nasıl Yeniden Yaratıyor, David Eagleman ve Anthony Brandt, Domingo Kitap, 2019, Çeviri: Zeynep Arık Tozar). 


Kendi hayatlarımızdaki izini de rahat rahat sürebileceğimiz bir tespit bu: Öngörülebilirlik bir süre sonra bıktırır. İnsan, bildik olanın konforunu sever ama yaşantısında sürprizi de arar. 


İnsan şaşırmaktan fena halde hazzeder. 





3.


Peki bizi en çok neler şaşırtır? 


Şüphesiz hikâyeler… Daha çok da başka insanların, başka akılların hikâyeleri… 


Kendimizin, yakın çevremizin hikâye kapasitesi, doğal olarak, sınırlıdır. O yüzden hikâye dinlemek için başkalarına gideriz: Filmlere, romanlara, öykülere, şarkılara gideriz… 


O halde size bir soru: Bu hikâyelerdeki sürprizler azaldı mı? 


Eskisi kadar şaşırıyor musunuz? 


4.


Bu soruyu, çok temel bir tartışmanın bir kolu olarak da görebilirsiniz. Yıllardır süregelen ve bir sonuca da bağlanacak gibi durmayan vasatlık tartışmasının…


“Şaşırıyor muyuz” yerine doğrudan bu soruyu da sorabiliriz: Giderek vasatlaşıyor muyuz? Filmler, romanlar, öyküler eskisi kadar iyi ve etkileyici değil mi?  


Bunun bir ölçüsü yok elbette. Herkes kendi kanaatine göre cevap verebilir. Çalıştığım gazetelerde, dergilerde “böyle bir dosya yapalım ama nasıl”ın üzerine epey kafa patlatmıştık. Her defasında da olaysız dağılmıştık. 


Çünkü bir ölçü yok.


“Eski” nedir, “yeni” nedir; bunun bile tam olarak bir tarifi yok. Bazen bir ölçü olarak, “artık büyük roman yazılmıyor mu”, “büyük film çekilmiyor mu” diye sorulduğu oluyor. Doğaldır, “büyük” de tarife muhtaç bir sözcük. “Savaş ve Barış”, evet, büyük bir roman ama bugün yazılanlar değil mi? Gülten Akın, evet, çok büyük bir şair, peki bugünün şiiri onun gölgesinde mi?


Bugünden ileriye neler kalacağını kestirmek mümkün mü? Ahmet Hamdi Tanpınar, yaşarken ve yazarken kendisinin tecrübe edemediği şöhrete, eserlerinin onun ölümünden çok sonra kavuşacağını tahmin eder miydi? 


Dudak bükülen nice eser sonradan parlamadı mı? 


Nedir vasatlığın ölçüsü o halde? Var mı bir ölçü?


5.


Yine de bu soru ortada: Vasatlaşıyor muyuz?


Sizi hiç yormadan kendi cevabımı vereyim: Evet, bana kalırsa, giderek vasatlaşıyoruz. Daha da önemlisi, vasatlığın üzerimize daha da ağır şekilde çöreklenmesini bekleyebiliriz. 


“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diyebilirsiniz. “Ölçü yok, kriter yok” derken birdenbire buraya nasıl geldim? Açıklamaya çalışacağım.


Geçen gün bu sohbet açıldığında eşim, “İnsan yaşlandıkça, yeni olan her şeyin vasat olduğunu iddia eder” dedi ki katılıyorum. 


Ama…


Evet, neticede yaşlanıyorum ama benim cevabım yaşla ilgili değil; dönemsel bir durumdan bahsediyorum. Çünkü ben, benim yaşadığım dönemden önceki dönemlerin, özellikle de 1950’ler ve 1960’ların, bir ölçüde de 1970’lerin müthiş ve büyük eserler çıkardığını düşünüyorum. Edebiyatta, sinemada, sanatta… Türkiye’de ve dünyada… Belki savaş sonrasının getirdiği serbestlik ve zindelik, belki dönemin koşullarının insan üretimine uygun olması bu yılların müthiş verimliliğini sağlamıştı ama bu bir başka yazının konusu.


1980’ler ve sonrası, yani benim kendi ömrümde izleyebildiğim dönem ise bana göre bir tür duraklama dönemi. Duraklamanın ardından gerilemenin başlayacağını asla iddia etmiyorum. Bir ihtimal, benim çok iyi eserler çıkmış dediğim yılların da ötesine gidebiliriz ve umarım öyle olur ama ben bu ihtimalin giderek azaldığını düşünüyorum. 


