siste saklanan kasabaya güvenme



Bu aralar kısa animasyona sardım, daha günlerce böyle giderim. Meksikalı Emilio Ramos'un Niebla'sı mücevher gibi bir film, çevirip çevirip izliyorum. Sisiyle, koyunlarıyla, gelmeyen Rosario'suyla Marquez'in akrabası. Yedi dakikada büyülü gerçekçilik.

köşesizlik endişesi

Uzmanlık alanı üzerine görüşlerini paylaşanları seviyorum. "Bu onun konusu, ne demiş acaba" diye twitter'da kovaladığım insan çok.

Beğendiği, kıymet verdiği şeyleri paylaşanlara da bayılıyorum. Hele yağmur gibi yağmayıp, her gördüklerini değil, gerçekten önemsediklerini anlatanlar, gösterenler, link verenler... Yeni şeyler için gözümü açıyor onlar. Keşfettiriyorlar, ne güzel. 

Ama sosyal medyayla ortaya çıkan bir tür var ki, katlanamıyorum. Gelişen her mevzuya bir tırnak atanlar, gündemin hiçbir halinden eksik kalmayanlar, saniyesinde görüş üretenler... Bir insanın bu kadar çok fikri olabilir mi? Hadi, üstün bir beyinle karşı karşıyayız diyelim, bir fikir bu kadar hızlı şekillenir mi?

Hükümet, barış, savaş, PKK, uluslararası ilişkiler, tıp, hukuk, bilişim, magazin, diziler, her şey... Her şey hakkında konuşuyorlar. Üstelik başkalarını dinlemiyorlar. Sadece konuşuyorlar. Arkadaşlık, tanışıklık belasına kaçamıyorsun da (bir de sürekli mızmızlanan, ilenen, kötüleyen tipler var ki, daha da beter.)

Memleketin en çok ve düzenli şekilde topa tutulan esnafı köşe yazarları. Eskiden görüş bildirsin diye para ödenen bu insanlara yönelik tepkiyi samimi zannederdim. Değilmiş. Meğer çoğu insan, kendi görüşlerini bu şekilde üzerimize yığamadıkları için kızıyormuş yazarlara. Dertleri köşesizlikmiş. 

Yarın yine yeni bir olay gelişecek. Hiç yoktan atıp tutmaya, ilenmeye başlayacaklar. Kendi köşelerini yazacaklar. Sonra dönüp yine köşe yazarlarına bok atacaklar. 

bugün yol aramakla geçti

Dokuz sene öncesinden bir gün sonu raporu... O kadar olmuş mu yahu?

Bugün yol aramakla geçti. Yoldan çıkmakla. Bugün iki amatör telsizci dünyanın dört bir tarafında arkadaşları olduğunu açıkladı. Söz konusu telsizcilere göre Ruslarla bağlantı kurmak matah bir iş değilken, Tuvalu’dan bir telsiz arkadaşı edinmek kayda değerdi. Yine bu telsizciler, rahmetli Kral Hüseyin’in de kendi meşreplerinden olduğuna değindi.

Bugün dolaptaki suları satmak ikinci bir emre kadar yasaklandı. Çünkü yarına dair hava raporları İstanbul’da hava sıcaklığının –2 dereceye düşeceğini ve akabinde de kar yağacağını çoktan bildirmişti. Raporlara güvenen tesisatçılar, çatı onarımı işlerine iştahla giriştiler.

Bugün Etiler’e gitmek isteyen bir kız, Karaköy’deki işyerine varmak isteyen bir diğer kızı engelledi. Bugün servis şoförleri zengin ve güçlüden yana oldu. Benzinlerini şirket hesabına doldururlarken, arabalarını yıkatmayı da ihmal etmediler.

