kefiyeli meydan



Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılmasının tek sonucu işçilerin meydanlarına kavuşması değil. Taksim Meydanı artık her gösterinin 1 numaralı adresi. En başta da İslami referansı olan gösterilerin... İsrail’in Gazze’ye giden yardım filosuna saldırmasından sonra göstericiler adres olarak bir zamanların klasiği Beyazıt Meydanı’na gitmedi. 2009’un dev Gazze mitinginin gerçekleştiği Çağlayan’ı da seçmediler. Senkronize bir şekilde Taksim Meydanı’na geldiler.

Taksim’de çalışmanın bir faydası var; istediğiniz zaman gidip Meydan’da neler olduğuna bakabiliyorsunuz. Meydana çıktığımda göstericiler yeni yeni birikiyordu. Konuşmaların 12’de başlayacağı söyleniyordu ama sloganlar çok önceden atılmaya başlanmıştı. Tekbirler salavatlar derken herkese –bence- tuhaf bir tavır sindi. Kimse ne dozda bir gösteri yapılacağını bilmiyor gibiydi. Lanet mi okunacak, intikam mı istenecek, ne söylenecek? İş günü olmasından meydana en çok kadınlar ve gençler gelmişti. Epey de bir çocuk vardı. Televizyondan belki öyle görünmüyordur ama genelde bir gösteri bütünlüğü de yoktu ortada. Birçok farklı grup kendi meşrebince farklı farklı sloganlar bağırıyordu.



Konuşmalarda şiddeti tasvip etmeyen ama dünyanın tüm Müslümanlar’ına –özellikle de Türkiye’dekilere- dayanışma öneren mesajlar verildi. Ama birçok insan ne söylendiğini anlamaya çalışsa da, miting havası kalmamıştı. Herkes kendi arasında konuşmayı tercih ediyordu.

Saat 3’e doğru meydana topyekûn seslenen konuşmalar sona erdi, gruplar kendi kendilerine hareket etmeye başladı. Heykelde hatıra fotoğrafı çektirenler de vardı; Hamas ve Bin Ladin’in İsrail’i vurması niyetine“Kana kan intikam” diye bağıranlar da.


Bu posttaki fotoğrafların sahibi Newsweek Türkiye’den Metin Under seyyar satıcıların gösteriler biterken “ne güzel devam ediyorsunuz, haydi haydi” diye seslendiğini söylüyor. Aslında epey para kazanmış olmalılar; Filistin bayrağı 5 lira, Filistin puşisi diyerek kefiye niyetine satılan Diyarbakır poşusu 10 lira, hangi akla hizmet satıldığını anlamadığım kovboy şapkaları –birkaç tane talibi de çıktı doğrusu- 15 liraydı.

Fotoğraflar: Metin Under

amerika'nın en pis işi - bana yalan söyleme




Araştırmacı gazeteciliğin pirlerinden John Pilger'in harika derlemesi Bana Yalan Söyleme (Araştırmacı Gazeteciliğin Şahikaları altbaşlığıyla) Türkçe'de. Mehmet Harmancı agorakitaplığı için temiz bir Türkçe'yle çevirmiş. Yayımlanalı 3 ay oldu, ben ancak okumaya başlayabildim. Kitap otoritenin karşısında durabilen ender gazetecilerin, Dachau'daki toplama kampından, Çeçenistan'daki kirli savaşa, Felluce'de yaşananlardan Güney Afrika'daki Apartheid rejiminin kurduğu ölüm mangalarına kelle koltukta tanıklıklarıyla dolu. Pilger, toplumsal meselelerde söylenen yalanları da ıskalamıyor. Aşağıda, Fast Food Nation: What the All American Meal is Doing kitabının yazarı Eric Schlosser'in et kesimi işindeki dehşetli çalışma şartlarını anlatan makalesinden bir parçayı aktarıyorum. Schlosser'e göre ABD'deki en kötü iş bu.


"Bugün et kesimindeki en tehlikeli işleri gece geç saatlerde çalışan temizlik ekibi yapar. Bu işçilerden çoğu yasadışı göçmenlerdir. Bunlar ‘bağımsız anlaşmalılar’ olarak anılıp mezbahalar tarafından değil de, temizlik şirketleri tarafından tutulurlar. Saat başı ücretleri üretim işçilerininkinden üçte bir daha azdır. Ve işleri o kadar güç ve o kadar korkunçtur ki, tanımlamakta sözcükler yetersiz kalır. Bugün ülkenin mezbahalarını temizleyen kadın ve erkekler kesinlikle ABD’nin en kötü işini yapıyorlardır. Eski bir temizlik işçisi bana, 'O işi yapmak için insanın gerçekten umutsuz olması gerekir,' demişti.

Bir temizlik ekibi mezbahaya geldiğinde, ki genellikle geceyarısıdır, devasa boyutlu bir pislikle karşılaşır. O gün her biri 500 kiloluk üç ila dört bin sığır kesilmiştir. Mekânın güneş doğmadan temizlenmesi gerekmektedir. İşçilerden bazılarında su geçirmez giysiler varsa da, çoğunluğunda yoktur. Başlıca temizlik araçları 80 dereceye ısıtılmış yüksek basınçlı su ve klor karışımı püskürten hortumlardır. Su sıkıldıkça mekân yoğun bir sisle kaplanır. Görüş bir buçuk metreye düşer. Taşıyıcı bantlar ve makineler çalışıyordur. İşçiler bantların üstünde yürüyen kaldırımlardaymış gibi durup suları püskürtürler. Merdivenlere çıkıp üst geçitleri yıkarlar. Masaların ve taşıyıcı bantların altına, kanlı pisliğin içine girip yağ, dışkı ve et parçalarını temizlerler.


Gözlükler ve güvenlik gözlükleri buharla kaplanır. Tesisin içindeki ısı bir süre sonra 40 dereceyi geçer. Makineler çalışırken ekip üyeleri birbirlerini göremez ve duyamazlar. Yakıcı derecede sıcak ve kimyasal karışımlı suyu birbirlerine püskürtürler. Çıkan buhardan mideleri bulanır. IBP’nin tesislerinde çoğunlukla kullandığı DSC Sanitation Management şirketinin işçilerinden Jesus işte geçirdiği her gece sonunda feci baş ağrılarına tutulduğunu anlattı. Bir arkadaşı her temizlikte kusarmış. Diğer işçiler kusan gençle alay ederlermiş. Jesus kokunun yıkanmakla çıkmadığını, vardiya sonunda ne kadar sabun kullansa kokuyu eve taşıdığını söylemişti."

burkina faso türkiye'ye 12 puan verir mi?



bugün telaşımız çok, ama madem örövizyon günündeyiz, eski blogdan buraya bir transfer yapalım. Aşağıdaki yazı tam bir sene öncesinden geliyor:

Kimsenin Eurovision’la ilgilenmediği koca bir yalan. Hele de bir iddiamız varsa. Bu son yarışma hakkında fikir beyan etmeyen tek bir tanıdığım yok. Kuzeyliler birbirine oy vermeseydi, komşularımızla aramız daha iyi olsaydı, öyle olsaydı böyle olsaydı, hepsi fasa fiso… İşin özü, biz Eurovision için çıldırıyoruz (Habertürk’te Rahşan Gülşan Tuna Kiremitçi’nin “bence kesin Patricia Kaas birinci olur” dediğini okura fitlemiş mesela)

Ben şahsen işin şarkı kısmıyla hiç ilgilenmiyorum. Tek derdim oylama. İstiyorum ki şarkılar hemen bitsin, puanların açıklanması sabaha kadar sürsün. Hatta bütün dünyanın oyladığı bir yarışma olsun; günlerce devam etsin, geyiğin dibine vuralım. Mesela diyelim ki “Afrikalılar hep birbirlerine veriyor; yok Şili’den bize oy çıkmaz abi; Kuzey Kore bakalım Güney Kore’ye kaç puan verecek, falan filan…”

İran ABD’ye yumuşama babında üç puan versin, Venezuela’nın oylarını çıksın Hugo Chavez açıklasın; Çin’in oyları toparlaması çok uzun sürdüğü için en son onlar çıksın piyasaya, oyları belirleyici olsun. Böyle gider…

Ha bir de, madem Kuzeyliler birbirlerine oy veriyor, neden bu ülkeler üç dört yılda bir sonuncu oluyor? Bu da araştırılsın.

kürksüz venüs



Kadın tenisinin 2 numarası Venüs Williams, Roland Garros’ta fotoğrafları için tıklayınız gazetecilerine benzersiz bir malzeme verdi. Kısa elbisesinin altına hiçbir şey giymediği ilüzyonu yaratan iç çamaşırı –elbise de çamaşır da kendi dizaynı imiş, ilüzyon tanımı da kendisinin- herhalde toprak kortta deklanşöre basma rekoru kırdırmıştır.