Sebebi “Bugün Aslında Dündü”de gizli… 





6. 


Sebep, her şeyin giderek aynılaşması. 


Aynılaşmanın sebebi ise her şeyin ölçülebilir olması. “Vasatlığın bir ölçüsü olabilir mi” diye sormuştum. Belki yok ama gelecekteki vasatlığın sebeplerinden biri her şeyin ölçüye sığması olacak. 


İzlediğimiz, okuduğumuz her şey artık ölçüye tabii. Platformlardaki dizilerin ve filmlerin hangi sahnelerinin sevildiği gözleniyor, kategorize ediliyor ve istatistiğe dökülüyor. Hangi konular revaçta, hangi sözler tutuyor, senaryo nereye doğru ilerlemeli, ne yöne sapmaktan sakınmalı? Bunun gibi birçok sorunun artık anlık cevapları var. Bu cevapları platform yöneticileri biliyor, yapımcılar biliyor, senaristler biliyor, oyuncular biliyor. 


Amazon Kindle’da hangi satırların altı çiziliyor, biliniyor. Bir başlık kaç cümle olmalı; bir roman kaç sayfa olmalı? Okurun ilgisi ne yazarsan dağılır, ne yazarsan toparlanır? Hepsinin analizi var. 


Instagram’daki, Tiktok’taki influencerler için bile durum aynı. Ne, ne zaman, hangi koşullarda viral olur? Algoritmalar her şey için hazır ve nazır. 


Buradan yaratıcılık çıkar mı? 


Düşünün, Netflix dizisi “Stranger Things”in bu kadar tutmasının ardındaki bir sebep olarak (dizinin güzelliği bir yana), seksenlerde çocuk olanların hem nostalji yapıp hem Netflix’e para ödeyebilecek alım gücüne sahip olması gösteriliyor.


Birtakım işlere sermaye koyacak kimseler bu tür meselelerin fena halde farkındayken, buralardan yeni ve avangart fikirler doğar mı?


Ama bundan sonra belli ki her şeye algoritmayla devam ediyoruz.


Algoritmaları, trendleri takip ederek ne kadar yaratıcı kalabiliriz?



7.





Eagleman ve Brandt, “Yaratıcı Tür”de, “Bugün Aslında Dündü”yü tartıştıktan sonra şunları söylüyor: 


“Beyin bir yandan dünyayı öngörerek enerjiden tasarruf etmeye çalışır, bir yandan da şaşırmayla gelen sarhoşluk duygusunu arar. Ne sonsuz bir kısırdöngü içinde yaşamak ne de her saniye sürprizle karşılaşmak isteriz.”


Algoritmaların, yaratıcılık üzerinde iki yönden de etkisi olacak. Onların sayesinde öngörüler muhakkak artacak. Ciddi bir enerji tasarrufu… 


Ama ya o sarhoşluk duygusu… 


Ne demişti Yusuf Atılgan: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapabileceği umulur.”


Atılgan’ın bu yeni yaratığı şaşkınlıktan besleniyordu. Şaşkınlığın sarhoşluğundan…


Algoritmaların konforu, bu hesaplı yaratıcılık sinemadan çıkmış insanı ne yöne sürükleyecek? Ona ne yapacak? (Gerçi sinemadan çıkmış insan mı kaldı? En fazla bir odadan ötekine sürükleneceğiz. Evimizin konforunda.)


Ama insan rutini nasıl kıracak? İzlediği filmler, diziler; okuduğu kitaplar tek bir aklın eseriymiş gibi mi olacak? 

,

Bizi sürprizler doyurur. Türümüzü ileriye, belki kimsenin metelik vermediği zor fikirler götürür. Herkesin ortak beğenisi bu fikirleri, avangartlığı eleyecek. 


Birbirine benzer filmleri izleyip, benzer kitapları okursak hep aynı sabahlara uyanırız. Rahat ederiz belki. Ama sonra fena halde sıkılırız, orası kesin. 





ay sarayı

Bir yeni tezgâh...

Okuduğum kitaplar hakkında notlar... Bazen okurken. Bazen okuduktan sonra. Hem hafıza hem de kafa toparlamak için ayrı bir yer olsun istedim. 