Gazetelerini şöyle bir karıştıranlar çok fazla şaşırmadı bugün. Çünkü bugün gazeteler, onları satır aralarına kadar okuyanlar için çıktı. Yine bugün gazetelerde şişmanlığa çareler önerilirken, fakirliğin ortadan kaldırılmasına dair bir projeye rastlanmadı.

Topkapı’nın arka sokakları sakinleri için olağan, misafirler için stresli saatlere sahne oldu bugün. Döner ustaları adres tarifi vermeyi reddederken, lastik değiştirenler yol gösterme konusunda aceleciydi. Banka memurları bu konuda da her konuda oldukları gibi kayıtsız davrandı. İş hanları her günkü gibi tozlu ve bakımsızdı; ancak bazı hanlarda fotoğraf çekimlerinin yapıldığı da görüldü bugün.

Bazı kafeterya köşelerinde devrim planları yapıldı. Yeni devrimin sloganının ne olması gerektiği konusuna kafa yoruldu. Bu konuda bir zihin kıvraklığına rastlanamasa da, devrimin kimlerle yapılmaması konusunda herkes aydınlandı. Mevzuu tartışan kalabalık kafa karışıklığı içinde mekanı terk edecekken, her şey yarım elma ve üç mandalina tanesi ile tatlıya bağlandı bugün.

Bugün bazıları şehri terk etti; kimileri de geri döndü. Gidenlerin de dönenlerin de seslerinde bir endişenin olduğu ise gözden kaçmadı. Buna göre, huzursuzluğun mekandan değil de insandan kaynaklandığı yeniden kabul gördü. Kimileri bu gibi durumlar için sık sık kullanılan klişe lafları kullandı; kimileri de sadece homurdandı.

Birtakım beyaz yakalılarda parasız kalma endişesi yine had safhadaydı. Bu durum artık kronik hale geldiği için pek fazla yankı yapmadı. Öte yandan birtakım beyaz yakalılar da doğum günü partileri tertip ettiler. Hem araba kullanıp hem de telefonla konuşan bu becerikli kimseler, hiç araba sahibi olamadığı gibi mevcut telefonlarını da satmak zorunda kalanlar ile pek ortak noktaları kalmadığını hatırlarına getirmediler. Ama bazı eski dostların da birbirlerine borç vermekten kaçınması birilerinin hatırına geldi bugün. Dolayısıyla, acı acı gülündü ama yine de geçildi bu konulardan çabucak.

Çocuk bakmaya ve ev temizlemeye ta İngilterelere gidenlerin arasına bugün biri daha eklendi. Fakat gittikleri gibi geri dönenler de olduğu için rakam bir türlü netlik kazanamadı. Bugün bazı babalar, kızlarını esirgemek konusunda biraz daha atik olmayı düşündülerse de, yeni nesil modern kadın imajı bu düşünceye galebe çaldı.

Yine bugün bazı entelektüeller sakallarını kaşıdılar. Fakat bu eylem genel olarak bir şeyleri değiştirmedi. Bazı yabancı terimlerin dilimizdeki karşılıklarının bulunması gerekliliği ise gündemin ancak kıyısına yerleşebilmişti bugün.

“Elinde bir tuhaf çanta saçında soku” bugün bir Cemal Süreya dizesi olarak bir otobüs yolculuğuna yardım ve yataklık etti. Sabah otobüslerinde şiir okuyanların, roman okuyanlara oranınının neredeyse eksi sonsuza doğru gittiği ise meraklı gözlerden kaçmadı. Yine bu meraklı gözler, sabah otobüslerinde uyumayı tercih edenlerin çoğunlukta olduğunu isabetle tespit ederken, bu uykulu kimselerin profilini çıkarmaktan şimdilik kaçındı.

küçük korku dükkânı

Bir İspanyol bir hikâye anlatıyorsa mutlaka dinleyin. İyi anlatır, sizi de içine çeker. Son zamanlarda en benimsediğim kahraman Alma da, bir İspanyol'un, Rodrigo Blaas'ın elinden çıkma. Çizgiye zaten diyecek yok, müzik muazzam, hikâye usta işi, Alma'ın kapıya kartopu fırlattığı sahneyse paha biçilemez.


