şeyh uçmaz müridi uçurur

Vladimir Putin'in doğum günü her zaman olay. Rusya lideri 58 yaşına bastığında Moskova Devlet Üniversitesi’nden gazetecilik öğrencisi genç kızlar, Putin şerefine (o zaman başbakan) bir takvim hazırlamışlardı. Bu seksi takvimde, kızların pek giyinik olmayan fotoğraflarına eşlik eden yazılar bir tuhaftı: “Putin, sen orman yangınlarını söndürüyorsun ama ben halen yanıyorum!” Putin takvime bayıldı, kızların cesaretini takdir etti. 

59’uncu doğum gününde, kendilerine ‘Putin’in ordusu’ ismini takan genç kızlar liderlerine kek pişirdi. Nil Karaibrahimgil tadında “Kalktım, sana kek yaptım” diye takılan, bu halleriyle bir de video yayınlayan kızlar, doğru tahmin ettiniz, yine yarı çıplaktı. Ee, bu keklere o kadar zahmet verilmiş, halk da yesin ki ağızları tatlansın, sandıklara daha bir şevkle gitsinler. Göz ardı edilmedi, bir başka doğum günü organizasyonu, ‘Putin’in Mutfağı’ Kremlin Meydanı’nda halka servis yaptı.

60 yuvarlak rakam... O senenin doğum günü törenleri elbette daha görkemli olmalıydı. Oldu da. Liderlerini hayattaki her şeyden daha çok sevdiklerini söyleyen gençler “Putin için elinizden gelenin en iyisini yapın” diye kampanya başlattı. Elden ne gelir? Kendilerini karakuşak judocu olarak yetiştirebilirlerdi mesela. Ama o da yetmedi. Moskova’da ‘Dünyanın en iyi kalpli insanı Putin’ ismiyle bir sergi düzenlendi. Duygular şelale oldu; dünya liderinin iyilikleri, sevenlerini gururlandırdı, ağlattı. 

Gelelim bu yılın törenlerine... Kapatılan yollar, konvoylar, Vladivostok’tan St. Petersburg’a Rus semalarında başkan şerefine eşgüdümlü dalgalanan binlerce bayrak, evet eksik olmadı ama bunlar hep devlet erkânının meşgalesiydi. Liderini yüzde 84’le destekleyen halkı böyle resmi işler kesmedi! Ne yapsın sevgisini sergilemek isteyen Putin âşıkları, gittiler, saatlerce bekleştikleri kuyruklara girdiler. Ne için? Üzerinde Putin resmi bulunan bir adet tişört 
edinebilmek için. 
Bu tişörtler o kadar sevildi ki, çılgınlık bugün halen devam ediyor. An itibariyle Moskova’da yer gök Putin... Çayınızı Putin’li kupayla içiyorsunuz; üşürseniz bereniz Putinli, sıcak denizlere inmek isteyene Putinli bikini, sevgililerin ellerini -en azından eldivenlerinde- Putin birleştiriyor. Rozetler, havlular, sweatshirt’ler, aklınıza ne gelirse. Putin her yerde. Tasarım Putin tişörtleri satan Alexander Konasov rubleye rubleye demiyor. Oradan aldığı tişörtü üzerine geçiren ünlüler (Mesela atlet Yelena Işınbayeva), selfie çekip paylaşmayı görev biliyor.

Bu sene diğerlerinden siyaseten de farklıydı. Özellikle Kırım’da ve Doğu Ukrayna’da müdahaleci siyasetiyle dünyanın tepkisini çeken liderlerini halk daha bir bağrına bastı. Abarttıkça abarttı. ‘Set’ isimli Putinperver gençlik organizasyonu Kırım’da yaşananlara özel tişörtler de üretti mesela. Bunlardan birinde ‘küçük denizci Putin’ Kırım’daki evine dönüyordu. Diğerinde yüzleri maskeli Rus yanlısı militanların üzerinde ‘Kırım’ın kibar insanları’ yazıyordu. 

Set’in işi gücü bu. Hepsi okumuş, hali vakti yerinde çocuklar. Paralarını Putin’i yere göğe sığdıramayan ürünler tasarlamaya harcıyorlar. Nil Karaibrahimgil demiştik başlarda, mevzu yine onun yazdığı sözlere benziyor: “O beni prenses peri sanıyor, ne hata yapsam geri sarıyor, mitolojiden biri sanıyor, bendeki de saç, o taç görüyor…”
İlgili örnek de gelsin hemen. Set organizasyonundan Putin’le de tanışmayı beceren biri, Newsweek’e verdiği röportajda ona bir eylem planı sunduğunu anlatıyor. Şöyle demiş liderine: “Hepimiz saçımızı sizin gibi sarımtrak kızıla boyasak da eyleme dursak,  güzel olmaz mı” Aldığı cevap sert: “Ben başkan olduğum sürece, kızıl renkte hiçbir eylem olmayacak!” Hedef bazen şaşıyor tabii. 


Üniversitedeki ilk sosyoloji dersinin ilk saatinde hocamız Ayhan Aktar, “İlk şunu bilin” demişti: “Şeyh uçmaz müridi uçurur.” Böyle müritlerle Putin uçmasa kabahat!