Böyle cüretkâr bir kıyafete izin var mı? Kadınlar Tenis Birliği yönetmeliği oyuncuların esasen temiz ve düzgün kıyafetler giymesini önerip, eşofman, tişört, sweatshirt ve jean giymesini yasaklıyor. Ama turnuva yetkilileri Williams’ın kıyafeti konusunda dertli değil. Bu konuyu aralarında müzakere etmiş ve bir sorun yaratmayacağına karar vermişler.

Yasaklamak ne kelime, tabii ki destekliyorlar. Zaten şimdiye kadar kime “şunu giyme” dendi ki. Bana kalsa, örneğin 1980’lerdeki Andre Agassi’yi değil korta Paris’e sokmazdım.



2008’de Maria Sharapova smokin benzeri üstüyle çıktığı maçta onu mağlup eden Alla Kudryavtseva’nın dedikleri Agassi’ye karşı hislerimi de ifade ediyor: “Maria’yı yenmek keyif vericiydi. Neden mi? Çünkü kıyafetini beğenmedim.”

Birisi de Williams’a böyle diyebilecek mi?

New York Times’tan tenisin aykırı kıyafetleri fotoğraf galerisi şurada. Seksi fotoğrafları için tıklayınız demek kolay, esas bunu yapmak mesele.

patlamaya hazır söz

Kılıçdaroğlu üzerinden “Alevi” ve “Kürt” sözcükleri hemen alevlendi. Muhafazakâr kesimler bu sözcükleri gündeme getirmeye pek hevesli. Olumluyan da eleştiren de CHP’nin yeni genel başkanının Kürt ve Alevi olduğuna dikkat çekmeyi seviyor.

Bu çocukça heveste aslında bir sıkıntı yok. Ama bir gün denklem değişirse ne olacak? Son örneğe bakalım:

Radikal’den Akif Beki iki haftadır Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye sallıyor. CHP’de genel başkan değişimi hoşuna gitmemiş ama o, parti bu şekliyle de iflah olmaz diyor. İktidar alternatifi bir sol muhalefetin başımızın üstünde yeri var demeyi de ihmal etmiyor. Bu makul bir tartışma. Ama...

Bu günkü köşesinde topu bir şekilde başörtüsü tartışmasına getiriyor ve diyor ki:

“Belki, başörtülü sünni kızları özgürlüklerine o kavuşturabilir.”

Başörtüsü sorunu, hoopp, artık bir sünni sorunu da. İyi mi?

şeytan ayrıntıda hislidir


Kılıçdaroğlu’nu birazcık tanıyorsam o gömleği kendi iradesiyle almamıştır. Açıklamaktan muhtemelen hicap duydu ama parçaları birleştirince resim de beliriyor aslında. Şöyle ki, Kılıçdaroğlu partililerle alışverişe gider, ona bir gömlek getirilir, gömleğin etiketine bakan –ki en son faturada baktım diyor- müstakbel genel başkan sadece yutkunur ve sesini çıkarmaz. Koskoca Kılıçdaroğlu “bu gömleği alamam mı” diyecektir. İktidara sadece taşlı tozlu yollardan değil, bazen paralı yoldan da gidilir. Ama deniz ulaşımı olmadığı da ortada, sonuçta başkent Ankara.

Kurultay günü Deniz Baykal’ın Angora Evleri’ndeki konutunun önü ıssız. Açlık grevi yapanlar çoktan gitmiş, gazeteci ordusu kurultay salonunda. Sadece tek bir adam; Mersinli çiftçileri temsilen bir yalnız çiftçi, elinde pankartıyla kaldırımda oturuyor. Kim ne derse desin, bence kurultayın kahramanlarından biri de oydu.

Salı günü yemeyip içmeyip Lost’un finalini manşete gömen Milliyet Cadde ekibi! Altı senedir izlediğim diziyi piç ettiniz! Ne tür bir kamu yararı gözetiyordunuz bunu yaparken?

Alışveriş merkezindeki -yürümeyen- yürüyen merdivene “sen kaybedersin” deyip sırtını dönüp merdivenlere yönelen adam. Seni gördük! İnanır mısın, gerçekten o kaybetti!

duvardan duvara dünya kupası






Çok özlemiştik, nihayet geldi çattı Dünya Kupası. Buradan Güney Afrika’ya gidebilecek birkaç şanslı kişi, beraberinde bir iki tişört, vuvuzela ve anahtarlık getirecek. Evin görünür yerlerinde birkaç ay süründükten sonra, “atsan atılmaz satsan satılmaz” kabilinden diplere köşelere itilecek birkaç hatıra işte. Şu yukarıda gördüğünüz resimlerin durumu ise başka. Onlar kupanın resmi tasarımları; evinizin duvarlarını şenlendirebilecek neşeli baskılar. Tabii cüzdanınız müsaitse, çünkü günahı 170-250 euro arasında değişiyor.

Yani çok istesem de bu kupanın tasarımlarını pas geçiyorum. 2012 ve 2014 de tasarımına göre değişir. Ama 2016’da bu işler daha ucuza mal olabilir. Bu Cuma, 2016 Avrupa Kupası’nın İtalya’da mı Fransa’da mı yoksa nihayet Türkiye’de mi düzenleneceği açıklanacak. Kulislerde dönen mesnetsiz dedikodulara ilaveten bir yan bilgi de ben vereyim. UEFA’nın nihai kararı verecek 16 kişilik yönetim kurulunun en tepedeki üç adamının pasaportu rekabeti doğrudan temsil ediyor: Michel Platini, Şenes Erzik ve Giancarlo Abete… Yani bir Fransız, bir Türk, bir de İtalyan… Türkiye’nin avantajı, taahhütlerinin (Ankara, Konya, Antalya, Bursa, İzmir ve Eskişehir’de yeni stat inşası, mevcut statların restorasyonu –ki 1,5 milyar dolar tutuyor- artı 38 milyar dolarlık otoyol ve demiryolu bağlantıları) devlet tarafından üstlenilmesi. Fransa ve İtalya meseleyi doğrudan özel sektöre ihale ediyor. Hal böyleyken, bu kriz ortamında, Türkiye’nin önü açılabilir.

İşte o zaman, 2016 tasarımlarını da daha ucuza mal edebilirim. Hem bu işi kotaracak sanatçıların bazılarını şimdiden tanıyorum.

Tasarımların tümünü bulabileceğiniz adres şurada. Bana ısrarla hediye almak isteyenleriyse en sondaki resme yönlendirmek isterim.

burası türkiye II - uçak düşürmece




Günün haberi bence CHP Kurultayı değil. Gazetelerin ufacık yer verdiği –ama hemen hepsinin gördüğü- bir başka haberi daha çok önemsiyorum. Okurken dehşete kapıldığımı da söylemeliyim. Başlık şu: THY uçağına iniş sırasında lazer ışığı tutuldu. Bu başlığın altında dünyanın en korkunç haberlerinden biri yatıyor. Şöyle ki; THY’nin KKTC’den gelen uçağının pilotu, Atatürk Havalimanı’na doğru inişe geçtiğinde, Yeşilköy sahilinden lazer tutulduğunu polise bildiriyor. Uçak sorunsuz bir şekilde iniyor inmesine de, polis lazer tutanları, tahmin edeceğiniz gibi bulamıyor. Bu yaşanan ilk olay değil. Geçen sene de British Airways’in bir pilotu, Atatürk Havalimanı'nda aynı şikâyette bulunmuş. Avustralya’da yaşanan benzer bir başka olaydaysa pilot geçici körlük yaşamış, lazer ışığıyla bu duruma neden olan iki Türk genci –evet, taa Avustralya’da da işi yapanlar Türk- göz altına alınmış, biri sonradan tutuklanmış.

