bir salam nasıl güler allahım?


‘Anne Kız, Harikasın’ın kapağını açın; dilerseniz ilk öykü ‘Ablam’dan başlayın okumaya, dilerseniz rasgele dolaşın öyküler arasında... Bir solukta okuyacaksınız tümünü. Sonra muhtemelen bir daha okumak isteyeceksiniz. İşte bu ikinci defa, fonda ‘Sezen Aksu’nun ‘Ağlamak Güzeldir’ albümü dönüp dursun... Minik Serçe, ‘Köprü’yü söylemeye başladığında soluklanın, kulak kabartın: “Bense kurulduğunu sanıyordum köprülerin / İçimde sevinci vardı sağlıklı sevgilerin” diyor ya Aksu, Elif Türkölmez’in öykülerinin kilidini açan anahtar (bence) burada: Sağlıklı sevgilerin sevinci...

Kimi zaman selamete ulaşan, sarıp sarmalayan, başınızın her daim üstünde taşıyacağınız bir sevinç bu ama çokluk, tam taşacakken, kabını aşacakken, imkânsızlıklar içinde sönüp giden, tüm gözlerden uzağa, sandığın dibine kaldırılan bir ham hayal; aslında kurulamamış, ilk büyük yağmurla yıkılıveren bir köprü... Gazeteci-yazar Türkölmez, tıpkı imzasını taşıyan haberlerde ya da bir dönem Radikal’deki köşe yazılarındaki gibi her iki hali de hakkıyla anlatıyor.

Beylik laftır; küçük insanın hikâyesi... Zamanında çok sakız edilmiş bu ‘küçük insan’a, artık çoğu yazar gönül indirmiyor. Ama o da bir yere gitmiş değil. Değişti, yenilendi belki; sınıf atlayanı atladı ama haliyle devam ediyor hikâyesi... ‘Anne Kız, Harikasın’, işçisiyle emekçisiyle, sendikacı eniştesiyle, şehir plajı heyecanları, aşkları ve facialarıyla, ‘Kürt Böreği’ni kendine dert edinen kenar mahalle delikanlısıyla, ‘gülen salam’ı merak edip “Bir salam nasıl güler Allahım” diye soran fakir öğrencisiyle, yeğenlerine hiç olmazsa bir beyaz at hayali hediye eden hayırsız amcayla ‘küçük insan’a kendine has bir çerçeve çiziyor. İyi de ediyor.

‘Anne Kız, Harikasın’ın tüm öyküleri usul usul akıp gidiyor. Cesur tavırlı ‘Kadınlar Plajı’na, yürek burgusu ‘Şekerli Börek’e ama özellikle diğer tüm öykülerden ayrı duran ‘Kaplumbağalar’a dikkat... Elif  Türkölmez’in öyküleri hem köprülerini sağlam kuruyor hem de edebiyatımıza ‘sağlıklı bir sevinç’ getiriyor. 

karanlık çöker mi yükselir mi?

Margaret Atwood’dan ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nü okumaya devam… Okudukça askerlik günlerim geliyor aklıma. Her şey standartlaştırılmış ve kurallara bağlanmıştır. Sınırlar bellidir; sınır dışına çıkanların başına gelecekler bellidir. Ne yapıyorsan komutanlara görünmeden yapman gerekir; zaten askerlik faaliyeti dışında komutan için ‘görülmez’ birisin. Erler kendi aralarında başka tür bir kıdem, tahakküm ilişkisi kurar; koşulları daha da ağırlaştırırlar. Kimisi yaltaklanır… İnsan kendi kendine çok ağır bir zincir vurmayı her nasılsa becermiştir. Bir yandan da düşününce türümüzün en iyi becerdiği şey bu. Tahakküm! 
Damızlık Kızın Öyküsü, karanlık, umutsuz bir dünyayı anlatıyor. Üstelik günümüz dünyasına hiç uzak olmayan bir distopyayı… Bu yüzden daha da yürek burkuyor. Bir önceki post’ta anlattığım ‘Kayıp Hasta’yla üst üste okumak belki bendeki sıkıntıyı derinleştirmiştir. Hele görünüşe göre Suriye ordusunun İdlib’de çoluk çocuk demeden onlarca insanı kimyasal silahla katlettiği bir günün ertesinde… İnsanın kötülüğünün sınırı yok. Dünyanın her tarafında parça parça bu kötülükten, karanlıktan var; birleşiyor, kocaman oluyor… İçimize çöküyor; üstümüzde yükseliyor… Bu arada Margaret Atwood da kitapta başlıktaki soruyu soruyor: 
“(…) Karanlık çöküyor. Ya da çökmüş. Güneş gibi yükseliyor demek yerine neden karanlık çöküyor denir. Oysa doğuya bakarsanız, günbatımında, karanlığın çökmek yerine yükseldiğini görebilirsiniz; ufuk çizgisinden yukarı, bir bulut örtüsünün ardındaki kara bir güneş gibi gökyüzünde yükselen karanlık. Görünmeyen bir ateşten çıkan duman gibi, ufuk çizgisinin hemen altında ateşten bir hat, orman yangını ya da yanan bir kent. Ama gene de karanlık çöküyordur belki, çünkü ağırdır, gözler üzerine çekilen kalın bir perde.”
Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood, (Çeviren: Sevinç Altınçekiç, Özcan Kabakçıoğlu)


bugün bir distopyaymış meğer

Devasa bir hastanenin katları arasında dolaşıp duran, gerçeklikle ilişkisi yavaş yavaş kopan ve ‘kim’ olduğuna cevap aramaya başlayan bir hasta… Onu yavaş yavaş ele geçiren, kimliksiz bırakan bir hastane… Bir görünüp bir kaybolan ama her zaman şüpheli davranan doktorlar, görevliler, diğer hastalar… Her şeyi, her anı, her davranışı belleğine kaydeden, analiz eden, yorumlayan ve sonuçlar çıkartan bir sistem… En güzeli de, kendi başına, bağımsız bir alan olarak kalan tek yer, rüyalar… 

Mehmet Açar, ‘Kayıp Hasta’da sıkıntılı, tekrara düşmeye, başkalarına benzemeye çok müsait bir konuda tıkır tıkır işleyen bir düzenek kurmuş; çok iyi bir roman çıkarmış. Uzun yıllar önce yayımladığı, Tarkovski ve Borges sularında gezen ve bence bir mücevher gibi üstüne titrememiz gereken ‘Siyah Hatıralar Denizi’nden sonra, bu defa Kafkaesk ama yine de kendine özgü bir roman yazmış. 

Bu dünyaları kurmak başlıbaşına bir iş… Ama esas iş bu kitapta bence başka yerde. Hikâye yavaş yavaş açılırken, özgürlükçüleriyle, vesayetçileriyle, muhafazakârları, liberalleri, şüpheli örgütleri, casusları, sürekli el değiştiren hastane yönetimi ve sonunda kendi için çalışmaya başlayan benzersiz ‘Sistem’iyle günümüz Türkiyesi’ne giriyoruz. Hafızasını kaybetmiş ya da hafızası ona özenle kaybettirilmiş bir hastanın gözüyle bakınca, can acıtıcı bir meseleyi anlıyoruz: Bugün dediğimiz distopyaymış meğer! 

Hüner bu sıkıntıyı anlatabilmekte zaten. Anlamaksa bir başka dert…

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...