Bu yazı 14 Aralık 2014 tarihli Hürriyet Pazar'da yayımlanmıştır

gün olur alır çatımı giderim


Evim, güzel evim… Orijinal ismiyle 'Home Sweet Home’. Bu kısa ve büyülü animasyonu, “Clint Eastwood çekmiş” deselerdi inanırım. Aynı sükûnet, aynı hüzün, aynı vakar… Hatta bir sahnede klasik western filmlerine selam bile var. Birdenbire gelen, nedensiz bir selam, yine de hoşuma gitti. 
Film, sürdüğü yaşamdan sıkılan bir evin, bir sabah aniden başını (ya da çatısını) alıp gitmesiyle başlıyor. Sonra da olaylar gelişiyor. Çizimler muazzam, hayalgücü on numara!

Clint Usta değil ama Pierre Clenet, Alejandro Diaz, Romain Mazevet ve Stéphane Paccolat isimli sanatçılar çekmiş (Supinfocom Okulu, Arles). Bu sene almadıkları ödül kalmamış. Hak etmişler doğrusu. 

zamanımızın bir kahramanı

Seçimleri bana her zaman isabetli gelmiyor ama Time sanki bu yıl hayırlı bir iş yapmış. Ebola savaşçılarını ‘Yılın İnsanı’ seçmişler. 

Haklılar. Her biri ‘zamanımızın bir kahramanı.’ Dünyanın en zor işini bu sene onlar yaptı. Yapmaya devam ediyorlar. 

Kimi hayatını kaybetti, kimi ‘Virüs kaptım mı kapacak mıyım’ diye günlerce kuşkuyla yaşadı. Ama oradaydılar. Kimsenin girmediği Ebola Afrikası’na girip çaresiz hastaları yaşamları pahasına tedavi ettiler. Onlar gitmese hiçkimse gitmeyecekti. Hakları ödenmeyecek.

Ebola gündeminin en sıcak döneminde, onlardan biriyle, Sınır Tanımayan Doktorlar’dan İzlandalı hemşire Gunnhildur Arnadottir’le konuşmuştum. Sierra Leone’den henüz dönmüştü. Kontrol altındaydı. Yorgundu. İlk fırsatta geri döneceğini söylemişti. 

Bu sene benim de kahramanım o.


Gunnhildur Arnadottir… Bizim kulaklarımıza çok yabancı, çok uzak bu isim, kahraman bir sağlık görevlisine, İzlandalı bir hemşireye ait. O, bugün bütün dünyanın korkuyla izlediği, girişin çıkışın maksimum düzeyde sınırlandığı bölgede, ölümcül koşulları göze alarak görev yaptı. Sierra Leone, Gine, Liberya ve Nijerya'yı kasıp kavuran Ebola virüsüne karşı yürütülen savaşın en sıcak cephelerinde yer aldı. İki ayı aşkın süre, Batı Afrika'nın her şeye, her yere uzak köylerinde, 35 derece sıcağın altında sıfırdan inşa ettikleri çadır hastanelerde çalıştı. Yüzlerce hasta baktı; yüzlerce ölüm  gördü. O hastanelerde ölenlerin bazıları, tıpkı kendisi gibi, olabilecek en zor şartlarda Ebola'ya karşı savaşan doktor ve hemşirelerdi. Yaşamlarını bu uğurda kaybeden bu sağlık görevlileri, yine tıpkı Arnadottir gibi, Ebola hastası onlarca insanın iyileşmesini de sağlamıştı.

