bir gün biz kargayken



Bet She'an from Bet She'an Team on Vimeo.

Madem günler Martin Mystere ile geçiyor, benzer ruhlu bir animasyonla notumuzu düşelim buraya.

Bet She’an (Beit She’an da deniyor) Antik Mısır’dan, Eski Ahit’ten, Bizans’tan bugünlere dek uzanan bir kadim kent. Ona dair bir animasyon ürkütücü ve kasvetli olmak zorundaydı. Olmuş.

Film Calvet David’in elinden çıkma; izlemeye doyamadım.  

sazlıdere'de sular çekildiği gün

Hürriyet Pazar'da 2 Mart 2014'te yayımlanan yazı. Fotoğraflar Levent Arslan.



Bir baraj bir köyün hayatını ne kadar değiştirebilir? Şamlar Köyü bu sorunun cevabı. Tarım, hayvancılık sıfırlanmış; inşaat yasak. Sudan çıkan cesetlerin sonu gelmiyor, baraj kenarı polisiye hadiselerden geçilmiyor. Bugünkü kuraklık yüzünden sular çekildiğinde bulunanlar ise sürpriz : Ataların mezarları, tarihi eserler bir de yepyeni bir otomobil… Bambaşka bir kuraklık hikayesi

İstanbul’un ücrasında ufacık bir köy… İsmi Şamlar. Herkesin bildiği şarkıdaki “gitmesek de görmesek de bizim olan” o köylere pek benzemiyor. Öyle ovalara falan yayılmış değil. Efil efil tarlaların arasında dağınık evleri, etrafta koşturan kazları ördekleri de yok.
Bir bıçak darbesiyle ortadan ikiye yarılmış gibi Şamlar. Her türlü köy hayaline aykırı bir resim düşünün. Bıçağın esirgediği tarafta, bir yamaca sıkıca tutunmuş birkaç ev, bir tarihi cami, bir de artık kullanılmayan bir okul binası duruyor.  Diğer taraftaysa, bugün balçıkla kaplı dev bir çukur… Çukurun hemen önünde bir Atatürk büstü… Büstün altında “köylü milletin hakiki efendisidir” yazıyor.
Şamlar’a bu sene değil, yağmurun ‘milletin hakiki efendilerinin’ yüzünü güldürdüğü bir zamanda gelseydik, o çukurun suyla dolmuş olduğunu görecektik. Belki suyun üzerinde avdan dönen balıkçı tekneleri de olacaktı. Öbek öbek kuşlar etrafında konaklayacaklardı.
Ama bugün hiçbiri yok… İsmi Sazlıdere Barajı olan çukur boş.  Öyle hepten de boş sayılmaz; dibine azıcık su bulaşmış gibi duruyor ki, insan baktıkça daha da hayıflanıyor. Beklenen yağışlar Mart ve Nisan’da da gelmezse, bu yazın nasıl geçeceğinin resmi işte bu çukur. 1996’da faaliyete başlayan Sazlıdere, İstanbul’a içme suyu temin eden barajlardan biri. İSKİ’nin son verilerine göre doluluk oranı yüzde 16.6. Köylülerin tahminlerine göre o bile yok.

 Ataların mezarları göründü

Yüzde 16.6 işin İstanbulluları ilgilendiren tarafı. Kuraklığın memleketin neredeyse tümünü kavurduğunu düşünürsek, bu yazıyı okuyan herkese doğadan gelen bir mesaj. Bir de Şamlar köylülerini yakından alakadar eden bir başka yanı var meselenin. Sular anbean çekildikçe, manzaraları değişiyor Şamlar halkının. Yeni manzaranın içinde tarihleri yatıyor, kriminal hadiseler yatıyor, bin bir sıkıntı yatıyor.
Atalarının iki yüz yıllık mezarları kuraklık yüzünden ortaya çıktı örneğin. Köyün gençleri, birkaç karış kalan suda balık avlamaya çalışırken, yüzeyde birkaç taşın belirdiğini fark etti. Gün geçtikçe daha da fazlası göründü. Üzerinde Arapça, Osmanlıca yazılarla tek tek mezarlar… Bazı taşları alıp, köyün 1839’a tarihlenen camisinin bahçesine dizdiler. Geriye kalanlar halen balçığın içinde duruyor. Köye bir, bir buçuk kilometre mesafedeki bir tepeciğe yürüyüp aralarından şimdi koyunların geçip gittiği mezarlığa bakıyoruz. Birer avuç su birikintisinin yanında küçüklü büyüklü mezarlar. Üzerlerinin tekrar suyla örtüleceği günü bekliyorlar.
 Barajda bir esrarengiz otomobil