bıçak coşkuyla yükselir


Italo Calvino’dan kitap açacağının verdiği hazlar üzerine güzelleme:

Bir kitap açacağının yaşatacağı hazlar dokunsal, işitsel, görsel ve özellikle zihinseldir. Okumanın öncesinde, kitabın soyut bütünlüğüne ulaşmak için somut bütünlüğünü aşmak adına yapılan bir hareket vardır. Alt köşeden sayfaların arasına giren bıçak coşkuyla yükselir, birbiri ardına kenetlenmiş lifleri ardı ardına biçerek yükseldiğinde düşey bir kesik atar –iyi yürekli kâğıt, bu ilk ziyaretçiyi şen ve dostane bir hışırtıyla kabul eder çünkü bu rüzgârın ya da bakışların çevireceği sayfaların müjdesi niteliğini taşımaktadır-; en büyük direnişi, hele ki çift sıraysa yatay kat gösterir çünkü gerisingeriye pek de çevik olmayan bir hareket ister, işte bu noktada derinden gelen notaların boğuk sesi duyulur. Kâğıtların kenarı dokunun paralanmasıyla yırtılır; ‘bukle’ denen incecikten bir talaş kopar, bunun, denizin kumla birleştiği noktada oluşan köpük kadar nazenin bir görüntüsü vardır. Sayfalar barikatını kılıç darbesiyle yararak açmak, sözcüğün içinde barındırdığı ve gizlediği düşünceyle yüz yüze gelmeni sağlıyor: Sık bir ormana dalmışçasına okumanın içinde ilerliyorsun. (I. Calvino / Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu / YKY / Çev. Eren Yücesan Cendey)

biz de zeki müren'i görecek miyiz?


Dergi kapağı yukarıda duruyor işte. Steven Soderbergh son filminde (Behind The Candelabra), şov dünyasının görüp göreceği en renkli isimlerden Amerikan müzisyen ve şarkıcı Liberace’yi anlatmış. Yakında daha sık konuşulacaktır. Ama benim derdim başka. Filmden haberdar olduğumda, aklıma, -evet Liberace’nin hep kıyaslandığı üzere- Zeki Müren düştü.

Zeki Müren öleli 15 yıl oluyor. Ne beyaz perdede ne de televizyonda ona dair bir iz yok. Filmi yapılmadı Müren’in. Oysa ne çok seviyoruz onu. Oysa, söylemeye gerek var mı, Liberace’den kat kat daha yetenekli, daha eksantrik. Hayat öyküsü bir değil beş filmi taşıyacak kadar zengin.

Ama yok işte. Bir Zeki Müren filmi yok. Her gün bir şekilde ondan bahsettiğimiz halde, yok.

Dün Robinson Crusoe Kitabevi’nde çalışan arkadaşım Seda (Ateş), yabancı dilde bir biyografisinin de olmadığını söyledi. Turistler sürekli soruyormuş.

Aslında Türkçe’de de dişe dokunur bir biyografi yok. Halbuki üzerinde çalışılsa, tanıklıklarıyla, sansasyonuyla, dönemin perde arkasıyla memleketi sallayacak bir kitap çıkar. Sallaması da mühim değil. Okusak, üzerine konuşsak, anlasak, anlatsak yeter.

Tuhaf bir memleketiz. Gelmiş geçmiş en büyük starımıza dair film çekmemişiz, kitap yazmamışız. Sadece Zeki Müren mi? Daha birkaç gün evvel ‘babamız’ diye uğurladığımız Müslüm Gürses’e dair ne var biyografi namına? Kaybettiğimiz diğer isimlere dair ne var?