Ebola virüsü, Batı Afrika'da 40 senedir dönem dönem hortluyor. Tıp dünyası virüse karşı henüz bir ilaç üretebilmiş değil. Haziran ayından beri devam eden son salgın, virüsün bugüne dek en öldürücü versiyonu olarak kayıtlara geçti. Dört ülkede 1700'ün üzerinde vaka gözlendi; şu ana dek 960 can kaybı yaşandı. Hastanelere geç başvurulduğunda, kurtuluş imkânı çok azalıyor. Bu yüzden bazı bölgelerde ölüm oranları yüzde 90'ların üzerine çıktı. Öyle bir dönem geldi ki; hasta yakınları ‘gidenler geri dönmediğinden' virüse yakalananları hastaneye götürmeyi redddediyordu. Bu da virüsün müthiş bir hızla yayılmasına yol açtı.
Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) örgütünde yer alan Arnadottir, hastaların inancının kaybolmaya yüz tuttuğu bu bölgelerde çalıştı. Önce Gine'de bir ay, ardından Sierra Leone'nin uzak kasabası Kailahoun'da beş hafta görev yaptı. O ve arkadaşları, MSF'in bu köylerde sıfırdan kurduğu hastanelerde, bir anlamda kendi yaşamlarını riske atarak, ölüm oranlarını kısa bir sürede yüzde 60'lara çekmeyi başardı. Zorlu görevinin ardından bir süre dinlenmek üzere, geçen hafta yaşadığı şehir Oslo'ya dönen Arnadottir'le, Afrika'da yaşadıklarını konuştuk. Virüsten etkilenip etkilenmediğininin saptanacağı üç haftalık bir kontrol süresinden geçen Arnadottir, halen o kadar yorgun ki, konuşmakta dahi zorlanıyor. Yine de geri dönmek istediğini söylüyor.
Ne koşullar altında çalışıyordunuz Afrika'da?
-Çadırdan hastaneler kurduk. Sıfırdan… O koşullarda öyle bir hastanede nasıl çalışılabilecekse o şekilde çalıştık. Muazzam bir sıcak vardı. En zoru, korunmak için giydiğimiz o kıyafetlerdi. Düşünün, Afrika'dasınız. Bir sauna gibiydi. Ve o durumdayken hastalar akın akın geliyordu. Yapacak çok iş vardı. Hiç durmadan çalıştık.
Ebolayla savaşırken meslektaşlarınızı kaybettiniz. Siz de yaşamınızı riske atmış olmadınız mı? Korkmuyor muydunuz çalışırken?
-Korkmuyordum. Korunmaya ve çevre koşullarına dikkat ettiğiniz takdirde çalışmaya devam edebiliyorsunuz. Ama zor tabii. Düşünün, hastalara çok yakın olmak zorundasınız. Yine de gerçekten korunma tedbirlerini aldığınız takdirde ebola bulaşmıyor. Bir de Sınır Tanımayan Doktorlar'da personelin korunması bir numaralı öncelik.
Nasıl sağlıyorsunuz bunu?
-Genel kurallarımız var. El sıkışmayız. Birbirimize dokunmayız. Kalabalık yerlere girmeyiz. Çok kuralımız var; ancak bunlara uyarak hayatlarımızı gerçekten koruyabiliriz.
Risk abartılıyor mu yani?
-Hayır, çok düşük bütçelerle çalışan, koruma ekipmanı olmayan devlet kliniklerini düşününce basının abarttığını söyleyemem. Ama bizim gibi, yüksek tedbirlerle çalışan sivil toplum örgütlerinde risk görmüyorum. Yine de, çok çok az araç gerece ve paraya sahip, çok kalabalık ve çok yoğun çalışan kliniklerde çalışanlar gerçekten tehlike altında.
Hastaların ‘giden geri dönmüyor' diye hastanelere gitmediği söyleniyor. Siz de yaşadınız mı bunu?
-Ebola'nın Afrika'da bu denli yayıldığı ilk örnek bu. Bu meseleyi düşünürken bunu akıldan çıkarmamak lazım. İnsanlar hastalığı bilmiyor. Doğaldır, bilmediğiniz şeylerden daha çok korkarsınız. Bu yüzden, direniş diyemem ama kuşkuculukla çok karşılaştık. İnsanlar şüphe duyuyordu. Hele de en başlarda… Hastalar kliniğe çok geç başvuruyordu. Geldiklerinde iş işten geçmiş oluyordu. Ölüm oranı çok yüksekti. Akrabalar, hastaneye gidenlerin geri dönemediğini görünce daha da korktular. Bu yüzden çok dedikodu çıktı. Kimse hastasını hastaneye getirmek istemiyordu.
Halen böyle mi?
-Hayır, hastaneden tedavi olmuş şekilde çıkan ilk hastayı gördükleri an durum değişti. En azından olumsuz reaksiyon azaldı. Özellikle erken başvurduklarında tedavi görmenin işe yaradığını da anladılar. Artık halk arasında tedaviye inanma oranının yükseldiğini düşünüyorum.
Peki Ebola'ya ne zaman çare bulunacak? Fikriniz var mı?
-Şu anda piyasada resmi olarak onaylanmış bir tedavi yok. İlaç yok yani. Ama hastaneye erken gelindiğinde ölüm oranlarını yine de düşürebiliyoruz. Vücudun virüsü yenmesi için gerekli ortamı sağlamaya, vücudu desteklemeye çalışıyoruz. Hastanın güçlenmesi gerekiyor. Ölüm oranları bazı noktalarda yüzde 90'larda... Ama biz erken başvurular geldiğinde kendi kliniğimizde yüzde 60'ların altına düşürmeyi başardık. 
Ciddi bir oran bu…
Hem de çok ciddi… Bağışıklık sistemini destekliyoruz. Multivitaminler, sıtma ilaçları, antibiyotikler kullanıyoruz. Önceden var olan veya ebolaya eşlik eden diğer problemleri çözmeye çalışıyoruz.  Vücudu ayağa kaldırmaya uğraşıyoruz. Ama en önemli unsur, gıda ve sıvı desteği. Hastalar susuzluktan ve açlıktan da bitap düşmüş oluyor çünkü.
Çok zor koşullarda çalıştınız. Çalışırken nasıl sakin kalıyordunuz? Kafanızı boşaltmak için zamanınız oldu mu?
-Çok sayılmaz. Şu anda bile o kadar yorgunum ki… Birçok insan bu işi iki aydan daha çok yapmaz. Boş zamanımız pek olmadı ama dinlenmek gerektiğini de biliyorduk. Başka türlü orada sağlıklı bir şekilde ayakta kalamazsınız. Uyumaya çalıştık. Yemeğimiz kabul edilebilir düzeydeydi. Haftada bir, bir araya gelip iş dışında bir şeyler de konuşmayı deniyorduk ama pek de mümkün olmadı. Böylesi duygusal stres yaşadığınız bir ortamda çalışırken zihninizi korumanız da çok önemli. Gördüğünüz onca ölüm ve korkunç sahnelerin sizi etkilemesine izin verirseniz çökersiniz. Orada olmanızın da hiçbir anlamı olmaz.
Dönecek misiniz peki?
-Şu anda bir planım yok. Sierra Leone benim ikinci Ebola görevimdi. Üst üste bir ay Gine'de beş hafta da Sierra Leone'de çalıştım. Ama tecrübeli personel eksiği var. Bu yüzden de dönmek zorunda olduğumu düşünüyorum. Kendimi birazcık topladığımda geri döneceğim.