Kuraklığın köylülere gösterdiği sadece mezarları değil; tarihten başka sayfalar da açıyor. Osmanlı ordusuna barut üretmek için 1795’te inşa edilen tarihi Azatlı Baruthanesi ve 2. Mahmut tarafından yaptırılan Şamlar Bendi de sular çekildiğinde gün yüzüne çıktı. Konuştuğumuz köylüler, “fırsat bu fırsat, bari baruthane kurtarılsın” diyorlar. Pek umut yok. Defineciler yapıya çoktan girip talan etmiş, yağmurlar bollaştığında tekrar suya karışacak. Kurtarılması için gölün o kısmına set çekilmesi gerekiyor. 2. Mahmut’un bir zamanlar bu işlevi görsün diye yaptırdığı bentse zaten yıkıldı yıkılacak.
Bir de sürprizler var. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ta anlattıklarına benzer fantastik hadiseler… Pamuk’un kitabın ‘Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman’ bölümünde kahramanı Celal Salik’in ağzından naklettiği türden bir polisiye öykü… Celal Salik orada İstanbul Boğazı’nda denizin çekildiği kara bir gelecekte nelere şahit olacağımızı sıralıyordu: Şirketi Hayriye’den kalma gemi leşleri, bir tepenin üzerindeki şato gibi beliren Kız Kulesi, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, deniz anası tarlaları ve nihayet bin türlü mafya hikayesine tanıklık yapmış kara bir Cadillac… Sazlıdere’nin bahtına düşen bir Cadillac değil, Şahin marka bir otomobil. Sular çekildiğinde balçığın içinde pırıl pırıl belirmiş. Neden orada, nasıl orada, cevap yok… İçinde bir ceset de bulunmamış, çalıntı bir mal da. “Ya sigortadan para almak için suya ittiler” diyor köylüler, “ya da zaten çalıntıydı.” Yetkililer, hikâyesi esrarlı Şahin’i alıp götürmüş, konu da kapanmış.

Cesetlerin sonu gelmiyor

Ama kapanmayan konular da var. Sular yüksekken Sazlıdere Barajı, Şamlar için bitip tükenmez dertler üretiyor. Cinayetlerin sonu gelmiyor örneğin. Burası sonuçta bir tarafı ormanlık, sulan bir alan. İstanbul’un hem yanı başında hem de meraklı gözlere uzak. Gece karanlık bastığında kimsenin kimseden haberi olacak gibi değil. “Öldürüp öldürüp baraja atıyorlar” diye anlatıyor köylüler. Sonra cesetler suyun yüzeyine çıkıyor. Nihayet polis alıp gidiyor.
Sonra kazalar… Köylüler artık boğulmalara, araçların baraja art arda yuvarlanmalarına alışmış; vaka-i adiyeden sayıyorlar. Köyün üzerinde, ‘Tabiat Parkı’ diye nitelenen ormanda piknik yaptıktan sonra içip içip suya düşenler, balık tutarken alabora olanlar, yüzerken hayatlarını kaybedenler…
Şamlar’ın bağlı olduğu Başakşehir Belediyesi’nin internet sitesi Tabiat Parkı’nı gururla anlatıyor: “Şamlar Ormanı, fıstık çamları altındaki geniş düzlükler, yürüyüş yolları, tilki, şahin ve diğer yabani hayvanlarıyla İstanbullular için ideal bir tabiat köşesi.”
Köylülerin anlattığına göre, ‘İstanbul’un bu ideal köşesini sürekli kullananlar mevcut:  “Baraj çevresi ve ormanlık alanda sürekli fuhuş var; biz bıktık artık” diyorlar.  Kendi gözlerinden uzak olsa umursamayacaklarını söylüyorlar. Yine de bir ‘ama’ları var:  “Tarlalarımıza giriyorlar; köydeki boş evlere, ahırlara giriyorlar, olay çıkıyor sürekli.”
 Kalan köylüler direniyor