Birisini hayatını okumak için ölmüş olması da gerekmez. Sezen Aksu, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Tarkan… Bu isimleri onla, yüzle çarpın. İyi kötü, Türkiye’ye damga vurmuş, anıt gibi insanlar. Kayda değer ne okuduk? Magazin röportajlarından başka ne biliyoruz? Kendileri yazmadı. Başkaları da onlar hakkında yazmıyor (biyografi yazarlığı sanırım ikinci sınıf bir iş olarak görülüyor bizde.) Piyasada bu isimlerle ilgili birkaç kitap olduğunu biliyorum; biyografi gibi biyografiden bahsediyorum ama. Tanıklıklarıyla, dipnotuyla, tartışmasıyla…

Toplumsal tahlilleri ayrı tutuyorum. Çünkü, az da olsa, onlara örnek mevcut. Üniversitedeki sosyoloji derslerinde Ayhan Aktar, Can Kozanoğlu’nun Cilalı İmaj Devri kitabındaki bir makaleyi illa ki okuturdu (“Her Yola Gelen Karizmatik Amele” başlığıyla İbrahim Tatlıses üzerine.) Aynı kitapta Orhan Gencebay, Ahmet Kaya, Sezen Aksu üzerinden de memleket tahlilleri var. O kadar işe yaramıştı ki... Size de şiddetle öneririm, kafa açar. Ama yine de kastım bu değil. Dolaysız anılardan bahsediyorum.
.
Liberace’den nerelere geldik. En başa dönelim madem. Dün Kaya Genç yazmıştı. Yönetmen Soderbergh, Liberace filmi için beş milyon dolar bulamadığını söylemiş. Büyük stüdyolar bu parayı karşılayacak bilet satılmayacağını düşünüyormuş. 

Zeki Müren için? Türkiye yıkılır, o kadar diyeyim.

harita

Herengracht... Birisi bankın üzerine, bir boş kutu kola bir de dörde katlanmış şehir haritası bırakmış. Artık buradan ne kadar sıkıldıysa... Haritayı aldım. İşaretlediği, hiç bilmediğim yerler vardı.

on iki milyon kere maşallah


Sevgili Bülent Timurlenk'in futbol ve hayat üzerine yazdığı blog Aceto Balsamico, hiçbir şey yapmadıysa, memlekettteki blog alemine saygınlık kazandırdı. Hem okur, hem hevesli yazar üretti. Hep iyi yazdı, iyi yazıyor. Aceto Balsamico'nun 12 milyon tık'ı aşması üzerine GQ Türkiye için Timurlenk'le bir mini röportaj yapmıştım (Şubat 2013.) Orada yer darlığından söylediklerini birazcık makaslamak zorunda kalmıştım. Önemlidir, orijinal halini, sözü sadece Timurlenk'e bırakarak buraya alıyorum.



* Yazmak aslında her zaman en kolayıydı. Fakat nereye? Yazan iyi bilir bunu, bir fikir kafanda oluşur, ellerin klavyeye gidip o yazı yazılmazsa artık bir karın ağrısıdır. Ağrıya son veren de ağrı kesici değil yazının son noktası. Dergicilik yaparken başladım,” outtake” yazılarım, fikirlerimle. Spor sayfalarında futbolun Edirne’den ötesi sınırlı yer bulur. Takip ettiğim yabancı medyadan bazen bir olay, bazen bir isim ilham kaynağı oldu yazılara. Bir gazeteci için blog yazmak kendi oyun parkını yaratmak gibi. Parka uğrayanlar senin oyuncaklarınla eğleniyorsa ne ala...