dünyanın ucundaki feribot

Dünyanın en güzel plajları orada... Okyanus dalgalarında yıkanan filler orada. Kumsala sıfır, dev ormanlar orada. Gökkuşağının her renginde envai çeşit balık, papağanlarla dolu bir mini ada, denizin içinde yürüyen insanlar, kıpkırmızı, masmavi, yemyeşil gökler orada... Modern dünyaya ait hiçbir Allah’ın kuluyla ilişki kurmak istemeyen, kendini dışarıya tamamen kapatmış, kadim yerli halklar orada.

Coğrafi tarif verelim: Andaman (ve Nicobar) Adaları, Bengal Körfezi’nin yanıbaşındaki Andaman Denizi’nde irili ufaklı tam 572 adadan oluşuyor. Tayland’a çok yakın ama Hindistan’a bağlılar. Çok azında (40’a yakın) insan yerleşimi mevcut. Birçoğu turizme kapalı. Bazılarına, örneğin Kuzey Sentinel Adası’na isteseniz dahi ayak basamazsınız. Oradaki yerli halkı gören bilen yok. 

Diğerlerinin arasındaki ulaşım, tahmin edersiniz, deniz yoluyla. Genelde küçük, derme çatma feribotlar bunlar; bir binen bir daha binmeye çekiniyor. Ama içlerinden biri, heybetli görüntüsüyle, konforuyla kolayca aralarından sıyrılıyor. İsmi Samsun... Evet, Samsun! Bir zamanlar İstanbul’dan İzmir’e yolcu taşıyan ünlü Samsun feribotu, bugün dünyanın bir ucunda, tamamına yakını Türk mürettebatıyla bir adadan diğerine yol alıp duruyor.  Dünya üzerindeki cennette ulaşımı Türkler sağlıyor. 
Samsun orada ne arıyor? Öğrenmek için birkaç yıl öncesine uzanalım. İki binli yılların başında önce İstanbul-İzmir arasında yolcu taşıyan, ardından da Yunan adaları arasında cruise seferleri yapan Samsun’un kısmetine yaklaşık iki buçuk sene önce dünyanın bir ucundaki bu adalar düşmüş. Feribotun sahibi Denizline firması, Andaman Adaları’nı kalkındırmak, oradaki iç ve dış turizmi hızlandırmak isteyen Hindistan hükümetine taşıtı kiralamış. Samsun o gün bugündür uzak denizlerde geziyor. 350 kişilik yolcu kapasitesiyle, adaları ve adalıları birbirine bağlıyor.

Geminin süvarisi (birinci kaptan) Semih Salgıncı’ya ‘cennette hayatın nasıl geçtiğini’ soruyorum: Mesai mesaidir tamam da her gün büyüleyici bir manzaraya uyanmak insanı gençleştiriyor mu? Yoksa bıktırıyor mu güzellik? Çarkçısından aşçısına yirmi küsur Türk’ün canının sıkıldığı oluyor mu; mümkün mü böyle bir şey?

Hararetle anlatıyor Semih Kaptan: “Buraya gelmek zaman makinesine binmek gibi. 2014 Türkiyesi’nden 1940’lara ışınlandığınızı düşünün. İnsanlar, arabalar, evler sanki on yıllarca öncesine ait... Ama tüm bunlar muhteşem bir doğanın, doğal yaşantının içinde. Her şeye hayret ediyorsunuz. Kıpkırmızı deniz olur mu? Oluyor. Güvercin kadar kelebek olur mu? Oluyor!”

Andaman Adaları’nda boyutlar Türkiye’de alıştığımızdan fena halde farklı. “Küçük diye ayırdıkları balığı tarttım, 26 kilo geldi” diyen Semih Kaptan’ı onaylıyor doğa. Avda standartlar yüz kilolarla ölçülüyor. Yengeçler koca koca tabaklara sığmıyor. Duvarlarda dev kertenkeleler geziyor; özgüveni yüksek sürüngenler bunlar; insandan kaçmıyorlar. Hatta cesareti olana kendilerini sevdiriyorlar. Ama yaklaşmaya asla cesaret edemeyeceğiniz türler de var. Adaların başkenti konumundaki Port Blair açıklarında yüzen tuzlu su timsahları, yedi metreye ulaşan boyları, iki tonluk ağırlıklarıyla oraların kralı. 
Bir de diğer krallar var. Yani Andaman’ın en eski sakinleri... İrili ufaklı bu yüzlerce adada kimin kim olduğunu anlamak zor ama kolaylaştırmak için şu kadarını söyleyelim: Bir kısmı yüzyıllar içinde Doğu’dan göçen ‘çekik gözlü’ halk, bir kısmı iki saat dilimi uzaktaki Hindistan anakarasından gelip adalara yerleşenler, bir kısmı yine Hindistan’dan gelen memur ve bürokratlar. Geriye kalanlar, adaların yerli halkları. Ne zaman, nereden geldiler, hep orada mıydılar, haklarında çok az şey biliniyor. Kuzey Sentinel Adası halkıyla hükümet bile temas kuramıyor. Ama bir başka yerel halk Jarawalarla temas sağlanmış. Hindistan, kendini dünyadan saklamayı seçen bu insanlara ancak sağlık hizmeti götürebiliyor. O da ancak talep ederlerse. Çoğunlukla Andaman Adası’nın içlerindeki sık ormanlarda yaşayan Jarawalar, meraklı gözlere kendini göstermiyor. 

