yugoslavya'da fabrikadan halka



Gezip gördüklerim tamam artık yiyip içtiklerimi de –utanmadan- anlatarak Kosova notlarını bağlayayım. Yediklerim değil aslında, içtiklerim iz bıraktı. Bir değişiklik yaparak bu bloga ilk doğrudan reklamı yerleştiriyorum. Bira hangi kapağın altında diyenlere cevap hazır: Birra Peja.
Biz şimdi burada Peç (ya da Pec) diyoruz, İpek olarak anan var ama Arnavutlar’ın kullanımıyla Peja şehrinde, antik İlir kavminden beri bira üretiliyor. O zamanlar Sabaja dedikleri arpa suyuyla sadece aristokratlar demlenirmiş. Sonra mevzu yavaştan alt tabakalara da yayılmış ama Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeye girmesiyle üretim hepten gümlemiş. Ta ki 1968 yılına kadar… Parisli gençler kaldırım taşlarının altında denizi arıyorken, Tito dönemi Peç’inde bira fabrikasının yeniden inşasına girişilmiş. 1971’de de eski Yugoslavya’ya yakışır şekilde fabrikadan halka bira servisine başlanmış.
Belki herkes beğenmez ama Pilsener tarzı Birra Peja’nın en önemli özelliği herhalde üretimde kullandığı su. Zaten Kosovalılar da “Peja içtin mi” dedikten sonra hemen bu meseleye dikkat çekiyorlar; “suyu harikadır” diyorlar.



Evet, içimi hafif, tadı güzel, şişesiyle barışık, sevimli bir bira Birra Peja. Drini i Bardhe şelalelerinden gelen suyu da gerçekten lezzetli. Zaten Kosova’da bütün sular epey lezzetli.
Sevimlilik madalyasını, Kosova şehirlerinin caddelerinde tek tük de olsa dolanan Yugo marka arabalarla birlikte bu biraya da takıyorum.

bir plak gibi dönüyor gökte mavilik



Kosova notlarının artık sonuna geliyoruz ama bir iki husus daha var ki, bahsetmeden geçmek olmaz. Kosova kelimesi, malum, çocuk zihinlerine, dakika bir gol bir kabilinden, savaş kelimesiyle beraber iliştirilir. Birinci Kosova savaşı, ki tarihi 1389’dur, Osmanlılar’ın Balkanlar’daki yerini sağlamlaştırması, ilerlemeyi garanti altını alması ve bir de Padişah 1. Murat’ın (Hüdavendigâr) savaş meydanında öldürülmesiyle bilinir. Rivayetler muhtelif, en çok anlatılanı tekrar edelim: Milos Obilic adlı bir Sırp soylusu, Müslüman olacağını duyup ona doğru yaklaşan Hüdavendigâr’ı hançerlemiştir. Obiliç oracıkta öldürülür. 1. Murat’ın iç organları Kosova’ya gömülür, bedeni Bursa’da defnedilir (iç organların gömüldüğü noktada, yüzyıllardır Buhara kökenli bir ailenin başında beklediği bir türbe bulunuyor.) Yıldırım Bayezid padişahlığı devralır.

Kosova Savaşı, bizim için tarih kitaplarında sade bir paragraf. Sırplar içinse bu yenilgi çok daha fazla anlam ifade ediyor. Hüdavendigâr’ı öldüren Obilic’i direnişi başlatan bir kahraman olarak biliyorlar. Bu savaşın anısına inşa ettikleri kuleye (üzerinde savaşa katılmayan Sırplar’ın lanetlendiği bir yazı bulunuyor) çıktığımda, başkent Priştine’nin yanıbaşındaki savaş meydanınının kulenin etrafında göz alabildiğine uzandığını gördüm. Bizi gezdiren Arnavut kökenli Salih Bey temiz bir Türkçe’yle, parmağıyla karşıki tepeleri işaret ede ede, sanki her şey dün olmuş gibi anlatıyordu: Osmanlı kuvvetleri işte şu tepelerin arkasındaydı, geceleyin mehtere başladılar, Sırplar şu noktada saldırıya geçti, sonra 1. Murad’ın oğlu Şehzade Yıldırım Bayezid şuradan gelip yetişerek Sırplar’ı yardı.

Bir şey daha var: Slobodan Miloseviç, 1989’da, yani savaşın 600. yıldönümünde Sırp birliğini savunan ateşli bir konuşma yaparak çok değil üç yıl sonra olacakların işaretini vermişti. Bu konuşmayı nerede yaptığını tahmin edersiniz. Kulenin hemen önündeydi.