Bir baraj bir köyün hayatını ne kadar değiştirebilir? Şamlar’ın hikâyesi işte bu sorunun cevabı. 1996’dan beri tarım bitmiş; hayvancılık yapamıyorlar. Çünkü köyün çevresi, barajın inşasından bu yana, İSKİ’nin İçme Suyu Havzaları Yönetmeliği uyarınca koruma alanı. Tarlaları ekip biçmek için su çekmek yasak, atıkları havzayı kirletecek diye hayvancılık yasak, yine aynı sebeple mevcut evlere bir çivi dahi çakmak yasak. Sadece balıkçılık yapabiliyorlar. Devlet, köylülere bir kilometre ötede yeni yer göstermiş. Gidenler gitmiş, kalanlar direniyor. “Biz burada doğduk, burada öleceğiz” diyorlar. Hepi topu yirmi hane kadarlar.
Bütün bu dertlere İstanbul su içecek diye katlanıyor Şamlarlılar. Bu sene su da yok. Köyün manzarası sadece dev bir çukur. Sanki olan bitenle eğlenir gibi, köy kahvesinin hemen karşısında iki tane küvet duruyor. Onların içinde de bir damla su yok...

 
Fabrikaların yedeğinde Sazlıdere

TEM üzerinde Edirne yönünde ilerlerken Başakşehir’i geçin, Olimpiyat Stadı’nı da. Sağ kola döndüğünüzde yirmi dakika yol aldıktan sonra büyük bir su kütlesine ulaşacaksınız. Ya da o suyun hayaline… 1996’da, bugünkü Hadımköy-Arnavutköy-Başakşehir üçgeninin arasında kalacak şekilde kurulan Sazlıdere Barajı, İstanbul’un yakın köyleri Sazlıbosna, Dursunköy, Hacımaşlı ve Şamlar’ın ortasında duruyor. Doluyken 23 milyon 36 bin metreküp su tutuyor. 
Üsküdar,  Kadıköy, Beşiktaş, Taksim’in dili dışarıda koşturmacasından, Gaziosmanpaşa, Merter, Bağcılar’ın trafik yorgunluğundan, Arnavutköy Hadımköy’ün koca koca fabrikalar arasında gidip gelen kamyonlarından ve gazete ilanlarında pırıl pırıl parlayan bilimum yepyeni sitenin inşaat yoğunluğundan sonra İstanbul’un pek az kişinin bildiği köyleri insana bambaşka geliyor. Milyonluk ilçelerin yanı başında, fabrikaların yedeğinde, Nuri Bilge Ceylan filmlerinden fırlamış gibi bir sıra köy…  Görünürde kimseler yok, bir iki köpek, çamur, çukura bakan manzarada sağa sola park etmiş birkaç araba… Başka bir zamanı yaşıyor.

vietnam'da bir süreya

Geo Türkiye'nin Vietnam-Laos-Kamboçya kapaklı şubat sayısını okuyorum. Dirk Lehmann yazmış kapak konusunu. Oralara gidip malzemesiz dönmek mümkün mü? Tatlı tatlı anlatmış o da. Bisikletin gidonuna kapanmış uyuyan çocuklar, kırmızı rugan ayakkabılı kızıyla bir anne... Patlıyor renkler.

Makaleleri kim çevirdiyse (yazmıyor) çok başarılı. Orijinali öyle midir bilmem ama Türkçe çeviri şiirsel, gürül gürül akıyor. Bazı yerlerde, tuhaftır, Cemal Süreya tadı. Bir okuyun derim
siz de:

Yanıbaşlarında bir motorlu bisiklet
bir kutu da 333 marka bira
vietnamcası
ba-ba-ba

kim olduğunu bilirsin sen


Beyefendi diyorlar,  Büyüğümüz diyorlar, Reis diyorlar, Uzun Adam diyorlar…  Daha birçok ismi var. Kendi ismi yok sadece…

Harry Potter’da Voldemort’a korkuyla ‘Kim Olduğunu Bilirsin Sen’ denmesi gibi biraz.

Ona hitap edenler ismiyle hitap etmiyor nedense, edemiyor. İki eşit insanın arasındaki o dolaysız hat kalkmış, kayıtsız şartsız itaat etmenin dengesizliği gelmiş. Ama onun dilinde herkesin adı var; arkasına bir ‘bey’cik bile eklemeden konuşup duruyor. Karşısında kimse yok, herkes aşağısında.