İnsan bunu neden yapar? Yani bir uçağı düşürmeyi nasıl diler? Şiddetten daha korkuncu nedensiz şiddet. Haneke’nin Funny Games’ini sinemada seyrederken bütün salonun şiddetin yarattığı gerilimden kıvrandığını hatırlıyorum da, Haneke de herhalde buralara gelseydi Yeşilköy sahilinde aynen öyle kıvranırdı. O bile uçak düşürme fikriyle eğlenen birilerini hayal etmemiştir.

recep bey!


Kürsüde sevimli mi sevimli, ama sanki biraz zorla çıkarmışlar gibi duruyor. Biraz Hollywood filmlerindeki gibi, hani gelinin babasıymış da, ‘iki laf da sen et’ diye iteklemişler. Binlerce insan, yüzleri mütebessim ve meraklı, adamın ne diyeceğini bekliyor. Adam ağırbaşlı görünüyor ama durumdan fena halde memnun, başta biraz teklese de sonra coşkuyla işi gevezeliğe bile vuruyor.

Aslında teşbihte hata oldu. Esas gelinin babası, kurultayı evinde televizyondan izledi. Kızının (partinin yani) bir şekilde elinden alınıp, 60’lık bir damada zorla verildiğini düşünüyor olmalı. Ama yaşı epeyce geçkin kızının da damatta gönlü varmış hani. Zaten bütün coğrafyaya dağılmış uzak yakın akrabalar hep gelmiş, küsler barışmış, kız evine 30 yıldır adımını atmayan büyük hala (anladınız tabii kim olduğunu) bile orada. Damat da çaktırmadan azıcık içmiş, yüzü gülüyor, verip veriştiriyor yabancı bir başka damata…

Eğretilemenin bu kadarı beni bile sıktı, siz kusura bakmayın. Sadede geliyorum. Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan olacağı gün ilk defa bir kurultayda konuşma yaptı. Biraz tekledi, böylesi topluluklar önünde halen tam hazır olmadığını belli etti (pişecektir tabii), yer yer tempoyu düşürdü, kendisinin meslekten iyi bildiği bir iki konu hariç plan proje sunmadı, söylenebilecek en rahat, alkış garantili kavramları ardı ardına sıraladı ama herhalde CHP tarihine geçecek bir konuşma yaptı. Geçecek diyorum, çünkü sosyal demokrasi mesajı ve vurgusu son 30 yılın en yüksek düzeyine ulaştı, laiklik kelimesi bir kere bile zikredilmedi ve kürsüden inerken taktığı kasket sevimli yüzüne yakıştı (Ama yine de not edelim, Ergenekon, AB ve Kıbrıs konusunda Baykal hamasetine tam gaz devam etti Kılıçdaroğlu)

Ama… Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını esas belirleyen, Başbakan’ı süratle karikatürize edip, beş dakikada Recep Bey haline indirgemesiydi. İşte bu halkın diline dolanacaktır. Başka bir eğretilemeyle bitirelim o zaman: Zorlu derbi golle başladı.

aslan sosyal demokratlar top 10

Kılıçdaroğlu seçim hedefi için yüzde 40 dedi, malum. Olur mu olmaz mı diye sormadan, Erdal İnönü’nün tabiriyle “Aslan sosyal demokratlar”ın genel seçim performanlarını çıkarttım. Rakamlar 1965 seçimleriyle başlıyor. CHP “Ortanın solu” sloganıyla, o seçim öncesinde sosyal demokrasiye yelken açmıştı. Görünen o ki seçim performansları itibariyle en başarılı genel başkan, listeye dört seçim sonucuyla (birinde yüzde 40’ın üzerine de çıkarak) giren Ecevit, en başarısızı da, tahmin edeceğiniz üzere, listedeki iki seçim sonucu da iktidara yürümesine yetmeyen Baykal.


1) CHP 1977 - 41, 38 Bülent Ecevit
2) CHP 1973 - 33 Bülent Ecevit
3) CHP 1965 - 28,65 İsmet İnönü
4) CHP 1969 - 27, 37 İsmet İnönü
5) SHP 1987 - 24, 74. Erdal İnönü
6) DSP 1999 - 22, 17 Bülent Ecevit
7) CHP 2007 - 20, 88 Deniz Baykal
8) SHP 1991 - 20,74 Erdal İnönü
9) CHP 2002 - 19,39 Deniz Baykal
10) DSP 1995 – 14,64 Bülent Ecevit

Rakamlar yüzde üzerinden, kaynak da Wikipedia.

the daily radikal



Alıştım artık, lise yıllarından beri Radikal okuyorum (zaten o yıllarda çıkmıştı.) İyi kötü veriyor günün malzemesini. Hiç hazzetmediğim bazı yazarları bir kenara, sevdiğim yönleri de çok gazetenin. Ama insan bir gazetenin düzenli okuruysa fazlasını bekliyor. Bazı sayfalarından daha da fazlasını hatta. Mesela içine her renkten, her sesten haber sığdırabileceğin Yaşam sayfasından…

Tamam her gazete gibi (hatta çoğundan da daha iyi bir seçkiyle) günlük yabancı gazeteler taranıyor, çevriliyor vs. Düşünün, dünya kadar malzemeniz var. Tek bir dil (İngilizce) bilseniz bile yeter. Çin’den İran’a her yerde İngilizce yayınlar çıkıyor. Ama görünen bazen öyle çok da aranıp taranmadığı. Bugün olduğu gibi tek bir gazete okumak yetiyor (serviste çok az kişi çalışıyorsa, işler değişir tabii)

İlgili haberler aşağıda.

Bunlar son sayfadan:
Hislerini dinleyip moda yaratıyor (AP)
Lohan’ın aşk hayatı pembe dizi tadında (The Daily Mail)
Dumansız sigara yasak savar mı? (The Daily Mail)
Tiryaki kargalar yakalandı (The Daily Mail)
İkizler bilimkurgu karakterine dönüştü (The Daily Mail)
O eksik tek parça Harris için üretildi (The Daily Mail)

Bu da ikinci sayfadan:
İleri yaşta engelli bebek riskine veda (Nafiz Albayrak imzalı, sayfanın Türkiye kaynaklı tek haberi)
BP ‘Etkisi az’ diyor, görüntüler yalanlıyor (AA, bu da dışarının haberi ama bir Türk ajansından)
İleri otizmli oğlunu öldürdü sarılıp yattı (The Daily Mail)
Babalar da doğum sonrası depresyona girermiş meğer (The Daily Mail)
Suudi kadın din polisini dövdü! (The Daily Mail)
Anne iki küçük çocuğunu pedofil babadan kurtarmak için öldürdü (The Daily Mail)
Dünyanın ilk ses oyuncağı bu mu? (Yaşam Servisi, nedense bir tek bunda servisin ortak imzası var)

Kısacası Daily Mail, Daily Mail, Daily Mail… Haberler iyi de, okumak istesem gider Daily Mail okurum, neden Radikal okuyayım ki?

neo chp


Bu hafta dergide Neo CHP’yi yazdım. Yazarken de CHP’ye dair yıllardır okuduğum makalelerin belimi büktüğünü söyleyerek başladım. Evet insan belli bir noktadan sonra CHP’yi ne yazmak ne de konuşmak istiyor. Bugünler yine de bir istisna olabilir. Söz konusu makale için görüştüğüm siyaset bilimciler, değişim ihtimali karşısında her zamankinden biraz daha heyecanlıydı (her zamankini “hiç” olarak düşünün.) Bedri Baykam gibi çözüm üretmeye çalışan siyasilerse hep olduğu gibi heyecanlıydı.

Ama mevcut CHP içinde siyaset yapanlar “sadece” heyecanlıydı. Doğru tarafı seçmek, bir günde kapı dışarı edilmemek, bir şeyler şekillenirken denklem harici kalmamak istiyorlardı. İşte bu yüzden konuşmadılar, beylik laflar dışında gerçek duygularını açıklamadılar, kendilerini korumaya aldılar. Rüzgârın ne yöne estiği artık belli oldu. Şimdi gidip herhangi bir delegeye, milletvekiline vs. sorun; ne kadar uzun zamandır bu değişimi gerçekleştirmeye çalıştıklarını söylerler.