Samsun’un durumunu kontrol için sık sık Andaman’a gidip aylarca orada kalan Kaptan Deniz Bayram, en tuhaf seyahatini bu adada yaşadığını anlatıyor: “Adayı boylamasına aşan bir yol var. Yolun ormana girdiği noktada sizi askerler bekliyor. Onların eşliğinde ve ancak konvoy halinde seyahat edebiliyorsunuz. Durmak yasak. Her ne olursa olsun duramazsınız. Çok zor ama ormanda bir kabile üyesi görürseniz temas kurmak imkânsız. Askerler sürekli gözetliyor.”

Türkler tesadüfleri sever. Gemi Mühendisi Cenk Oral Gezici, ormandan geçerken birdenbire ağaçların arasından çıkan Jarawa kadınlarıyla karşılaştıklarını söylüyor: “Yolun kenarına gelip araçları seyrediyorlardı. Duramadık tabii. O eski kabile resimlerindeki gibi vücutları neredeyse tamamen çıplaktı. Tam yanlarından geçerken birisiyle göz göze geldim. Bir şeyler söyledi bağırarak. Kim bilir ne dedi!”
Kaptan Bayram ile Mühendis Gezici Jarawalarla karşılaştıkları ormandan geçip, dünyanın tek papağan adasına ulaştılar. Baratang Adası’nın bir parçası olan bu eşsiz yerde, binlerce papağanın akşamüstü hep birden yuvalarına dönüşünü seyrettiler. İnsan böylesi anları kaç defa yaşar! Andaman Adası’nın Türk denizcilere sundukları arasında böyle epey heyecan var. Bayram Kaptan, Time dergisinin dünyanın en iyi kumsalları arasında gösterdiği Havelock Adası’ndaki ‘7 Numaralı Sahil’de yüzdü, balık tuttu. Semih Kaptan, ayağında kurşun ağırlıklarla denizin dibinde, binlerce balığın arasında yürüdü (‘Seawalking’ isimli bu aktivite adalarda çok popüler). Dünyanın ucunda kale kurup futbol oynadılar, okyanusa vuran mehtabı seyrettiler, anlaşılmaz bir dünyayı anlamaya çalıştılar. 

Bir de anlamadıkları, alışamadıkları var. Tayland’ın dibindeki adalar Hindistan’ın saat dilimini kullandığından, günün sabah saat dörtte başlamasına alışamamışlar mesela. Ortamın “Denizcinin her limanda sevgilisi olur” klişesine hiç uygun olmamasını yadırgamışlar. Son derece muhafazakâr bir toplum, sıfır sosyallik... Andaman’ın fena halde mahrumiyet bölgesi olması da cabası. Kolu kırılan elektrikçinin on kilometre ötedeki sağlık merkezine gitmesi dört saat, oradaki tek röntgen cihazının ısınmasını bekleme iki saat, bozuk röntgen filminden dolayı her şeyin boşa gitmesi ömür törpüsü! En fenası efkâr elbette. Özellikle de mesele Türk’ün efkârıysa. “Rakı yok tabii” diyor Semih Kaptan, “Şu muazzam manzaraya bakıp efkârlanmak rakısız olmuyor.”


Bunlar sorun değilse, dünyanın en huzurlu yeri işte burası.

7 Aralık 2014 tarihli Hürriyet Pazar'da yayımlanmıştır

üniversiteye mi gidiyorsun delikanlı

Geçen hafta. Yağmurlu bir sabah. Karaköy... Hızlı adım röportaja giderken ayakkabımın bağcığı çözüldü. Büyük düz beton saksılar var bilirsiniz, bank değil, aslında saksı da değil, bir şeye benzemezler. Her neyse tam da öyle bir şeyin yanından geçiyorum. Çantamı üzerine koydum o şeyin, ayağımı da dayadım, bağlıyordum. 

Çantayı koyarken, o ‘saksı gibi şeyin’ içine güzelce oturtulmuş üç dört bira şişesi gördüm. Bir tanesi dolu. “Hah zula” der demez içimden sahibi de bitti yanımda. Zaten iki adım ötede denize bakıp sigara içiyordu; döndü geldi. Yüzü gözü yağmurdan sırsıklam. Orta yaşlı, orta boylu, muhacir tipli bir adam. Sallanıyor. Akşamdan kalmış, belli ki sabah da devam ediyor. 

Çantayı fark etti herhalde; ben doğrulurken sordu: 

-Üniversiteye mi gidiyorsun delikanlı?