* Düzenli olarak blog okumam, her ay dergi almak gibi değil bu. Lakin aradığım bilgiyi blogda bulduğum zaman doğruluğundan emin olmasam bile samimi bulurum. Blog yazanın dili medyadan farklıdır. O özgürlüğü hissedersin. Özellikle yabancı bloglarda konuya hakim birinin kalemi olduğunu farkedersin. Yaşadıklarını, deneyimlerini aktarırlar sana. Bizde özgün moda blogu yok mesela. Hepsi  kopyala-yapıştır. Seyahat izlenimleri, medyanın klasik köşeleyenlerinden farklı bakış açıları, kuralları bile bizde bilinmeyen sporlar hakkında yazanların klavyesine sağlık. G-string’nin rengini yazan “cesur” sosyal medya fenomenlerini de blog dünyasının “Uçurum”u... “Uzak durmak lazım” derim...

* Altı yıldır ağırlıklı olarak futbol yazıyorum. Gazete ve internet sitelerinde neyi bulamadılarsa sanırım onu buldular blogda. Dilin samimiyeti okuyucuyla aranda bir bağ kurar. Fikrine katılır ya da katılmaz ama dilin samimiyetine güvenir okuyan. İspanyol ve İtalyan medyasını düzenli takip eden medya olmadığından, haberleri ilk yazan ben oldum uzun süre.  En önemlisi ve beni en mutlu eden de bilginin doğruluğu hiç tartışılmadı acetobalsamico blog için. Bir gazeteci için en büyük iltifat “O yazdıysa doğrudur” dur...

* Türkiye, sporsever insanlarla dolu bir ülke değil. Spor yapmıyoruz, yapacak yerimiz de yok zaten. Adale ağrısının ne olduğunu bilmeyenlerin stadyumda, salonda küfür etmesi kimi şaşırtıyor ki? Lakin spor izlemeyi seven bir toplumuz. Medya da izlenen sporun, futbolun peşinde. Çok satan, bizi ayakta tutuyor. Spor medyasında eskiler kendilerini yenileyemedi, yeniler ise yer bulmakta zorlanıyor. Orta kuşak ise tembel. İki haber yazanın, haftada bir köşeyle, bir röportajla yorulanı çok medyanın. Üretmiyoruz. Blog yazması gereken, anlatacak hikayesi, paylaşacak bilgisi olan çok insan var medyada ama sorsan hepsi “Çok yoğun...” Herkes hayatı “meşgule” alıyor oysa ki o içten “Alo” yu duymak isteyen milyonlar var...

tanrının diğer eli

Arjantinliler hınzır. Ülkenin önde gelen spor gazetelerinden Ole, hemşehrileri Kardinal Bergoglio papa seçilince, halden vazife çıkarıp manşeti patlattı: Tanrı'nın Diğer Eli. Eh, Maradona'nın İngiltere'ye eliyle attığı golün ardından "O benim değil Tanrı'nın eliydi" demesini hatırlıyorsunuzdur.

Francis adını seçen Cizvit rahibi yeni Papa'nın sosyal yönünün ağır bastığı, makamının ayrıcalıklarını kullanmaktan hazzetmediği, otobüse bindiği, halkın Kilise'ye gelmesini beklemeyip bizzat onların ayaklarına gittiği çok yazıldı. Geçmişindeki gri bölge hakkında da konuşuldu elbette. Cunta döneminde iktidardaki generallerle işbirliğine gittiği, Kilise'nin cunta karşıtı mensuplarını yönetime ihbar ettiği iddia ediliyor.

Bu iddialar arasında bir tanesi çok keskin, atlamamak gerek. Arjantin'in önemli gazetecilerinden Horacio Verbitsky, yıllardır Kardinal Bergoglio'nun geçmişini didikliyor. Gazeteci, cunta döneminde taşradaki Cizvitlerin başındaki Bergoglio'nun izlerini sürmüş, hatta doğrudan kendisiyle de konuşmuş. Buldukları arasında özellikle bir konu çok tartışılır. Verbitsky, Vatikan'daki seçimin hemen ardından, insan hakları üzerine çalışan internet sitesi Democracy Now'a verdiği röportajda, yeni Papa'nın, sol eğilimli iki Cizvit rahibi Cuntacılara ihbar ettiğini (sonradan sorgudan geçirilip, işkenceye maruz kalıyorlar) onların tanıklığıyla aktarıyordu.