Kılıçdaroğlu şimdi değişimden söz ediyor. Siyasi kumar oynayıp, risk alıp Baykal’ın karşısına çıkmaya cesaret ettiği için bunu söylemeye hakkı da var. Risk almayanları tasfiye etmeyi becerebilecek mi peki? Risk almayanın söyleyecek sözü yoktur, sözü olsa dili yoktur. Eh, böylesi siyaset yapmasa da olur.

genel sekreter


Özeleştiri zamanı. Biz dahil bütün basın, Önder Sav’ı hafife almış görünüyor. Cep telefonunu kapatmayı bile beceremeyen yaşlı adamcağız portresinin üstünde fazla durmuşuz. Adam bir hamleyle CHP’yi çözdü, Baykal’ın olası hamlelerini boşa çıkardı.

İçinde Sav’ın da yer aldığı CHP’deki ileri gelenler grubuna “politbüro” denmesi boşuna değil. Şu an Sav’ın oturduğu genel sekreterlik koltuğu aslen Komünist Parti’de mevcuttu. Bir farkla. Orada genel sekreterlik partinin 1 numarasının makamıydı. Stalin’in Kruşçev’in gelip geçtiği, en son Gorbaçov’un oturduğu koltuk, Soğuk Savaş günlerinde dünyanın yarısını yönetiyordu. Öyle görünüyor ki Sav, CHP’nin yarıdan da fazlasına hakimmiş. Sav’dan Kılıçdaroğlu’na giden destek kurultaya beş gün kala, kendisinin dediği gibi partililerin “köhneleşmiş ezberini” bozdu. Baykal’ı birdenbire pasifize etti.

Şimdi biz ne desek boş! Basın, Baykal’ın istifasını öngöremediği gibi, Sav’ın manevra kabiliyetini de atladı. Başrol verilmesini kimsenin aklının ucundan geçirmediği başaltı oyuncusu intikamını aldı. Parti daha iyi bir yöne gider mi bilinmez, ama o başını yine suyun üstünde tuttu. Kılıçdaroğlu’na destek verdiği görüşmede çekilen fotolara bakın. Neye benziyor? Güçlü bir Osmanlı veziriyle, yıllardır sırasını bekleyen veliaht yan yana. Padişah ise ya hasta ya ‘hal edilmiş’.

Radikal’den Murat Yetkin, Sav’ın kendisinin de içinde yer aldığı o politbüroyu dağıtmaya yemin ettiğini duymuş. Genel sekreter dün gerçekten de önüne gelene kılıcını çekiyordu. Bu salvo kendisini istifaya davet eden Parti Merkez Yürütme Kurulu’na: “Bu zamana kadar demek ki MYK üyesi arkadaşlara ben hiçbir şey öğretememişim, ona üzüldüm. CHP’de Genel Sekreter’i Parti Meclisi seçer. Güçleri yetiyorsa PM’yi toplasınlar, hesaplaşalım” Bu da MYK’dan Yılmaz Ateş’e “Yılmaz Ateş ’in, Önder Sav’ın çapına gelebilmesi için çok fırın ekmek yemesi lazım. Bu telaşın temelinde, yaklaşan kurultayda yok olacaklarını görmeleri yatıyor."

Kendisinden ismiyle bahseden adamdan korkacaksın. Biz bu adamın gücünü gerçekten hafife almışız. Anlaşılan partililer de öyle.

gazeteler şampiyon bursa ikinci


Şampiyon sözcüğünün bugün en çok konuşulanından başka bir kullanımı daha var. Sözcük bir şeyin ateşli destekçisi, savunucusu olmak anlamına da geliyor.

Bugünün gazetelerinde şampiyonluk haberini; “Bursa şampiyon oldu” değil de “Fenerbahçe şampiyon olamadı” tonuyla veren gazeteleri mimleyin.

Onlar, hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun,

aslında

- emeğe saygı duymayan
- etkili olduğunu düşündükleri her güce biat eden
- kendilerinden görmediklerine ikinci sınıf insan muamelesi yapan
- kendi gerçeklerini toplumunkilerin önünde tutan

gazetelerdir.

Abartılı olduğunu düşünebilirsiniz, ama maalesef değil. Bugün bu şekilde davranan yazı işlerinin, diğer haberlerde nasıl refleks verdiğini tahmin edebilirsiniz. Şampiyon olunca insanın gözü başka bir şey görmüyor.

bir zamanlar karaoğlan


CHP’nin İstanbul İl Örgütü’ne girdiğinizde sizi müstafi genel başkanın neşeli bir fotoğrafı karşılıyor. Genç bir Baykal, haddinden fazla genç, hatta hiç olmadığı kadar genç bir Baykal neşeyle gelecek güzel günlere bakıyor. Birisi öldüğünde insanlar onu genç haliyle hatırlamak isteyebilir tamam ama o daha hayattayken neden dönüp eski hallerine bakılsın?

Kendini kandırmanın bir biçimi de işte bu fotoğraflar. CHP’nin ihtiyacı ortada. Şu yandaki fotoğraftaki gibi bir enerjiye ihtiyacı var. Fotoğraftaki adamın da yaşlanınca geriden gelenlere yol açmış olmaması ne acı. Halbuki kendisi de zirveye çıktığında 47 yaşındaydı.

erdoğan'la kişisel gelişim


Partiler arada bir gaza gelip, şunu da yapalım, bundan da eksik kalmayalım diye kendilerine yeni yeni misyonlar yüklerler. Teşkilâtın en heveslilerine bu taze fikirler ihâle edilir; bir iki ay taslak, çerçeve, program derken uygulamaya bir türlü geçilemez. Sonra işler tavsar gider, sonra zaten seçim gelir. Seçim biter, yine gaza gelirler, fikirler havada uçuşur, birilerine ihâle edilir vs…

AK Parti’nin siyaset akademisi de böyle bir fikre benziyordu. Ama sebat ettiler, iki senedir derslere devam ediyorlar. “Siyaset yerel yönetimde başlar” sloganıyla başlattıkları derslere devam eden ilk kursiyerler sertifikalarını aldı. Genel hatlarıyla ekonomi, siyaset, belediyecilik vs. anlatıldığını tahmin ediyordum da geçen gün tutup derslerin içeriğine ilk defa baktım. Gerçekten öyleymiş. Ama fazlası da var! Erdoğan’ın partisi açıktan açığa Dale Carnegie’nin sularında yüzüyor. Hem de gayet özgüvenli bir şekilde. Hiç öyle boğulma korkuları yok.

“Yerel yönetimler” programından bir dersin içeriğine bakalım. Dersin ismi “Toplum önünde etkili konuşma.” İçeriği de şudur:

- İletişim nedir, araçları nelerdir ve bilgelik boyutuna nasıl ulaşılır?
- İletişimin dokuz özel boyutu. Kişilik tipleri çerçevesinde gelişen farklı yetenekler, farklı yaklaşımlar.
- İnsanlarla daha iyi ilişkiler geliştirmek ve daha sevilen insanlar olmak için neler yapmalıyız?
- Tüm iletişim tekniklerinin iki özel kaynağı. Bu iki kaynağın temelindeki muhteşem bilinç: ‘iletişim bilgeliği.’
- Kendimizle iletişim ve bunun dışa yansımaları.
- İnsanlara nasıl iş yaptırılabilir?
- İnsanlar nasıl eleştirilirlerse vazgeçerler?
- Sözlü saldırılara karşı koyabilme bilgisi.
- Unutulmaz izler bırakan insan olabilme becerisi.

Bu dersi takip edenlerin “aranan” insanlar haline geleceği bilgisi veriliyor. Ama umutlanmayın hemen, ilk program tamamlanmış, dersler bitmiş yani. Yine de şuna sevinebilirsiniz: Bilgelik boyutuna ulaşmış, iletişim tekniklerinin kaynağındaki muhteşem bilince sahip, insanlara iş yaptırmanın inceliklerini bilen, rakibini sadece eleştirerek düşüncelerinden caydıran, sözlü saldırılardan kati surette yaralanmadan çıkan ve siyaset dünyasında hakkıyla unutulmaz izler bırakacak yüzlerce yeni AK Partili aranızda dolaşıyor.