Başbakan Tayyip Erdoğan, sırf bu yüzden bile, o çok bahsettiği vesayet rejimini yıkamayacak. Asla… Dilde, hitabette, insanlar arasında bir yenisini bizzat kendisi çoktan üretmiş.

imkânsızlıklar dedektifi


Türlü türlü  neden birleşti; bu akşam kendimi bir sahafta Martin Mystere maceraları eşelerken buldum. 

Pek sevdiğim 'İmkânsızlıklar Dedektifi'ni özlemişim, ne çok. 

Bu seferin ganimeti Bermuda Şeytan Üçgeni, Lusitania'nın Sırrı, Kader Kafatası ve Teotihuacan'ın Gölgesi. 

Üstüne bir de Corto Maltese macerası. 

İyi bir akşam. Her bakımdan...

yoldan notlar - kara resimler, serin müzeler, aya yolculuk


Bir şehirde çok uzun kalmıyorsam, müze gezmeyi sevmem. Ağustos'ta Madrid başka seçenek bırakmıyor. Müzeler serin, ferah ve şaşırtıcı derecede sakin (şehirlilerin çoğu tatilde, yabancılar da bu sıcakta bu şehre gelmeyecek kadar akıllı tabii) 

Madrid'in en iddialı müzesi Prado'nun görkemli olduğunu duymuştum; büyüklük açısından dünyanın üç numarası olduğunu da Aslıhan söyledi. Yine de bana çok hitap etmiyor. Dini tasvir, dini tasvir, biraz daha dini tasvir...  İspanya'da sanatçılar yememiş içmemiş dinle ilgilenmiş sanki (tamam, yaşadıkları dönem bunu gerektiriyordu; önemli olan teknik, ışık vs ama hiç ilgimi çekmiyor ne yapayım.)

Yine de Prado'da bir hazine buldum. Goya'nın Kara Resimler'i... Ben bu tekinsiz, esrarlı, hatta tehlikeli resimleri hiç bilmezdim. Şimdi de aklımdan çıkmıyor. 

Gezi'den ve Mısır'dan sonra, Goya'nın o ünlü 3rd of May 1808'ine bakmak da sarstı. Gelecek sene resmin tamamlanmasının üzerinden tam 200 yıl geçmiş olacak. Hep aynı his: Sen beni yenemezsin. Yenemeyeceksin. 

Modern Sanat Müzesi, Reina Sofia da çok güzel bir bina. Yalnız içerideki sergi düzeni çok karışık. Neredeyse hiç yönlendirme yok. Bana kalırsa (ki kime kalacaktı burada) kürasyon da başarısız. Tabii bunca eşsiz esere sahip (mesela Guernica) oldukları için ayrıntılarla ilgilenmiyorlardır belki. Yapacak bir şey yok, İspanyollar'ın sorunu diyip geçelim. 

Reina Sofia'da Dali'ye ayrı sergi açmışlar, ayrı para istiyorlar. Kuyruk da cabası. Beş kuruş bile veremem kendisine. Sevenleri düşünsün. 

Son olarak, Reina Sofia'ya taş atımı mesafedeki Caixa Forum. Önce şu: Çok güzel restoranı var. Karnımızı doyurduktan sonra da şu: Sergi işini biliyorlar. Öncü sinemacı Georges Melies sergisi on numaraydı. Martin Scorsese'nin Hugo'sundan sonra adamı gerçekten öğrenmiş olduk. Melies'in 'Aya Yolculuk'unun orijinali seyretmek de Madrid'e kısmetmiş. Bomba gibi bir film. 

yoldan notlar - kayıntı avm'si ve fantastik vantilatörler

Kayıntı AVM'si olur mu, oluyor. Hem de nasıl güzel oluyor. Madrid'liler boğazına düşkün. Yemeyi de içmeyi de atıştırmayı da seviyorlar. Bu yüzden hepsini bir araya toplamışlar. Balık, şarap, şekerleme, kahve... Malzemesi demir, içerisi püfür. Tezgâhta durup, gelip gidene, garsonlara, yemeklere baka baka geceyarısını buluyorsun. Mercado de San Miguel, medeniyetin ne yöne gitmesi gerektiğine verilen güzel cevaplardan biri.