En az on, on iki yıl gecikmiş bir soru. Bozmadım, cevap da vermeyecektim ki, yeni soru geldi: 

-Lise mi yoksa?

Bu defa güldüm. Sarhoşluk güzel de, ayarsızlık fena. Olsun. 

-Otuz beş yaşındayım ben. Lise çağı geçti biraz.
-Hah, üniversite o zaman. 

Takmış adam üniversiteye!

-Onu bitireli de on beş sene oldu. Yaşımızı başımızı aldık artık
-Olsun, peki hangi üniversiteye gittin? 

Bırakmayacak bu konuyu, belli.  “Bari uluslararası ilişkiler demeyeyim” dedim. Bu konu uzar çünkü oradan. 

-Siyaset okudum.
-Ne olacaksın peki bitirince?

Kamera şakası desen değil. Saf da bir adam, yazık. Cevapsız bırakamıyorsun. 

-Abi, ben bitirdim zaten üniversiteyi.
-İyi işte, ne oluyor siyaset okuyanlar? 

Ne oluyor hakikaten? Neyse, fiks cevabımız var buna. Yıllardır kullanmamıştım. Ama unutmamışım.

-Kaymakam oluyor!
-E ne güzelmiş… Sen de olursun. 

Bozuk plak, yapacak bir şey yok. Bıraktım dağınık kalsın. Hem adamın keyfi yerinde. 

Ama ben röportaja gecikiyordum. 

-Okula gecikiyorum, dedim. 
-Hadi selametle kardeşim!

Uğurladı beni hararetle. Sonra eğildi birasını aldı. Tıpır tıpır yağmur yağıyordu. 

dünyanın en cesur köpeğinin muhteşem hikâyesi

Cesur sokak köpeği Arthur’un hikâyesi gelecekte film olacak. Orası kesin. Ama onun yaşamı filmlere taş çıkartıyor.

Olaylar Ekvador’da geçiyor. Kuzeyde Kolombiya, güneyde Peru arasında kalan, Pasifik Okyanusu kıyısındaki bu Latin Amerika ülkesinin toprakları, kıtanın yağmur ormanlarının bir bölümünün de ev sahibi. Sık ormanları, yüksek tepeleri, deli akan nehirleriyle Ekvador, insanoğlunun sınırlarını test etmesi için doğal zemin.

Fiziksel dayanıklılığın en üst düzeyde zorlandığı ‘Serüven Yarışı Dünya Kupası’ (Adventure Racing World Championship) bu yüzden kasımda Ekvador’daydı. Dünyanın dört yanından ekipler, Pasifik’e, And Dağları’na ve yağmur ormanlarına yayılan, günler süren 692 kilometrelik yarışa (koşu, yüzme, trekking, rafting ve bisiklet etaplarını içeriyor) katılmak için Ekvador’a geldi. Ama perişan görünümlü, aç susuz bir sokak köpeği sporcuların önüne geçti. Tamamen tesadüfen…

Bir köfte uğruna

Bisiklet etabının sonrasında, pestili çıkmış yarışmacılar birkaç saatliğine dinlenirken, İsveç’in ‘Team Peak Performance’ takımının kaptanı Mikael Lindnord’un gözüne yara bere içinde bir köpek çarptı. İsveçli sporcu, hızlıca bir şeyler atıştırmak için konservesini henüz açmıştı. Mecalsiz köpeğin haline acıyıp yanına gitti. Köftesini onunla paylaştı.

“Aslında böyle bir yarışta bir köpeğe yaklaşmamam gerekir. Hastalık taşıyor olabilirler. Hem bu köpeğin sırtı kan içindeydi. Çok kötü kokuyordu. Köfteyi verip döndüm. Koşmaya başladığımızda onu unutmuştum.”

Hep bir gözü açık uyudu

Köpek unutmamıştı. Yorgunluğuna aldırmadan Lindnord’un ekibinin peşine düştü. Uzaktan onları izlemeye başladı. Bir iki saat sonra onu fark ettiklerinde diz boyu çamurda geçilen bataklık bölgesindeydiler. Yorulup bırakacağını düşündüler. Yoruldu ama bırakmadı. Yağmur ormanlarına vardıklarında, o da ormana girdi.

‘Macera Yarışı’nda harita kullanılmıyor, kaybolmak çok kolay. İsveçli ekip de kayboldu; beş altı saatlerini böyle kaybettiler. Yorgunlukları dayanılmaz bir noktaya ulaştığında, Kaptan Lindnord mola kararı verdi. Köpek de onlarla beraber çöktü. Sporcular uyukluyordu ama köpeğin bir gözü hep açıktı. “Onu bırakıp gitmemizden korkuyordu” diye anlatıyor Lindnord.

Suda da yarıştı

Bırakmadılar. Artık beraber yürümeye de alışmışlardı. Yağmur ormanında elbette köpek maması bulacak durumları yoktu. Köpek, her öğünde bin kalorilik enerji yiyeceği tüketti. Güçleniyordu. “Girdiğimiz her köyde koca bir köpek gelip onu sıkıştırıyordu. Bizimkisi hiç korkmadı. Gururluydu. ‘Kral Arthur gibi cesur’ diye düşündüm.” Köpeğin adı Arthur kaldı.