Peki derslere kim giriyor? En az bir tahminim var!

chp için detoks zamanı



Deniz Baykal’ın istifasını verdiği saatlerde İngiltere’de seçim kaybeden İşçi Partisi lideri Gordon Brown da parti başkanlığından ayrılma kararını açıklıyordu. Mayıs’ın başındaki seçim sonuçları parti için felaket; Tony Blair’in 1997’de getirdiği iktidar, 13 sene sonra Muhafazakârlar’a geçti. Hesabı ödemesi gereken elbette öncelikle liderdir. Bugün burada da zevkle söylenildiği şekliyle, “gerekeni yaptı” Brown.

Ama Baykal ve CHP’yi esas ilgilendiren, politik yelpazede yakınında durduğu İşçi Partisi değil, 43 yaşındaki David Cameron’la iktidarı devralan Muhafazakâr Parti. CHP’nin hem statükocu kadrolarının, hem de -varsa- yeniliğe açık gençlerinin Muhafazakârlar’ın çileli son 13 yılından öğrenecekleri çok ders var. Birincisi şu: Cameron gökten zembille inmedi. Daha 21 yaşında partinin araştırma departmanında çalışıyordu (böyle bir birim Türkiye’de hiçbir partide yok tabii.) 1997’de ilk defa milletvekilliğine aday gösterildi; kaybetti. Dört yıl sonra Oxfordshire, Witney’deki görece rahat seçim bölgesinde bu emeline ulaştı. 34 yaşında umut vadeden bir gençti ve parti içinde hızla yükseldi. 38’ine geldiğindeyse -2005’te- partinin genel başkanıydı artık. Yani muhafazakârlar partiyi ileri itmesi için yeni nesil bir siyasetçinin kulislerde tozlanıp yaşlanmasına izin vermeden onu başlarına getirmeyi bildiler. Düşünün bugün CHP’de yeni umut diye lanse edilen Kılıçdaroğlu bile 62 yaşında.

Herhalde CHP’den yaklaşık 250 yıl önce kurulmuş bu partide Cameron’dan daha yaşlı (ve statükocu) siyasetçiler de bulunuyordu. Peki onlar nereye gitti? CHP için esas ibret hikâyesi tam da burada. Blair’in partisinden sille üstüne sille yiyen Muhafazakârlar, 1997 hezimetinden sonra 8 yılda 4 defa başkan seçti (William Hague, Iain Duncan Smith, Michael Howard ve nihayet şimdiki başbakan Cameron.) Cameron gelene kadar, hiçbir ekip inandırıcı bulunmadı, sonuçta büyük oranda tasfiye olup gittiler. Bu durum İngiltere’de “parti detoksu” olarak adlandırıldı. 2005’te Cameron başa geçti, kendi ekibini kurdu, bazı eski isimleri tutsa da tasfiyeye devam etti, nihayet iktidara uzandı.

Sözün özü, Baykal bırakırsa, muhtemelen kurultayı kazanan yeni genel başkan da kısa sürede veda edecek, sonraki de ve hatta ondan sonraki de. Belki bugün otuzlarını süren ve umut vadeden bir partili –eğer varsa- CHP’yi nihayet özlediği iktidara taşıyacak. Tabii bunun için bir de seçim kazanması gerek. Esas zor olan da o.

hesap uzmanı


Türkiye’de bir gazetecinin, röportaj yaparken en rahat edeceği isim herhalde Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Her soruyu sükûnetle dinler, hepsine yanıt verir, ‘yanıtı biraz açın’ dersiniz açar, sevmediği bir soru geldiğinde röportajın kalanına yansıtmaz, yanıtlayıp aynı tempoyla devam eder. Velhasıl makul bir siyasetçidir. Peki CHP ölçeğinde bir parti için potansiyel lider midir?

Kılıçdaroğlu’yla bugüne değin iki röportaj yaptım. İlki üç saate yayılan çok uzun bir görüşmeydi, ikincisini Kadir Topbaş’a geçilmesinin hemen ardından İstanbul’daki parti merkezinde yaptık. Sakindi ve yüzü yine gülüyordu. Çevresini saran partililerin gerginliğinden onda eser yoktu. İstanbul’da kaybedilmediğini, tam tersine kazandıklarını (ki bence de öyle) hararetle anlattı ama yaklaşık yarım saat aslında tek bir şeyi konuştuk: Kılıçdaroğlu günün birinde CHP’nin başına geçecek miydi?

Bu soruyu “evet” diye yanıtlayan siyasetçi, Türkiye şartlarında kaybetmeye mahkûmdur. O da evet demedi elbette. Ama ne derse desin, beden dili başka bir şey söylüyordu. Üç ay önce bir otel lobisinde görüştüğümüzde Maliye’den emekli, taze sayılabilecek, hevesli bir siyasetçiydi. Bir ay sonra parti merkezindeyse çevresindekilerin itaatini kabullenmiş, sesi daha yüksek perdeden çıkan ve söylediği her şeye daha sert bir hava katan bir lider adayıydı.

İstanbul’u kazansaydı, tartışamazdık bile, Baykal’dan sonra Kılıçdaroğlu gelecekti. İstanbul, siyasi gücün “olur”larını öğretecekti ona. Ama kaybedip CHP’nin Ankara’daki kulislerine geri döndü. Orada da siyasetteki “olmaz”ları öğreniyor. Her şeye peşinen “hayır” demeye eğilimi artıyor. Haksız da sayılmaz. CHP tarihi erken öten horozlarla dolu. Bugünkü siyasi tartışmalarda hiçbirinin adı geçmiyor. Kılıçdaroğlu da bunu biliyor. Ama bazen bilmek yetmez, açık oynamak gerekir.

Fotoğraf: Şeref Yılmaz / Newsweek Türkiye

lingo lingo listeler



Newsweek Türkiye’den aradılar, hazırladıkları “bu yaz okunası kitaplar” listesi için bir kitap önermemi rica ettiler. Aslında listelere sıcak bakmadığımı, biraz da meşgul olduğumu ama bir sonraki ricalarını –umarım- seve seve yerine getireceğimi söyledim. Telefonu kapattım.

Yalan tabii. Gerçek versiyon şöyle yaşandı. Burcu (Ayaz) ofisin diğer köşesindeki masasından geldi ve hazırladıkları liste için bir kitap önermemi, sonra bu kitabı birkaç cümlede tanıtmamı dikte etti. Ben de “aman efendim, ne demek, kaç vuruş olsun” diyerek hemen boyun eğdim.

İşin aslı, listeler eğlencelidir. Öyle olmasaydı, Nick Hornby’nin High Fidelity’sini sever miydik bu kadar? Gerçi oradaki ufak tefek, tadımlık listelerdi. Bir de okuması bile korkutucu, gövde gösterisi listeleri var. Türkiye’nin en önemli on insanı, en etkililer, en sportmenler, en başarılılar vs… Bunların bir benzeri geçenlerde Time dergisi üzerinden bir daha gündeme geldi: Dünyanın en etkili 100 ismi. Hani bizim başbakan da girmişti listeye, hatırlarsınız. Erdoğan’ın yüzü suyu hürmetine buralarda da epey konuşuldu o sayı. Ama aynı sayıda, esas bombayı derginin mizah yazarı Joel Stein patlatmıştı. Stein, Time editörlerine, “öyle gıcır gıcır başarı listesi yapmak iş mi, yiyorsa en etkisizleri yazın” deyip kendi loser listesini (Dünyanın en etkisiz 100 insanı) sıralamıştı.

Gerçekten komik bir adam olan Stein’a selam edip, Newsweek Türkiye’nin yaz listesine önerdiğim kitabı açıklıyorum: Fowles’dan Büyücü. Sadece bu yazın değil, her yazın kitabı!

Bu arada Marilyn Monroe da Ulysess'i haklamış, kapağı kapatmak üzere. Helal!

deniz baykal'ın bir beatles albümü olarak portresi


Bakmayın şimdi “özel hayata müdahale” diye bağrındıklarına, anaakım medyanın esas derdi Deniz Baykal’ı bir şekilde sepetlemekti. Hem manşetlerden hem de köşelerden “gereğini yaptı” dediler; Kemal Kılıçdaroğlu’nu da yeni lider adayı olarak hemen akla düşürmeyi ihmal etmediler.