Bir küçük cevap da tinto verano. Biraz gazoz biraz kırmızı şarap, sangria'dan hallice, serin, dost... İspanya'ya özel.

Bir de çikolata sosuyla sundukları churrero var ki, bizim emektar müşebbek'in uzaktan kuzeni. Daha az gevrek, şiresiz... Kahvaltıda yeniyor, sair zamanda açlık bastırmak için de başvurabilirsiniz.

Bildiğim konu değil, bakıyorum da epey bir yiyip içmek yazmışım bu son post'ta. Neyse, beni ağzı dolu dolu "bu kuzuları kekikle besliyorlar di mi" diye soran Vedat Milor gibi düşünmeyin. Yemek bilgim kahvaltı çeşitleri düzeyinde. Aklıma düzgün bir benzetme bile gelmiyor, anlayın.

Yemeği yiyip kalkmak bir şey değil; Madrid'de esas olay oturmak. Şehir sakinleri, kafelerde restoranlarda su püskürten fantastik vantilatörlerin altında pinekleyip duruyor. Rahatsız da olmuyorlar. İnsan buna bile alışıyor demek ki. 

yoldan notlar - nessun dorma vs. toplum polisi


Madrid'de Puerta del Sol'den Opera Meydanı'na Calle Arenal üzerinden yürürseniz, en az dört sokak çalgıcısıyla karşılaşırsanız. Bu ifadenin onları doğru tanımladığından emin değilim. Çünkü az ilerideki görkemli opera binasında sahne alsalar da sırıtmazlar. O denli iyi, o denli büyük çalıyorlar.

Bir haftalık favorilerim: Kraliyet Sarayı'nın köşesindeki cool akordiyoncu, bazen Arenal bazen Malasana'da çalan quartet, Central Cafe'nin önüne gelen Gyspy Kings yadigârı kırık gitarlı gitarist, Arenal'daki akordiyoncu yaşlı çift...

Arenal, gündelik güzergâhımızın üzerinde olduğundan orada çalanları daha iyi biliyorum. Yalnız bir gece birdenbire sahne alan tenor unutulmaz. Sesi o denli güçlüydü ki Nessun Dorma'yı söyledikten sonra mekâna polis geldi ve gitmesini istedi. Üzüntü ve muz kabuğu...

İspanyol akordiyonculara birer plaket takdim etmek isterdim. Öyle bir Ciao Bella, bir La vie En Rose'la gün geçirmiyorlar. Repertuarları benim diyen müzisyene taş çıkartır. Biz şapka çıkartmakla yetindik.

Nessun Dorma'yla etrafı yıkan tenorumuz yukarıdaki fotoğrafta soldan ikinci, en solda yoldan geçen arkadaşı Ave Maria'da eşlik ediyor. 


yoldan notlar - güneşe karşı bir silah olarak yelpaze


Madrid'in en önemli meydanına Güneşin Kapısı (Puerta del Sol) demişler. Daha isabetli bir isim bulamazlardı.

Hava fazla bunalttığında kadınlar yelpazelerini çekiyor. Ama ne hüner! Yürürken çantaya doğru açıyla giren el, doğru açıyla bükülen bilek ve çenenin tam altında şraaaak diye açılan yelpaze... Yüzdeki ifade milim oynamıyor. Madridli kadınlar yelpazelerini bir silah gibi kullanıyor. Güneşe karşı...

Yelpazeyle de yapamayanlar için dev şehir parkı Retiro'yu icat etmişler. Orta halli bir kasabayı, bu parkın içine rahat sığdırabilirsiniz. Yanına uykusunu alıp gidene çimler bedava.

Madrid'de sokak işaretçilerini pek önemsememişler. Bir yerden bir yere giderken tabelalara değil önsezilerinize güvenmeniz gerek. Hele Retiro'da. Güneşte yol aramak intihar gibi. Yol aramaktansa yatıp uyumak en iyisi.

yoldan notlar - iyi kahve, anti küresel köy


Bugüne dek en iyi kahve İtalya'dadır diye bilirdim. Yanlış. İspanya'nın cafe solo'su espressoyu döver. Koyu, kıvamlı ve tadı sizi uzun süre götüren bir kahve. Pişirmesini de biliyorlar. Kahvede süt sevmem, ama sevenleri cortado'yla mutlu oluyor. Beş yudum kahve, bir yudum süt, bu kadar.

