“Bu çok sıkıcı… İşin açıkçası, tüm internet erişimini istedikleri zaman kesebiliyorlar. İki internetli bir dünyaya doğru gidiyoruz.” Çin’de yaşayan bir internet uzmanı, Bill Bishop, ülkenin internet politikası hakkında böyle diyor.
Fena olan, bu konuda Türkiye’yi Çin’le karşılaştırabilmemiz. Aynen öyle işte. Burası da iki internetli bir ülke… Sistem istediği zaman istediği kadarını kesiyor. Üç hafta geçti, bloglara erişim halen sağlanmadı. Millet yasağın köşesinden dolaşmak için, sinsi sinsi internet ayarlarını değiştiriyor. Bu mudur özgür bilgi akışı?
Daha fenası artık kimsenin bu konuyu sallamaması. "Bloguma dokunma" grubunu kuranlar, "yahu bu işin akıbeti ne oldu" diye sızlanıp duruyor. Haklılar. Gazetede haber yok, televizyonda yayın yok. Dünyanın en kolay şeyi, kartvizite “yeni medya” ya da “sosyal medya” diye yazmak. Ama böyle yazdın mı da, elini taşın altına sokacaksın. Yasak konusunda da haber takibi yapmayacaksanız, sadece facebook, twitter geyiğinizi mi dinleyeceğiz sizin? Bu kadar rahat bir iş mi gazeteci olmak?
asker arkadaşım george
İki sene evveldi. Sudan’da işler iyice kızışmışken George Clooney de, adeti olduğu üzere, bölgedeydi. Bir yandan Devlet Başkanı El Beşir’e sövüp sayıyor bir yandan da BM’ye direktifler yağdırıyordu. Şaka yapmıyorum, o günlerde Clooney güçlü bir herifti.
Dergide oturuyorduk; dedik ki Clooney’le konuşalım; hatta daha iyisi bizim için bir makale yazsın. İşi ne!
İhale bana kaldı. Ajansının numarasını buldum. Yazıştık çiziştik bir iki gün; sonra asistanına ulaştım. Nemrutluğu hattın öbür ucundan kulağıma damlayan bir kadındı; geçit vermiyordu. Aramızda cereyan eden diyalogu Erzurumlu Emrah misali aktarmak isterim:
dedim George Clooney dedi Sudan’da,
dedim telefonu dedi yanında,
dedim dönecek mi dedi haftaya
dedim bize yazsın söyledi yok yok
Burada Cem Karaca misali gönülden bir “yok yok yok” patlattığımı hayal edin. Olmadı. “Sonra ulaştım da, konuştuk da” diyebildiğim bir hikâye değil, bir başarısızlık hikâyesi… Benimkiler de böyle, ne yapalım?
Hatırlamamın sebebine gelince… Geçenlerde şu yukarıdaki fotoğrafa rastladım. Clooney Efendi, New York Times’ın dünyanın en kahırlı yerlerini dere tepe dolaşan yazarı Nick Kristof’la Sudan’da… Üstelik pek bir asker arkadaşı havasında... Salaş tepeş, sarmaş dolaş, pek bir ulaşılabilir duruyor. Fotoğrafı görünce “”biraz daha zorlasaydım keşke” dedim.
Ha bu arada, hakkını yemeyelim; Clooney, BM helikopteriyle gelip, iki saat çocukların başını okşadıktan sonra geri dönen iyiniyet elçileri gibi değildi. Sudan’da çok zaman geçirdi. Sıtmaya yakalandı.
diktatörün uyduruk sanatı
Bir diktatörün oğluysanız şu boktan resimleri yapıp, insan içine hiç de utanmadan çıkarmaya hakkınız vardır. Seyfülislam Kaddafi yarı zamanlı uğraştığı doktora ve isyan bastırma işlerine bazen ara verip sanata da yoğunlaşıyormuş meğer. Fotoğraflar resimlerin sergilendiği Moskova ve Sao Paolo’dan…
Şu yorum da Guardian’dan… 2002’de Londra Kensington Gardens’a deve yüküyle para dökülüp bu işler sergilendiğinde kaleme alınmış: “Albay Kaddafi’nin oğlu işbilir bir kültürel elçi olabilir belki ama resimde yetenekli bir amatör bile sayılmaz; teknik yetersizliği duygusallığını bile aşıyor.”