Kılıçdaroğlu, Baykal’dan sıkılan medya için bugün potansiyel bestseller. Seçim döneminde içinde onun adı geçen haberler iş yaptı. CHP’nin lideri olunca medyaya da reyting yaptıracağına inanılıyor genel olarak. Ama unutmamalı, Deniz Baykal da esasen tam bir “everseller.” Yani bir Beatles albümü gibi, bir Harry Potter macerası gibi, senelerdir sürekli satıyor (isteyen Türkiye’den bir Erkin Koray albümü, bir de İpek Ongun kitabı ekleyebilir.) Baykal’ın siyasi manevraları uzun vadede medyaya o kadar da sıkıntı vermedi, epey malzeme çıkarttı. Kılıçdaroğlu için özellikle seçim sonrasında dizayn edilen “Gandi Kemal” ifadesinin tutmadığını da hesaba katın. Sözün özü, bugün Baykal’ı “yeni bir soluk” istediği için göndermeye çalışan medya, Kılıçdaroğlu’ndan umduğunu bulamazsa, kısa sürede yeniden görücüye gidebilir.

Beatles albümü felan demişken, Ankara’da zamanın dünyanın geneline nazaran daha ağır aktığı gerçeği de bu son tartışmalarla iyice gün yüzüne çıktı. Siyasetçilerden Ankara gazetecilerine herkes görüntüler için “kaset” tabirini kullanıyor. Cenazesi çoktan kaldırılmış kasetin yaşadığı sanılan son yer herhalde Ankara siyasetidir.

dürer'in gergedanı, öğle uykusuyla direniş ve diğer güzel şeyler...



Kaçıranlar ve yeniden okumak isteyenler için geçen haftadan seçmeler:

Sartre, Başbakan’ın kahvaltısına katılır mıydı? Newsweek Türkiye’den Kaya Genç, Nisan’daki toplantıya katılanları ve katılmayı reddedenleri her daim muhalif Sartre’ın süzgecinden geçiriyor.

Totaliter saate öğle uykusuyla direniş. Radikal’den Pınar Öğünç bu güzelim başlık altında, Thierry Paquot’nun Bir Sanattır Öğle Uykusu kitabını eleştiriyor. Paquot’nun şu sözlerine kulak verin: “Her yaştan, her enlemden boylamdan, her saat diliminden, her meslekten uykucular, size sesleniyorum, eşsizliğinizin arkasında durun ve dünya saatine, uydu saatine, totaliter saate direnin!” Yazı hoş, öyle görünüyor ki hem kitap hem de bu kitabın da içinde yer aldığı Can Yayınları Kırkmerak Serisi de pek hoş (Saklı Lezzetler – Mutfağa Felsefi Bir Yaklaşım yayımlanmış, Uygarlığı Değiştiren 100 Köpek, Filozofların Sofrası, Kafka’nın Çorbası, Lükse Övgü, Kukla Ustaları da sırada.)

Unutmadan, Pınar Öğünç’ün bir önceki Radikal Cumartesi’de yayımlanan ressam Taner Ceylan’la röportajı da nefisti. Türkiye medyası ortalamasının çok üzerinde bir kalitede yazıyor Öğünç. Vasat yazılardan sıkılanlara: Domestik ne kadar erotik?

İngiliz The Times’dan 6 Mayıs seçimleri çizgi romanı.

Yazar Murat Gülsoy, blogunda Albrecht Dürer’in hayali gergedanını anlatıyor. Borges’e referans vermeyi de atlamadan.

Newsweek Genel Yayın Yönetmeni Jon Meacham, derginin satışına karar verilmesinden sonra, kavgaya devam edeceğini anlatıyor. Duygusal bir manifesto.

Bahis oynamanızı tavsiye etmek için değil ama biz buna ofiste çok güldük. Açılan sayfada, logonun hemen sağında, sinip saklanmış bir adamcık var. İmleçle üzerine gelince “eyvah patron” diyor, hemen tıklayın. Komik geldi ama herhalde bir sürü başka sitede benzer şeyler vardır.

New York’ta geçen haftaki başarısız bombalama girişiminden sonra, kabak hangi filmin başına, neden patladı?

burası neresi

Kimse kendini kandırıp etik kütük tartışmalarına girmesin; bu, dünyanın her tarafında haberdir. Ortada bir video kaydı var bir de görüntülerin atfedildiği bir parti başkanı. Herkes bunu günlerce konuşacaktır.
Haberdir ama haberin bir de gazetecisi olması gerekir. Bazı sorular yanıtlanmış olmalıdır. Burası neresi? Bu insanlar kim? Bunlar ne zaman oluyor vs. Biz böyle öğrendik en azından.
Ortada bu videoyu üstlenebilen bir gazeteci yok. Bunu üstlenebilen bir haber merkezi/sitesi bile yok. Garip olan, koca koca bir sürü gazetecinin, hemen o siyasetçiyi arayıp, üzüntülerini bildirmiş olması. Niye ki? Daha da tuhafı, içlerinden hiç birinin – e madem aradınız- “o görüntülerdeki kişi siz misiniz?” diye sormaması. “Üzüldük” diyip kapatmışlar.
Biz etik meseleleri tartıştığımızla kalalım; aslında yukarıdaki en az bir sorunun cevabı var: Burası neresi? Türkiye… Neresi sanmıştın.

newsweek'i kim öldürecek?


Çarşamba günü Newsweek’i elinde bulunduran Washington Post Co.’nun sahibi Donald E. Graham, derginin New York’taki ofisine giderek, çalışanlara kurumlarının satışa çıkarılacağını söyledi. Abone sayısı ve reklam gelirleri dramatik biçimde düşmüştü, dergiyi 1961’den beri elinde bulunduran şirket de artık daha fazla zarar etmek istemiyordu. Satışın duyurulmasıyla birlikte Amerikan medyasında her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Yorumlar havada uçuşurken, her şey aslında tek bir sorunun etrafında toplanıyordu: “Bugünkü medya ortamında haftalık bir haber dergisinin ne kadar şansı var?

Beni de elbette yakından ilgilendiren bu meseleye girmeden evvel, Newsweek bir sene önce bugünlerde format değiştirdiğinde dergide çıkan makaleye bakalım. İlk ipuçları orada. (Aşağıdaki yazı eski blogdaydı, üzerindeki tozları silkelemenin vaktiymiş demek.)

Newsweek Türkiye’nin son sayısında haber dergiciliğinin kaderine dair önemli bir yazı yayımlandı. Yazarı Newsweek’in editörlerinden Kathleen Deveny; başlığı ise “Newsweek’i yeniden icat etmek.” Newsweek’in baştan aşağı yenilenmesine karar verilmiş. Deveny de bütün yayımcıların çok zor bir dönemden geçtiği bugünlerde, kendi dergisine dair, bir manifesto niteliğinde doğrudan ve çok dürüst notlar sıralıyor. Esas sıkıntı reklam gelirlerinin artık eskisi kadar olmaması; gelirler Deveny’e göre kısa vadede düşmeye de devam edecek. Bunun üzerine ekip baş başa vermiş ve anlaşılan bu işi yapan herkesin bir gün geçmek zorunda olduğu yolu tanımlamışlar:

- Artık gündemi meşgul eden her haberi yapmayacağız. Bu kadar internet sitesi varken nasıl olsa bizden önce herkes yapıyor; biz kendi seçtiklerimiz üzerinde derinleşeceğiz.
- Partizan değil provokatif olacağız. “Kim ne der” diye düşünmeyeceğiz.
- Derginin görünümünü okuru ürkütmeyecek, rahatlatacak bir formatta düzenleyeceğiz.
- Baskı adedini düşürüp, aboneliğin fiyatını arttıracağız. Bize inanan, sadık, eğitimli ve gelir düzeyi daha yüksek bir kesim için yayın yapacağız.
- İnternet sitesini Twitter, video ve bloglarla şimdiye kadar olmadığı ölçüde destekleyeceğiz (ayda 6.8 milyon kişi siteye giriyor.)