Ay sarayı... Sizi de beklerim.

muhsin bey ve bay hirayama

 

Mükemmel Günler... İzledikten beri, bu film kafamda dönüp duruyor. Nicedir üstünde düşündüğüm konular, bir güzel akıl tarafından beyazperdeye yansıtılmış gibi. 

Wim Wender’i çok seviyorum. En sevdiğim yönetmendir de diyebilirim. Ne çekse görmek, izlemek isterim; kabulümdür ama burada kabullerin ötesine de geçmiş. Sanki benim zihnimin içinde dolaşmış (Tabii daha akla yakın önerme, benim onun zihninden öteden beri etkilenmiş olmam ama biz yine de ilk seçenek yaşanmış gibi davranalım). 

Wenders’in sakin, sade yaşamını anlattığı Bay Hirayama; bir rutin kahramını. Günleri ne az ne fazla. Olması gerektiği gibi. Dolu. Tam. 

Bu hafta Gazete Duvar’da bu film üzerine uzun uzun yazdım ama buraya da şu notu düşeyim… Hirayama’da biraz Muhsin Bey var. O duygu var… Ama harika aktör Koji Yakusho’da da biraz Şener Şen’lik var. Filmi izleyenler, izleyecek olanlar son sahneyi hatrına getirsin ya da o sahneye dikkat etsin. Hirayama’nın içinden bir Muhsin Bey çıkıyor…

Bu filmi daha konuşuruz…

dinlerken

Hollandaca’da okuduğumu anlayabiliyorum ama konuşması biraz zor. Çarşıda pazarda işimi görüyorum, Dino’nun arkadaşlarıyla falan anlaşıyoruz ama ötesi insanı yıpratıyor. Şimdi bir ofiste çalıştığımdan, ofistekilere de benle olabildiğince Hollandaca konuşun dediğimden, biraz daha gayret sarf ediyorum. Yine de zor. 


Çevremdekilerin hepsi okumuş yazmış insanlar. Kelimenin tam anlamıyla öyleler. Yazarlar, gazeteciler, çevirmenler… Konuşuyorlar, dinliyorum. Konuşmaktansa dinliyorum. Yalnız bugünlerde şunu fark ettim. Bazı insanları anlaması çok kolay. Çok düzgün, kurallı ve tane tane konuşuyorlar. Bazılarıysa hakikaten zorluyor. Çok ağızlarının içindeler, kuralsızlar, gelişigüzeller. Yazar çizer olsalar da… Konuşurken cümlelerin ne başı var ne sonu…


Sanırım ben de bu ikinci gruba dahilim. Türkçe konuşurken de…

ruhlar, kendine benzeyen ruhları gördüğünde...

Yaşlı bir adamı dinliyorum. 


Birkaç basamak merdiveni güç bela ama vakarla tırmandı ve şimdi çevresindeki kalabalığa elindeki mektubu okuyor. İçinde bulunduğumuz küçük salonu sarmalayan, güçlü ve tok bir sesi var. Kendini dinletmeye alışmış bir adamın emin sesi. 


İlk defa gördüğüm, şu an dinlerken adını dahi bilmediğim bu adamda ne var? Neden kendimi ona yakın hissediyorum? Neden bu adamı yıllardır tanıyor gibiyim? Esprilerine neden sanki detaylara zaten hâkimmişim gibi benimseyerek gülüyorum?


Bazen oluyor. Böyle oluyor. Neden oluyor?


Ruhlar, kendilerine benzer ruhları görünce parlıyor. Bir edebiyat dinletisinde elindeki mektubu okuyan adamı, başkalarını değil onu, zaten tanıdığınızı birdenbire anlıyorsunuz. Ya sokakta yanından geçip gidiverirken size hafifçe selam veren o kadın? Bankta oturmuş kitap okuyan ve sigara içen, sadece sırtını gördüğünüz o genç kız? (Başka bir evrende siz de tam o saatte, o bankta oturur, o sigarayı içer, o kitabı okurdunuz; kitabın ne olduğunu bile az çok bilir gibisiniz.) Restoranda birdenbire bir yerlerden bir defter çıkarıp notlar alan genç adamı da tanıyorsunuz. İkide bir ciddiyetle gözlüğünü düzelten çocuğu da…


Bazen birbirimizi tanıyoruz. Anlıyoruz tanıdığımızı. Karşılaştığımızda… Dikkatle baktığımızda…


Yaşlı adam merdivenden inerken yanına gidip her günkü muhabbetimize başlamamak için kendimi zor tutuyorum. 