Bu önemli röportajı buradan okuyabilirsiniz. Konu tartışmaya açık. Ama bir iddia var ki, kan dondurucu. İşkenceden geçen rahiplerden biri, Bergoglio'nun da sorguya katılmış olabileceğini söylemiş Verbitsky'ye. Sorgu sırasında üst düzey teolojik meselelere girilmiş.

Doğruysa, Engizisyon'dan ne farkı var?

Not 1: Aynı röportajda Verbinsky, Papa hakkında tam aksi yönde tezlerin de var olduğunu, yani Papa'nın aslında Cunta'ya karşı durduğu yönündeki duyumlarını da anlatıyor. Mesele karışık yani.

Not 2: Söz konusu rahiplerden biri Bergoglio'yu affettiğini ve konuyu kapattığını söylüyor. Burada.




son roman

bukowski'ye giriş

Çok bilinmez ama Amsterdam'ın tatlı kanallarından Kloveniersburgwal'ın üzerinde muazzam bir sahaf dükkânı var: The Book Exchange. On binlerce kitabın ağırlığı İngilizce, meraklısı için Fransızca, Almanca, İspanyolca koleksiyon da mevcut. Hoşsohbet, orta yaşlı bir Amerikalı'yla, gençten ve yine konuşmaya meraklı yardımcısı işletiyor. Amsterdam'a yolu düşen muhakkak uğrasın.

Geçen gün, avare dolaşırken, karın birden bastırmasıyla oraya sığındım. Bir saat sonra çıkarken elimde üç kitap vardı. Italo Calvino'nun Six Memos For the Millenium'u, Bill Bryson'un Travels in Europe'u ve Lawrence Block'un sevgili Matthew Scudder'ının henüz okumadığım bir macerası: A Dance At the Slaughterhouse.

Bir İngiliz kadın, tezgâhtaki genç adamla sonu gelmez bir Amsterdam muhabbetine girişmişti. Sabırla bekledim. Zaten kar da dinmemişti. Müşteri nihayet gidince, genç adam bana döndü, kitapların ederini hesaplamaya girişti. Calvino'yu görünce sevindi:

"Tanrım, artık bunun hiç satılamayacağını düşünüyordum; yıllardır burada."

Belki kimse fark etmemiştir, dedim gülerek. Ama sorun başkaydı. Biraz yüksek fiyatlamışlar. Söylemedim. Adam Calvino'nun hevesiyle anlatmaya devam etti:

"Hiç anlamıyorum, bazı kitaplar aylarca duruyor, bazıları iki gün dayanmıyor. Mesela Bukowski'ler... Müşteriye Bukowski dayandıramıyoruz."

Eh, adam iyi yazar, tabii ki satacak. Diyecektim ki tam... Esas derdini söyledi.

"Tek anlattığı şey içmek içmek içmek... Daha ne kadar sıkıcı olabilir?

Edebiyat işte... Herkesin zevki farklı, karışamazsın. Ama ben de tutmadım kendimi, sordum:  "Mesele neyi değil nasıl anlattığı değil mi?"

Öyle bir yerde, ama onu da içerek anlatıyor, dedi. Aslında haksız sayılmazdı ama anlaşamayacağımız da ortadaydı.

Peki siz John Fante okudunuz mu hiç, diye sordum.

Hayır, dedi. Duymamış bile.

Bana kalırsa, Bukowski okumaya Fante'den başlamalısınız, dedim.

"Neden" diye sordu.

"Orasını siz okuduktan sonra konuşuruz."

Kar da durmuştu zaten.

günler geçer ve çalışır şafağın değirmeni

a Forest Year from motionkicker on Vimeo.

ABD'li Samuel Orr, ormandaki evinin penceresine kamera kurmuş ve on beş ay boyunca kayıt yapmış.  Ne iyi etmiş. Seyrettikçe huzur doluyorum. Harika bir iş.