Birkaç gün sonra 60 km’lik rafting etabı başlamak üzereydi. Organizatörler, İsveçli ekibe Arthur’u bırakmaları gerektiğini anlattı. Kanolar riskliydi. “Buraya kadarmış” diye düşündü Lindnord; Arthur’la vedalaştı. Ekip küreklere asıldığında, arkalarından önce bir feryat, sonra ‘şılllopppp” diye ses geldi. Arthur suya atlamıştı. Yüzüp kanoya yetişti. Lindnord da daha fazla düşünmedi. Organizatörlere kulak asmadan onu sudan çekip aldı.

“On kilo olduğunu düşünmüştüm ama 27 kiloydu. Kucağımdayken kürek çekmekte zorlanıyordum. Arada bir atlayıp kendisi de yüzüyor, balık avlıyordu. Döndüğünde de üşüyordu. Goretex ceketimi çıkarıp onu sarıyordum.”

“Sürekli ağlıyordum”

Böyle böyle yarışı bitirdiler. Kazanamamışlardı ama keyifleri yerindeydi. Arthur’la ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Lindnord oralarda öleceğini anladığı için Arthur’u İsveç’e götürmeye karar verdiğini anlatıyor: “Bürokrasi yarıştan da uzun sürdü. İsveç’te tarım bakanlığı, Ekvador’daki yetkililer; hiç kimse izin vermiyordu. Uçağımızın kalkmasına 20 dakika kala çözdük sorunu. Ben bu süre boyunca sürekli ağlıyordum. Uçağın kargosuna yerleştiğine emin olmadan da nefes alamadım.”

Lindnord, uçağa binmeden önce karısı Helena’ya “Ailemiz dört kişi olacak” diye mesaj atmış (Bir buçuk yaşında, Filippa isimli bir kızı var). Ama Arthur’un ailesi artık daha da büyük: Bir ulus! Uçak İsveç’e indiğinde Arthur bir kahraman gibi karşılandı!

Yaraları iyileşiyor

Arthur şu an, bürokrasi gereği, bir hayvan hastanesinde, devlet gözetiminde. Lindnord’a en son ne zaman gördüğünü soruyorum. Perşembe günü görmüş. “Sırtındaki dört büyük yaradan üçü iyileşmek üzere, sadece birisi için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor. Arthur oyuna çok düşkün bir köpek. Hem çok da atletik. Onu görmeye gittiğimizde masaya bir kedi gibi kolayca sıçradı.”
Masaya sıçramak ne ki! Arthur, dünyanın en zorlu yarışlarından birini gık demeden bitirdi. Birazcık dinlenmeyi hak ediyor.
* 6 Aralık 2014 tarihli Hürriyet Cumartesi'de yayımlanmıştır. Fotoğraflar: Krister Göransson / Peak Performance Team 


intikam yavaş yenen bir yemektir




Shave it from 3DAR on Vimeo.

Doğadan geldin, doğaya döneceksin. Ne kadar aldıysan o kadar vereceksin. Hatta daha da fazla. Seve seve vermiyorsan, zorla vereceksin. İntikamını alacak doğa.

Evrenin o kadar da umrunda değilsin.

Doğayla inatlaşırsan, olası bir felaketin ardından birkaç yıl içinde sokaklarda yeni bir toprak tabakası belirecek; ağaçlar yavaştan kök salmaya başlayacak. Parklar, ormana benzeyecek. 100 yıl içinde bugün birkaç kayın ağacı ve çalılıktan ibaret korular, balta geçirmez ormanlara dönecek. 

Mesaj bu. Shave It!

Olağanüstü kısa animasyon Shave It’in olağanüstü akıllı maymunun yaptığı gibi intikamını ağır ağır, tadını çıkara çıkara planladıktan sonra alacak doğa. Acelesi yok. Bekliyor.

Arjantinli animasyon stüdyosu 3dar harika iş çıkarmış. Hele sona doğru, kendisi de bizzat çizgi karakter canımın içi Rita Pavone’nin Viva La Pappa Col Pomodoro’nun başlaması on numara hareket. Shave it!!



metali eritip öküzü ehlileştirdiğimiz dünyada

Önce biraz insanlık tarihi okuyalım. National Geographic kâşifi Paul Salopek anlatıyor: 

“ (…) İnsanoğlu Ortadoğu’dan geçtiği sırada durakladı. İki yüz bin yıllık gezginlikten yorgun düşen avcı-toplayıcı grupları Levant’in tebeşirli vadilerine yerleştiler. Güvenilir tatlısu kaynağı arayıp buldular. Çavdar, kavılca, keten… Yabani otları ekmeyi öğrendiler. Boynuzlarının genişliği iki metreyi bulan öküzleri ehlileştirdiler. Göçerliğin dayattığı avcılık sonsuza değin bir yana bırakıldı. Bunun yerine bu yeni yerleşimciler, taş taş üstüne koyup ilk köyleri, kasabaları, şehirleri inşa ettiler. Eritilmiş metal çıktı ortaya. Ticaret ve ordular da… Bütünüyle farkı bir dünya oluştu, gelişti, büyüdü -ve biz hâlâ o dünyada yaşıyoruz- Bu ‘Neolitik devrim’ 9-11 bin yıl önce yaşandı.”*

Uzun bir yol… Belki de yeterince uzun değildir. 2014 Türkiye’sinde önce Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ardından Başbakan Ahmet Davutoğlu, kadın-erkek eşitliği üzerine tuhaf tuhaf çıkarımlar yapıyor. Erdoğan’ın kadınla erkeğin birbirine eşit olmadığı, olamayacağını, kadının fıtratının buna izin vermediğini söylediğini hatırlayacaksınız. Daha birkaç gün önceydi. Bunun yerine, ‘annelik kurumunu’ öne çıkardı. Blogda daha önce, şurada yazmıştım. 