Kulenin tepesinde dikilmiş, Temmuz güneşinin altında etrafa, bereketli Kosova topraklarına bakıyorum. Meydan savaşlarına (ne birincisine, ne de 1448’deki ikincisine) ait hiçbir iz yok. On bir yıl önceki Sırp-Arnavut çatışmaları bile kulenin yanına yaklaşmıyor sanki. Uzaklarda iki genç adam bezgin bir atın yanı sıra yürüyor. Tito’nun Yugoslavyası’na ait bir termik santral duman püskürtüyor. Hepsi bu kadar. Her şey geçip gitmiş. Ova komik bir şekilde Hobbitler’in Shire’ına benziyor. Bir de yer gök masmavi. Edip Cansever’in de dediği gibi “bir plak gibi dönüyor gökte mavilik.”

Gerçekten her şey geçip gitti mi?

kosova notları - iskender bey'in sakin torunları


Kosovalılar sürekli macchiato içiyor demiştim; tabii tek yaptıkları bu değil. Bir yandan da bir ülke inşa ediyorlar. Başkent Priştine’nin merkezinde yeni konutlar yükseliyor, çevresinde onu ülkenin kalanına bağlayan yeni yollar açılıyor. Türkiye’yi seviyor Kosovalılar, Türkiye’nin enerjisinden, insan kaynaklarından, dinamizminden hararetle bahsediyorlar. Bu önemli bir gelişme sayılır; çünkü arada her ne kadar din bağı olsa da, Arnavutlar’ın Türkler’den hazzettiği eskiden pek iddia edilemezdi. Osmanlı’ya ikide bir isyan eden Arnavut beylerinin hatırası uzak değil, Arnavut tarih kitapları –biraz hafifletilmişse de- bunlarla dolu. 15. yüzyılda Osmanlı’ya bölgede kök söktürmüş İskender Bey’in heykeli, Priştine’nin göbeğinde bütün heybetiyle yükseliyor. İskender Bey, Kosovalı…

Devir değişti, şimdi Türkiye’ye benzemek istiyorlar. Ama Doğu’nun teknolojisini alırken, kötü huylarına da bulaşıyorlar maalesef! Örneğin yakından müşahade ettiğim üzere, kuyruklarında dirlik düzenlik yok, her türlü kaynak yapmak serbest. Az önce bahsettiğim Priştine çevresindeki yollar da yeniden yapılıyor ayrıca. Daha geçen sene tamamlanan ana yolda asfalt yer yer çökmüş, ulaşım zor. Hükümet hakkında kime sorsanız, yolsuzluktan, yozlaşmadan açıyor ağzını.

Bağımsız iki yılda, bu açıdan geriye koşmuşlar. Yönetim sıkıntılarını tamir edip, bana çok hoş gelen özgün yanları üzerinde yoğunlaşmalarını umarım. Evet, Kosovalılar’ın Türkiye halkına pek benzemeyen - ancak onlardan kopya çektiğimiz takdirde burada da işe yarayabilecek- hasletleri mevcut. Bir kere sakin insanlar, vara yoğa öfkelenmiyorlar, şehirde sinirlerini aldırmış gibi sessizce dolaşıyorlar. Kahvelerde, çay bahçelerinde asla bağırıp çağıırmadan, neredeyse fısıldaşarak, sessizce konuşuyor, gülüşüyor, eğleniyorlar. Satıcılar tacizkâr değil, şehirde gerilim yok. Halbuki İstiklâl Caddesi’nde o gerilimi elinizle tutup, oyun hamuru gibi yoğurabilirsiniz.

Cadde demişken, Kosova’ya beraber gittiğim gruptaki kadınların, Priştine caddelerinde gece gündüz demeden gayet şık kıyafetler içinde arz-ı endam eyleyen hemcinslerini pek beğendiğini söylemeliyim. Bu konuda birinci tekil şahıslı cümleler kurmaktan kaçınıyorum tabii ki. Yine de şu kadarını söylemekte beis yok: O olmayan gerilimin olmamasının sebeplerinden birisi cinsel gerilimin de olmaması. Herkes gayet rahat ve her şeyden önemlisi herkes kendi halinde.

Makedonyalı bir Arnavut olan Kerim “savaştan sonra artık aileler gençleri sıkmıyor” demişti. Bu doğru olmalı ama yine de bir sıkıntıları var. Kosova’da en iyi maaşlar bile 300 euro’yu geçmiyor. Avrupa’ya göç etmiş onbinlerce Kosovalı’nın memlekete gönderdiği paralar durumu ancak birazcık kurtarıyor.

Kosova, her şeye rağmen pozitif bir başlangıç yapmak için iyi bir noktada. Benzetmek uygunsa söyleyelim: Evliyken çalışmasa da, boşandıktan sonra kendi ayaklarının üzerinde durabilen çok insan var. Tabii birçok Kosovalı’nın yeniden evlenmek istediğini saymazsak. Zira Arnavutluk’la birleşmenin formüllerini arayan da çok kişi mevcut.