Diğer projelerine göz atmak (ve destek vermek) isteyen varsa, bu linke buyursun.

Başlık, tabii ki, Turgut Uyar'dan...


reader kapanınca

Sevdiğim, hatta çalıştığım dergilerin kapanmasına alıştım. Yapacak bir şey yok. 'İnternet dergileri öldürüyor' deniyor,  inanmasam da ona da eyvallah.

Peki internetin kapanması nedir Allah aşkına?

Google Reader'dan bahsediyorum. Firma, dün şefkatli görünen gayet ukâla bir bilgi notuyla -tipik, müşteri kaybetmek istemeyen ama burnundan da kıl aldırmayan PR'cılık- Reader hizmetinin 1 Temmuz itibariyle son bulacağını açıkladı. Bu süre zarfında isteyen pılısını pırtısını toplasın, benzer hizmet veren uygulamalara yönelsin deniyor. Sağolsunlar, çok düşünceliler.

Daha önce bir iki defa söylemiştim, Reader, internetin en güzel yanıydı bana kalırsa. Birçok blogu halen oradan takip ediyorum, şu sanal alemin hayatımı zenginleştiren unsurları hep orada. Onları Reader'da okumaya alıştım.Basit ve rahattı; 'kullanıcı dostu' tabirinin gerçekten hakkını veriyordu.

Öyle aman aman bir sorun değil, başka bir program kullanırım tamam da, Google'un şu davranışı gelecekteki meseleler için örnek olsun. Reader'ı, eskisi kadar çok kullanılmıyor diyerek kapattılar. Büyük bir masrafı yoktu, firmayı zarar da vermiyordu. 'Uğraşmak istemiyoruz artık' dediler.

Yalnız şöyle bir durum var: Google, Twitter, Facebook falan aslında bedava değil; içeriğini biz üretiyoruz diye kıymet kazanıyorlar. O halde, ben de artık Google'ın sızlanmalarıyla uğraşmak istemiyorum. Bundan sonra sadece merhaba, merhaba.

Blogger'dan tası tarağı toplamanın vakti geldi. Başka bir yer için hazırlıklara başlıyorum.

chavez'den sonra

Chavez'in ölümünden sonra Latin Amerika gazetelerinin tümü sayfalarını yıktı. Zaten çoktandır bekliyorlardı; muhtemelen başlıklarını ve fotoğraflarını da hazırlamışlardı. Benim dikkatimi çeken en iyi kapakların Brezilya'dan gelmesi. Ama onlardan da iyisi Şili'nin La Tercera'sı. Yerinde bir fotoğraf kullanımı, özenli bir veda. Venezuela'nın muhalif gazetelerinden Universal "Chavez'siz dönem başlıyor" diye geçiştirmiş. İçinde epey muhalif yazar barındıran bir başka gazetenin, El Clarin'in fotoğraf kullanımı da dikkat çekici. Muzaffer lider yerine, hastalıkla boğuşan Chavez'i koymuşlar.

Venezuela -  Panorama


Venezuela - El Mundo
Venezuela - El Universal 

İspanya - ABC

Küba - Granma 

Şili - La Tercera
Kolombiya - El Espectador
Brezilya - O Globo
Brezilya - Correio Braziliense

Venezuela - El Clarin
 
Venezuela - La Voz


Arjantin - Pagina 12




ırkçılık da yorar

Çin'de bir dükkân... Irkçı sahibi kafayı o kadar yemiş ki artık kimi içeri kabul etmeyeceğini şaşırmış. Japon, Vietnamlı, Filipinli ve tabii ki bu tür ırkçılığın olmazsa olmazı köpek, içeri giremez. Yedi düveli karşısına almış yani. Dükkânı kapatsa, kendisi de daha rahat eder, insanlara da bir rahat verir.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...