Yahu, insan utanır. Bu nasıl bir özgüvenmiş kardeşim.
Kaynak: FP Passport
suşi önemli
Elif Key, bu hafta sonu Habertürk Pazar’da şunları yazmıştı:
“Japonya beni bitirdi. Zira kendi kendime vardığım sonuca göre; bu, dünyanın aldığı son virajdı ve viraja çok sert girildi. Bizi daha iyi günler beklemiyor. Ben belki hayatımda Tokyo'yu görmeyeceğim ama şehrin batışına şahit olmam sadece bir zap uzaklığında. Elimde değil, kendimi alamıyorum onları düşünmekten... Bir ulus bunca yıldır buna mı hazırlandı, bunun için mi terbiye etti kendini? Neden ve nasıl hâlâ kibarlıklarını bozmuyorlar? Şehirde bir tek korna sesinin bile duyulmamasının altında nasıl bir terbiye yatıyor? O yaşlı kadın, ayağı kırıldığı için evine gelen sağlık görevlilerinden "Sizi de rahatsız ettim evladım" diyerek neden özür diliyor? Bunları çözemiyorum. Japonya'yı takip ettikçe insanlığımdan utanıyorum. Bıraksanız beni, sabahtan akşama kadar BBC'ye bakarım. Bizim kanallarımıza da tahammül edemiyorum. Sabah dövüşüp, öğlen öpüşüp, akşamına saçmalamakta üstümüze yok! Ülkenin kanallarına kanal tedavisi lazım.”
Elif, ve birkaç kişi daha belki, düşünmeye devam ediyordur ama dünya meseleyi unuttu çoktan. Herkes kendi memleketinin dertleriyle dertli. Normal mi?
Dünya gündeminden işi gereği kaçamayan biri, BBC yöneticisi Fran Unsworth, dün şöyle diyordu: “Kariyerim boyunca, dünyanın her tarafında aynı anda bu kadar çok büyük haber geliştiğini anımsamıyorum.”
Bu kadar çok olunca insanın taksimetreyi sıfırlayası geliyor. Ama hemen de yapılmaz ki… Biz yapıyoruz. Küreselleşme ağır geldi belki.
Japonya’daki iş bitmedi. Japonlar, Elif’in de yazdığı gibi hakikaten seslerini çıkartmıyor. Yöneticisi ayıp kapatmak için, halkı dünyaya yük olmamak için susuyor. Medya da oraya bakmıyor artık.
Tabii iş suşiye gelince değişiyor. Suşi önemli bir şey.
New Yorker’ın bu haftaki kapağı Christoph Niemann imzalı.
iyi geceler, iyi şanslar...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...
-
The Village from Pedro Sousa | visuals on Vimeo . Arkadaşlarım bir bir tatile gidiyor. Öyle tatil köyü, otel motel sevmiyorlar. Küçücük kö...
-
Dağ başında bir bakkal dükkânı. Muz ve incir tezgâhlarının yakınında. Dışarısı kavruluyor, içeride klima serinliğinden burnunu çıkarmak iste...
-
Ken Loach'un son filmi 'Old Oak'unu daha seyredemedim, gerçek anlamda son filmiymiş meğer. 87 yaşında. Kendisi açıklamış. Aslınd...
-
Devlet para arıyor. Dönüyor dolaşıyor parayı aynı yerden, aynı kişilerden alıyor. Bir hayrım dokunsun, edebiyat tarihinden bir ‘inovasyo...