İyi bir haber dergisi herkesin işine yarıyor. Bakalım başarılı olacaklar mı?”

Ticari anlamda başarı halen uzakta. Ama iyi bir dergi yaptıklarını ben yakından biliyorum. Benim bilmem bir şeyi fark ettirmiyor tabii.

Satışın Newsweek’in internet sitesindeki ilânı burada. Burada da Donald E. Graham’ın satış açıklamasından sonra Newsweek’ten Daniel Gross’a verdiği röportaj var(Gross için muhtemelen epey sıkıntılı bir röportajdı.)

otoban kenarında ağaç olmak


Tom Waits’in Le Figaro için kendi sorup kendi cevap verdiği röportaja devam:

Cevabını bulamadığınız sorular var mı?

Bir top attığınızda top kime gitmesi gerektiğini biliyor mu? Okyanusun dibinde hiç tıkaç var mı? Jokeyler atlara ne diyor? Kâğıt dönüştürme makinesine koyduğumuzda bir gazete ne hissediyor? Otobanın kenarında ağaç olmak nasıl bir şey? Dünya ne zaman şaha kalkıp bizi eyerinden indirecek? İnsanlar robotlarla evlenebilecek mi? Bir kristal sadece sabırla donatılan bir kömür parçası mı? Ella Fitzgerald şarkı söyleyerek “gerçekten” bir camı kırabilir mi?

yandaş medya nasıl olunur - II




İngiliz seçimleri tefrikasına dün başlamıştım. Hatırlatmak gerekirse, İngiltere’ye bakınca Türkiye’deki yandaş medya tartışmaları fazla naif kalıyor. Bugünkü seçimden önceki son virajda, dünün İngiliz gazeteleri, belki halen anlamayan vardır diye, manşetlere son bir gayret kendi tercihlerini çıkardılar. Aksini yapmamaları için halkı uyarmayı da ihmal etmeden tabii…

Özetleyelim. En çok oyu almasına kesin gözüyle bakılan Muhafazakar Parti’yi ve onun lideri David Cameron’u destekleyen Daily Express iyiden iyiye intikamcı bir ton tutturmuştu: “Bu İngiltere için önemli bir an. Ülke İşçi Partisi hükümetinin 13 yıllık yönetiminde sürekli düşüşteydi. Şimdi her şey Cameron’la değişebilir. Ama onun da tek başına iktidar olması gerek. Bu yüzden gazetemiz Daily Express okurlarından Muhafazakârlar’a oy vermesini istiyor. Mevzubahis olan ülkenin geleceğidir.

Kaybedeceğini artık lideri Gordon Brown’un da kabul ettiği İşçi Partisi’ni destekleyen Daily Mirror da savaş baltalarını biliyordu. Ve diyordu ki: “Eton Koleji’nde eğitim gören elit David Cameron seçimden sonra sizi gözüne kestirmiş olabilir. Cameron, seçimden hemen sonra, kamudaki 40 bin işi ortadan kaldıracak, ihtiyaç sahiplerine çocuk yardımını kesecek, 2400 polis ile 14200 öğretmenin görevine son verecek. Siz de onun hedefinde olabilirsiniz."

Sürpriz bir şekilde atağa kalkan ve bazı anketlerde İşçi Partisi’nin bile önünde görünen Liberal Demokrat Parti ve onun genç lideri Nick Clegg’i destekleyen The Independent ise bambaşka bir ton tutturmuştu. Entelektüel eğilimleriyle tanınan gazete iki partili siyasi yapının işlemediğini söylüyor, okurlarından da ona bir son vermesini istiyordu: “Liberal Demokratlar’a akın çok değerli bir şeyi ortaya çıkardı: Bir kuşaktır ilk defa siyasi düzenin radikal revizyonu için bir imkân belirdi. Halk kendi oyunun işe yarayabileceğini hissetti. Clegg’in partisi çarpıcı bir iş yaptı. Ama İngiliz siyasetinin kabuğu çatlasa da halen kırılmadı. Eski usul siyasetin menfaatleri halen galip gelebilir. “Eski tas eski hamam” siyaseti bu defa bir Muhafazakâr hükümetin sürdürmesi riski var.”

İngiltere’de oyunun kuralları farklı. Açıktan açığa “AK Parti’ye oy verin” diyen bir Sabah’ı ya da “Recep Tayyip Erdoğan’ı tarihten silin” diye manşet atan bir Hürriyet’i göz önüne getirebiliyor musunuz? Kan gövdeyi götürürdü herhalde.

hüküm günü


Bugün İngiltere’de seçim günü. Seçim kampanyası yaklaşık bir buçuk ay sürdü ve İngilizler seçimden çok liderlerin karakterleri ve geçmişlerini tartıştı. Türkiye’yi düşününce bu durum çok da garip gelmiyor. Ama bir fark var tabii. İngilizler sınıf meseleleriyle her zaman herkesten daha fazla ilgilenmiştir dolayısıyla en çok tartışılan da liderlerin sınıf mensubiyetleriydi. Tabii ki Marx’a falan referans verilmedi, mesele olabildiğince sulandırılarak tartışıldı. Mevzunun ana izlekleri için aşağıya buyurun:

David Cameron (Muhafazakâr Parti): Kral IV. William’ın soyundan geliyor. Aristokrat sınıftan çocukların gittiği Eton Koleji’ni bitirdi. Elbette ki aileden zengin.

Nick Clegg (Liberal Demokrat Parti): Beyaz Rus bir baronesin torunu, annesi Hollandalı, karısı İspanyol. Eton’un sosyal statü açısından bir kademe altındaki Westminster Koleji’ni bitirdi. Onun ailesi de yükünü epey tutmuştu.

Gordon Brown (İşçi Partisi): Halihazırdaki Başbakan (ki bugün muhtemelen koltuktaki son günü) köken itibariyle sıradan halka en yakın kişi olmakla övünüyor. Babası İskoçya Kilisesi’nde papazdı. Edinburg Üniversitesi’ne gitti ve orada solcu öğrencilerin lideri oldu. Oturduğu en güzel ev, yakında boşaltacağı Downing Sokağı 10 Numara’dakiydi.

yandaş medya nasıl olunur?




Evet, kimi gazete ve gazeteciler hükümetten yana. Bazısı açıktan, bazısı da mahcubiyetten utanıp kızararak destek bildiren yazılar yazıyor, manşetler atıyor, haber seçiyor, haber eliyor. Kimisiyse sadece muhalif değil, ayrıca muhalefeti de destekliyor. Biz de renklerini belli ettikleri için kızıyoruz onlara. İngiltere’de Perşembe günü yapılacak genel seçimler öncesinde, yandaş medya veya bir kısım medya nasıl olunurmuş bir bakalım. İngilizler’in bu küstah açıklığı aslında bizim mahcup medyamıza da tavsiye edilebilir. Sonuçta her şey ortada olur, herkes de rahat bir nefes alır, işine bakar.

Kategorizasyon New York Times’tan (Eric Pfanner'in Media Cache köşesi):

The Times: Muhafazakâr Parti’nin lideri David Cameron’u destekliyor.

The Sun: Avustralyalı medya baronu Rupert Murdoch’un güçlü tabloid gazetesi, geleneksel olarak Muhafazakârlar’ı destekliyor. O kadar ki, 1992 seçimlerinde Muhafazakârlar kazanınca, gazetede “Bizim gazımızla kazandılar” diye manşet atmışlardı.

The Economist
: Muhafazakâr Parti’yi destekliyor.

The Telegraph: 2. Dünya Savaşı’ndan beri gönlü Muhafazakârlar’da.

The Daily Mail: Genelde Muhafazakârlar’ı destekliyor.

The Guardian: Sol eğilimli gazete Nick Clegg’in anketlerde üçüncü çıkan Liberal Demokratlar'ını destekliyor.

The Independent: Sol eğilimli bir gazete daha. O da Liberal Demokratlar’ı destekliyor.

The Mirror: Kararlı biçimde Gordon Brown’un İşçi Partisi’ni destekleyen tek gazete.

chicago school


Biz trafiği çözmek için üçüncü köprüyü tartışaduralım, insana yakışır iş yapmak isteyenler durmuyor. İşte Chicago. Atlıyorlar bisiklete, yorulunca otobüse biniyorlar, bisikleti de otobüsün önüne iliştiriyorlar. Sonra inip tekrar asılıyorlar pedala.