İşsizlik İspanya'nın iliklerine kadar işlemiş, belli. Özellikle genç işsizliği. Caddelerde broşür dağıtanlar, mağazalara bakınarak geçen yayalardan daha çok. Kötümser bir ruh hali. Ülkeyi böyle görmek üzücü.

Hemen herkesin benden çok daha iyi İngilizce konuştuğu Amsterdam'dan, yabancı dilin sıfır noktasına yaklaştığı Madrid'e gelmek tuhaf. Çaba sarfetmemek değil, gerçekten bilmiyorlar. Bir şey anlatmak istediklerinde, sadece daha vurgulu söylüyorlar. Anlatabiliyorlar da üstelik.

İspanyolların İngilizce iletişim kurmaması bana iyi geldi. Herkesle aynı dilde konuşmak fena. Küresel köy dediğimiz berbat bir yer. Vasıfsız hediyelik eşya dükkânı gibi.


yoldan notlar: madrid


İspanyollar latif insanlar, İspanyollar hoş insanlar. Beş gündür geçinip gidiyoruz. Bir ömür de geçinebiliriz.

Tom Robbins ne demişti Parfümün Dansı'nda: "Bu mevsimde Louisina eyaleti, doğadan gelen sapık bir telefonu andırıyordu." Madrid şu an tam öyle. Öğlen güneşi sıcak, akşamki kavurucu. Saat dokuzda nefes almaya başlıyoruz.

Çoğunluk pılısını pırtısını toplamış, dükkânını da kapatıp gitmiş. Biz de arkalarından su döktük gibi. Geri geldiklerinde onlarla da görüşürüz.

Kalan sağlar bizim. Kalan sağlar çoğunlukla yaşlı. Madrid, bir yaşlılar cumhuriyeti. Sokak aralarında, geniş bulvarlarda, parklarda banklarda, mutlu mesut ferah feza takılıyorlar.

Fotoğraftaki de Madrid'in 'hep genç' yaşlılarından biri. Antik San Bernardo Üniversitesi'nin eski bir öğrencisi. Okul yolunda.  

bir mücadele alanı olarak trip advisor



İki yıl önce bir gün, Bangkok’un neredeyse yarısı korkunç sel yüzünden sular altındayken, ‘turist gettosu’ Khaosan Road yakınında bir otelin terasında oturuyordum. Güler yüzlü hatta fazladan cıvıl cıvıl çalışanları, dolabında her daim soğuk Singha birası, sakin ve gölgeli terasıyla, hoş bir oteldi. Ahım şahım bir yer sayılmazdı; yine de tehlike sinyallerinin anbean arttığı o belalı günlerde güven veriyordu.

Yardımsever resepsiyonistimiz, GSM bayilerinin bir türlü beceremediği cep telefonuma internet yükleme işini bir saat didinerek halledince moralim daha da düzeldi. İlk iş internetten güncel sel haberlerine baktım, ardından o otel hakkında ne demişler öğrenmek için Trip Advisor’a girdim (arkadaş tavsiyesiyle geldiğimden, daha önce bakmamıştım). Keşke hiç kalkışmasaydım! Eski ziyaretçilerden biri tam olarak şöyle yazmıştı: “Burayı sakın denemeyin. Odalar kötü, hizmet berbat, üstelik çalışanlarından biri hırsız.” Daha da tuhafı, kaşına gözüne kadar, uzun uzun hırsız diye tarif ettiği kişi, daha az evvel binbir dua ettiğim o resepsiyonist kadındı. Önce içime bir kurt düştü; sonra o düşen kurt için kendimi ayıpladım. Ama şunu da biliyordum: Bu yorumu daha önce okusaydım, oraya asla gitmezdim. 

İşte bu kadar basit. İnternetin önde gelen seyahat sitesi Trip Advisor, bir mekânı rezil de vezir de edebiliyor. Zamane turistinin seyahati artık evine dönüp bavulunu yerleştirdiğinde bitmiyor. Bir heves bilgisayarının başına çöküp, kaldığı otellere, yemek yediği restoranlara not vermesi de lazım. Hem illa dünyayı dolaşması da gerekmez. Köşebaşındaki restoranda pişen bifteğin sertliğine kızan, müdavimi olduğu kafenin güleryüzlü garsonlarına bir omuz vermek isteyen, derdini artık ‘yorum’a döküyor. 