Son olarak bir Lonely Planet notu: Kosova'da pazarlık yapmayın. İndirime yanaşmıyorlar, ama sizi severlerse aldığınız şeyi hediye bile ederler. Buradan kendiniz için bir sempati endeksi de çıkarabilirsiniz yani.

kosova notları - blair ve adaşları


Tony Blair’in şu dünya üzerinde en sevildiği yer neresi? Kendi evi değilse, muhtemelen Kosova’dır. Taze başkent Priştine’ye girdiğimizde bütün caddelerin Blair’in afişleriyle donatılmış olduğunu gördük. Üzerlerinde “Blair, bir lider, bir arkadaş, bir kahraman” yazıyordu.

Ama bunca teveccühe rağmen, Kosova, en çok Blair’in sevildiği bir üke de değil. Afişleri ilk gördüğümüz yerin Priştine’nin havaalanı yönündeki Bill Clinton Bulvarı olduğunu söylemeliyim. Üstelik bulvarda afişlerden de önce göze çarpan, Bill Clinton’un heykeliydi.

Kosovalı Arnavutlar, 1999 savaşında Sırp baskısını kıran NATO operasyonunu en çok destekleyen iki lider Clinton ve Blair’i unutmamışlar. Ben Priştine’ye gelmeden üç gün evvel Blair başkentteydi. Onur madalyası aldı, kendi adını taşıyan Arnavut çocuklarla buluşup fotoğraf çektirdi.

Yeni doğan bir devlette bu tip jestler doğal. Kosovalılar kimseye minnet etmeden de varlıklarını sürdürecektir. Sadece şimdi biraz kafaları karışık; her şeyi yapmak isteyip, bu isteğin ağırlığı yüzünden hiçbir şey yapamayacak gibi bir halleri var. Askerliğimin sona erdiği gece, 00:00’da, Kıbrıs Paşaköy’deki birliğimden ayrılıp doğrudan Ercan Havaalanı’na yollanmıştım. Sivil hayatımın ilk dakikaları müthiş bir rahatlamayla geçti, askerlik boyunca hayalini kurduğum her şeyi aklımda sıralamaya çalıştım. Olmadı, aklıma yapacak hiçbir şey gelmiyordu. Oturup sabaha kadar kahve içtim.

Kosovalılar işte benim Ercan’daki halime benziyor. Devletlerinin bu ilk yıllarında (2008’de bağımsızlık ilân ettiler) akıllarına yapacak çok bir şey gelmiyor gibi. Onlar da oturup sürekli, buralarda nedense çok popüler olan macchiato içiyorlar.

Ama rahatlayıp değişecekler. Bu da çok net görünüyor.

yeni ülkede eski adetler


Kayıtlara geçirelim, bir dünya kupası finalini, milli takımları henüz uluslararası turnuvalarda oynamayan bir ülkede seyrettim. Ama Balkan genleri sağ olsun, taze ülke Kosova’da halk futbola boş değilmiş; doğal olarak finali de ıskalamadılar. Başkent Priştine’de cafeler Hollanda’yı da İspanya’yı da destekleyen taraftarlarla doluydu. İstanbul’da biz uyuşmuşuz belli; milli futbola hasret Kosova halkı kaçan gollerden sonra öyle içten üzülüyordu ki... İspanya kazandıktan sonra arabalarıyla dattiri dattiri konvoy yapanlar olduğunu söylesem abarttığımı düşünebilirsiniz, ama bu gerçekten oldu. Hollanda kazansaydı da fark edeceğini zannetmiyorum.

Ülke yeni ama naklen yayını TRT’den daha iyiydi. Devre aralarında televizyon kanalının alabildiği reklam sayısı sadece 3 (yazıyla üç.) Biz de doyasıya pozisyon tekrarı ve saha içi görüntüler seyrettik. Merak eden varsa, spikerin maç anlatımı da bizimkilerden ötedeydi. Dilini anlamıyorduk elbette ama spiker konuşma temposunu gayet iyi ayarlayıp, yaptığı işi sevdiğini belli ederek anlatıyordu maçı. Üstelik Morgan Freeman dahil ekrana gelen herkesi şıpın işi tanıyor. Ömer Üründül’ün Arnavut versiyonuna da rastlayamadık.

Dili anlamıyoruz dediysek, o kadar da değil. “Çeyrek final”e burada da çeyrek final deniyor.

Bir not da Galatasaray taraftarlarına. Yeni transfer Lorik Cana Priştine’li. Soyadının peltekçe tıslayarak “Tsana” diye okunması gereken futbolcu, erkeklerinin zamanında “Beg” unvanına sahip olduğu epey zengin bir aileden geliyor. Cana’ların ailesinin özelliği savaşlarda cengaverlik göstermesi, düşmanı tamamen yakıp yıkana kadar durmamalarıymış. Futbol anlayışı buradan mı geliyor acaba?

ay sarayında