Yeni radyocu, yetenek denen bıçak, duramayan erkekler ve yazı dükkânları...

1.

Ofisimin bulunduğu mahalleye bir radyocu açılıyor... "Yakında" diyorlar.

Bir radyo dükkânı. Podcastçı... "Mahallenin sakinlerine, işletmecilere, şakacılara, belalara, ünlülere, sıradanlara ve kaçıklara" yolda olduklarını ilan etmişler.

Gelsinler. Dünyaya bir radyo dükkânı daha açılsın.


2.

Attila İlhan’ın Şişli’den Taksim’e, aynı rota üzerinde, her gün yürüdüğünü okumuştum da (duymuş muydum yoksa) işin sırrı buymuş gibi gelmişti. Sır falan yok tabii, yetenek meselesi ama yeteneği de hiç durmadan bilemek gerekiyor. 

Tutsan kendi elini kesecek bir bıçak kadar keskinleşmeli yetenek. 



3.



Fotoğraf bakarken gözlerimi yakıyor...


Ellerini bir yere koyamayan bir erkek duruşu var. Koltuk altlarına önce dürülü bir gazete sıkıştırılmış; sonra gazete çekilmiş de koltuklar yerinde kalmış gibi. Fazla erkek bir duruş. Fazla erkek de değil, alfa bir erkek olmaya öykünüyormuş gibi bir duruş. Bir şey olunduğu da yok tabii...


İnsanlar altmışlı yıllarda mesele böyle durmuyorlar. 



4.


Radyocu dükkânları demişken... Yazıcı dükkânları da açılsın. Bir tanesini de ben açayım. Oturup gelip geçeni seyrederek yazayım. Gelip geçen de beni seyredebilir. Hiç fena bir alışveriş değil bence.

yeni oryantalistler, milyon taşı ve bir kepenk

 



1.


Sultanahmet’te o kadar az Batılı turist var ki… Her gittiğimde daha da az görüyorum. Bu hızla azalırlarsa, yakında bir gün, 150 yıl evvel olduğu gibi, İstanbul’a tek tük gelen Batılılar, oryantalist seyahatnameler ve romanlar yazacak. Büyülenip İstanbul’da kalan birkaç kişinin adını da semtlere vereceğiz. 




2.


Türk turist de pek yok. Sultanahmet’i, Çemberlitaş’ı birkaç gün boyunca yukarı aşağı yürüyüp durdum, bizim milletten pek kimse göremedim. Daha birkaç yıl evveline kadar, buralar da, İstanbul’un her yeri gibi evvela yerel halkın gezme alanıydı. Üniversite ve lise öğrencileri, hem birbirlerine hem gördüklerine hayran sarmaş dolaş sevgililer, civar şehirlerden gelenler, aylaklar… Hayır, hiçbiri yok. Hepsi çekip gitmiş gibi. İranlı, Arap, Rus, Japon ve çoğunluğu İspanyol tek tük Batılı turistin arasında tek bir Türkçe muhabbete şahit oldum. Bir baba, “Peygamber efendimizden bile evvel inşa edilmiş” diyerek, sekiz on yaşlarındaki oğluna Ayasofya’yı gösteriyordu. Bir an için durdular; herkesten her şeyden eski görünen Ayasofya’yı, bir tür huşuyla seyrettiler. 



3. 


Oralara ne zaman gitsem gözlerim Milyon Taşı’nı arar. Dünyanın orta yerinde bin küsur yıldır duran bu taşı görünce, hem içimdeki hem etrafımdaki akışın sakinleştiğini hissederim. Taşın olduğu alan bir süredir tadilatta. Yine öyleydi. Bu biçimsiz, eğri büğrü, inşaat artığına benzeyen taşın Milyon Taşı olduğunu söyleyen hiçbir tabela da yoktu ortada. İnsanlar onun yanından habersizce geçip gidiyordu. 



4.


Bir tatsızlık var. Tüm memlekette var. Her yere sinmiş. Sultanahmet Meydanı’na da… Mutsuzluk, neşesizlik, hedefsizlik, hürmetsizlik... Hepsi birden belki. Tam adını koyamıyordum. Ta ki Ayasofya’ya yapılan kepenkli girişi görünceye kadar. Geçici olduğu söyleniyor ama bende kalan hissin karşılığı da o. Ayasofya’ya kepenk takılması gibi bir his… O kadar yanlış ki artık tarif edilemiyor.


eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...