çince tartışmalar, arjantin futbol takımının maçları...


Tom Waits, Fransız Le Figaro için kendi soruyor, kendi cevaplıyor:

Hangi tür sesleri beğeniyorsunuz?
Caddenin köşesinde gezgin vaizler, Manhattan’daki trafik sıkışıklığı, şarkı söyleyen karımın sesi, yaklaşan at ya da tren, okul çıkışındaki çocuklar, aç kargalar, akort edilen bir orkestra, kovboy filmlerindeki salon piyanoları, dağ treni, patlayan silah sesinin projektöre yansıması, çatırdayan buz, transistörlü radyodaki beyzbol turnuvası, eski para kasalarının sesi, step dansçıları, Arjantin futbol takımının maçları, kurbağa vıraklaması, bir restoranın mutfağı, eski filmlerin senaryosunun yazıldığı odalar, dört nala giden fillerin yürüyüş sesi, kızaran domuz eti, bando takımı, klarnet dersi, gramofon, boks çanı, Çince tartışmalar, yunus sesi, çocuk orkestrası, Zippo çakmağın sesi, limonatacı, traktör, keman sesi, tıkalı trompet, müzikal mızıka, güvercinler, martı, baykuş ve devamlı müzikle uğraşan bir dünya.

Uzun bir Tom Waits gecesinden sonra eski blogdan hırsızlama...

gazeteler işçi bayramını nasıl gördüler

Hürriyet: Söyleyecek bir şeyiniz yoksa; ancak olayı manşetten de görmeniz gerekiyorsa, o manşeti “Alkışlarla” gibi ne idüğü ne söylediği belirsiz, bomboş bir lafla kurarsınız.

Sabah: Mevcut siyasi tavrınız meseleyi önemsemeyi, geleneğiniz de içini boşaltmayı gerektiriyorsa olayı büyük görüp bulabildiğiniz en renkli kadın fotoğrafını, manşetin altına kocaman koyarsınız.

Zaman
: Bir tabunun yıkılması adına olayı görmeniz gerektiğini düşünüyorsanız; ama “anarşik”lerle derdiniz de aslen bitmemişse, yazıyı kavga, gerilim gibi kelimelerle doldurup manşetteki fotoğrafın altına yaza yaza “Taksim’deki kutlamaların olaysız geçmesi en çok çevredeki esnafı sevindirdi” diye yazarsınız.

Yeni Şafak: Sizin de 1 Mayıs’la falan pek ilginiz yoktur ama meydanın “Ak Parti” iktidarında işçilere açıldığını vurgulamak elbette önemlidir.

Yeni Asya, Vakit, Milli Gazete: Sizin için böyle bir gün yoktur, hiç olmamıştır, olduysa da kendisine ön sayfada ancak küçücük bir yer bulabilir. Elbette bir “gerginlik” haberi olarak.

Habertürk
: Olay sizin için aslen bir yönetim sorunudur; ama gösterilere taş koyan devlet kadar eline taş alan göstericilerin de şimdiye kadar işi bozduğunu söylemek zaruridir. İşçi Bayramı manşet haberinizde ön sayfada sadece Emniyet Müdürü’nü alıntılarsınız.

Taraf: İşçi Bayramının Taksim’de kutlanmasının sizin için bir tabuyu devirmekten öte bir anlamı yoktur.

Cumhuriyet: “Tehlikenin farkında mısınız” türü dolambaçlı işlerden artık siz de yorulmuşsunuzdur. Hem artık yıllardır atmayı istediğiniz manşetin günü de nihayet gelmiştir. “Emekçinin bayramını” gerine gerine, sevine sevine, haz alarak haberleştirirsiniz.

Radikal: Sizin için de güzel ve zevkli bir haberdir, geniş geniş görürsünüz. Ama belki coşkudan, diğer çoğu gazetenin de içine düştüğü kafa karışıklığına kapılıp, 1 Mayıs diye bağrınırken “İşçi Bayramı” demeyi unutursunuz; Taksim’deki kutlamanın en son katliamın yaşandığı 1977’de değil, 1978’de yapıldığını söylemeyi de atlarsınız.

Akşam
: Siz gerçekten sürprizli bir gazetesiniz. Kanımca “Taksim’ine bahar gelmiş memleketimin” manşetini neredeyse tüm sayfaya yayarak, bayrama en yakışır ön sayfayı siz hazırladınız. Manşetiniz diğer şaşkınlıklarınızı da örtüyor.

haiku herman


Avrupa Birliği’nin Lizbon Anlaşması’yla belirlenen yeni teşkilâtlanması heyecanla karşılandı ama teşkilâtın başına getirilen isimler çok eleştirildi. Bu senenin başında birliğin başkanlığına Belçika eski Başbakanı Herman van Rompuy, dışişleri bakanlığına da, daha önce AB Komisyonu’nda Ticaret Komiserliği görevini yürüten İngiliz Catherine Ashton seçilmişti. Bilen bilmeyen “düşük profilli” tanımını bu ikilinin üzerinden öğrendi; ikisi de sürekli “koltuğu dolduramamakla” ya da “silik olmakla” suçlandılar. Dün Lady Ashton’un görevi bırakabileceği haberi geldi. Anlaşılan bu eleştirilerden artık sıkılmış.

Van Rompuy da gidicidir bence; ama onu özel kılan yanını atlamayalım. Belçikalı van Rompuy’un arada bir sergilemekten zevk duyduğu bir meziyeti var. AB Başkanı bir haiku şairi; üstelik geçen aydan beri haikularını topladığı bir kitabı da mevcut. O kadar ki Haiku Herman da deniyor kendisine.

Haiku Japonların geliştirdiği bir şiir türü; ortadaki yedi diğerleri beş heceden ibaret üç dizeyle kuruluyor. Kafiye yok. Huffington Post’un söylediğine göre dünyada ancak 4 bin kadar haiku kitabı bulunuyor (biri de Metin Üstündağ’ın yeni çıkardığı Apartman Haikuları olsa gerek.

Peki nasıl yazıyor van Rompuy? İşin piri Japonlar’a bakılırsa pek yetenekli sayılmaz. Soğuk görüntüsünün altında sanki istese birliği dağıtmasına yetecek hırsı olduğundan şüphelendiğim Belçikalı’nın anlaşılan özgüveni de çok yüksek ki, en son tereciye tere satarken görüldü ve geçen hafta Japonya’ya yaptığı bir ziyarette, Başbakan Yukio Hatoyama’nın yanında şu dizeleri döktürdü:

“The sun is rising
sleeping yet in Europe
but still the same sun”

Söylenenleri boşa çıkarmıyor gerçekten, adamın şiiri de düşük profilli. Eh yine de hiç yoktan iyidir.

tek tek değil hep birlikte...







Neredeyse Newsweek Türkiye kurulduğundan beri, yani iki seneye yakın onları izliyoruz. Önce zemini kazdılar, yerin yedi kat dibinden koca bir binayı yukarı kaldırdılar, gece gündüz, yağmurda çamurda hiç durmadan çalıştılar; artık bulunduğumuz üçüncü katın çok üstündeler... Görebilmek için kafamızı kaldırıyoruz. Sonra kendi işimize, klavye başına dönüyoruz. Hepimizin 1 Mayıs'ı kutlu olsun.
(Fotoğraflar Çetin Akdeniz'den)


...ertesi gün bahardı
her yerde kirazlar vardı
hayri uyup kendi vaktinin ölçeğine
geçti arsanın karşısına yine
arsa oyulmuştu – ya da kazılmıştı-
kazılan yerlere uzun demirler atılmıştı
bir kişi kaldıramayınca bir demiri
onun yardımına koşuyordu öbürü
yeniyorlardı demiri
demir ve toprak yenildikçe
pazularının sertliğini duyuyordu hayri
geçmişte yaşadığı bir gün gibi fark ediyordu ama
pazular tek tek değil
hep birlikte ve hepsi
çileğin çilleri
bileycinin kıvılcımları
kuşların kış sıcaklığı gibi…


Yapı, Turgut Uyar

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...