Dün de Davutoğlu girdi topa. “Bu eşitlik ‘mekanik’ olarak algılanıyor” dedi. Ne demekse ‘mekanik!’  Önemli olan ‘eşdeğerlik’ imiş. Sonra o azala azala bitmeyen İskandinavya intiharları muhabbetine girdi. Ve tabii ki kadının ailedeki rolüne:  

“Bugün insanlığın aile merhametine ihtiyacı var. Örneğin İskandinav ülkeleri de dünyanın en öncü ülkeleri ama intihar oranları da en üst düzeylerde. Neden? Çünkü modern toplumu kopardığınızda, ‘Madem ki bir tarafta şu vardır, diğer tarafta da bu olacak’ diye mekanik bir eşitliğe soktuğunuzda o zaman hayatı tamamlayıcılık ilişkisini de yok etmeye başlıyorsunuz. Madem ki kadınlarımız insan neslini devam ettiren o ulvi görevi yürütüyorlar, tabii ki anne olmadan önce ve sonra, dinlenmek ve çocuklarına vakit ayırmak hakkına sahiptir. Bunu vermek hak vermek değil, sadece bir borç ödemektir. Manevi bir borç ödemektir.” 

Dönelim Salopek’in notlarına… Upuzun bir tarih bu… 200 bin yıl boyunca gezmiş, avlanmış, yorulmuşuz. Sonra durup yerleşmişiz, öküzü ehlileştirip, demiri eritip, şehirler kurmuşuz. O da tutmuş topu topu 10 bin yıl. Salopek’in dediği ve devlet büyüklerimizin açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, belli ki, biz hâlâ o eski dünyada yaşıyoruz. 

Kısa, basit bir cümle: Kadın, erkek eşittir! Bugün bunu açık açık diyemiyorsa bir başbakan, bir cumhurbaşkanı, dert etmeyelim, yüz bin yıl sonra ona da sıra gelir elbet. Ben tarihin yavaş akmasından başka bir açıklama bulamıyorum. Sıra gelmedi herhalde. 

Stratejik derinliğimiz müsade ederse o da olacak. Enseyi karartmayın.  


* Paul Salopek, ‘Kutlu, lanetli, sahipli - Kutsal topraklarda adım adım’, Aralık 2014, National Geographic Türkiye.

ağaca tünemiş ejderha, apartman toplantısı ve sürpriz bir kıvılcım

Ağaca tünemiş bir ejderha… Düşlerden yontulmuş bir heykel. Sanatçı James Doran-Webb, bu ejderhayı bir yılda tamamlamış. Ağacın altında duran da onun kızı… Güzel bir çocukluktur böylesi herhalde. İngiliz Doran-Webb 26 yıldır Filipinler’de yaşıyor. Ahşap heykelleriyle tanınıyor. En bilinen eserleri de özel bir proje için hazırladığı at heykelleri. Bu heykeller nehirlerin sürüklediği, denizlerde kıyıya vuran dallardan, ağaç parçalarından yapılıyor. Düzelteyim, önce çelik bir iskelet, çevresine ağaç parçaları. Malzemesi doğada başıboş gezerken bulduğu parçalar olmasına rağmen, her bir kilo için bir ağaç dikiyormuş. Hedefi seksen bin ağaç. Fazlasını merak eden buradan ulaşsın. Diğer fotolar da aşağıda. 

Dünkü mevzu için farklı bir bakış açısı… Azerbaycan’da pulsuz askerlik yokmuş. Günlerin Köpüğü blogunun şu aralar Bakü’de misafir yazarı tatlı tatlı anlatmış. Burada.

Geçen haftaydı, kitapçıda bir delikanlına yanındakine Turgut Uyar’ın kitabını gösterip “Bu adamın kitapları çok konuşuluyor” diyerek Uyar’ı övdü. Twitter’a yazdım bu anı. Cevaplardan çıkan sonuç: Uyar’ın şiirleri artık dizilerin malzemesi. Ben de bir iki defa denk gelmiştim ama almış yürümüş meğer. E, kötü değil. 

Geçen gün hayatımın ilk apartman toplantısına katıldım. Eğlenceli bulacağımı düşünüyordum. Sıkıcıymış. 

Doğu Avrupalı Yahudilerin müziği klezmer’i ve ondan esinlenen müzikleri dinlemeye devam. Oralarda yaşarken maalesef denk gelmediğim Amsterdam Klezmer Band’in yoğun Balkan esintili şarkıları arasında bir kıvılcım çakıyor. Kötü kelime esprisi için affedin, son albümleri Blitzmash’daki Pandora isimli şarkıya, Türk asıllı Hollandalı şarkıcı Kıvılcım eşlik etmiş. Çok da güzel etmiş. 






yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...