İnternetin yeni kralı işte bu yorumlar. Seyahat planları da iş yemeği rezervasyonları da onlara göre şekilleniyor. İnce eleyip sık dokuyanından racon kesenine, arkadan konuşanından konakladığı otele babasının mekânıymışçasına övgüler yağdıranına, ne ararsarsınız var. Bir restoranda keskin bakışlarla etrafı süzen birini görürseniz bilin ki, uzun bir yorumun ilk paragrafını kafasında yazıyor. Yok o kişi sizseniz, belli etmemeye çalışın; çünkü restoran sahibi de, golü nereden yiyeceğini hesaplayarak size endişeyle bakıyor. 

Kime inanacaksınız? 

Yorumlarda tartışmasiz lider Trip Advisor, ama tek başına değil. Sıradan vatandaşların evlerini hatta villalarını, otelsevmez seyyahlarla buluşturun Airbnb hızla yükseliyor. En sürprizli işlerde ilk beşe yazılabilecek hostelde kalma meselesini nispeten kolaylaştıran Hostelworld de internetin gözdelerinden. Bir şehrin sadece yerlisine itimat ederim diyen, Spotted by Locals’a bakıyor. Gezeyim ama gezegene zararım dokunmasın diye düşünen Green Traveller’ı kullanıyor. Kullanıcı yorumlarının iyi bir süzgeçten geçmesini önemseyenin adresi Oyster. Kendini otel ve restoranla sınırlamayan, kuru temizlemeciden köşedeki dondurmacıya kadar tanıyıp bilmek isteyen Yelp’e başvuruyor. Incık cıncık ayrıntılı haritasındaki mekân yorumlarıyla Google’ı da unutmayalım. 

Yereli globali bu tür daha onlarca site var ama dedik ya aslan payı 1800 çalışanı ve bir milyar doları aşkın yıllık geliriyle sektöre hükmeden Trip Advisor’ın. Siteye her dakika 70 yorum iletiliyor. Dünyanın dört köşesindeki üç milyonu aşkın, otel, restoran ve bilimum mekânı inceleyebileceğiniz 100 milyon yorum an itibariyle sistemde mevcut. Bunları ayda 230 milyon kişi okuyor. 

Şimdi, diğer adresleri de düşünerek bu rakamları misliyle çarpın. Yani internette azıcık dolandığınızda, gitmeyi kafaya koyduğunuz bir mekân üzerine herhangi bir yorum bulmamanız olanaksız. Sorun da zaten burada başlıyor. Bu yorumlara ne kadar inanabilirsiniz? Gerçek hayatta, adını söylese ikna olmayacağınız bir insanın, Kamboçya sahilindeki bungalov tavsiyesine nasıl inanacaksınız? Ya da, bir restoran için “ortamı ferah lokması kuvvetli garsonu samimi” diyene mi kulak vereceksiniz, “böyle muamele olmaz, daha da gelmem” diye kestirip atana mı? 

Kılçık atanlara dikkat

Siz en iyisi bir bileni dinleyin. New York Times’daki ‘Frugal Traveler - Tutumlu Seyyah’ bloguyla tanınan Seth Kugel, yorum okurken aşırı uçlara takılmamanızı, ortalamayı alıp karar vermenizi öneriyor. Bir başka yöntem de bu tür sitelere Facebook üzerinden girmeniz (Trip Advisor’da bu seçenek mevcut). Böylece tanıdığınız, bildiğiniz insanların nereyi önerip nereden kaçın dediğini görebileceksiniz. Özel filtreler de mevcut: Sadece tek başına seyahat edenleri, çocuklu aileleri, balayı çiftlerini dinleyebilirsiniz. Artık meşrebinize göre... 

Hassas bir konu daha. Yorum okurken genel eğilimlere karşı gözünüz açık olmalı. Örneğin Amerikalılar, had safhada bahşişle de yoğrulsa hizmet yoğun bir ülkeden geldiklerinden, en ufak bir aksamayı sert eleştiriyor.  Avustralyalılar ise genelde bol keseden not veriyor. Hem unutmayın, yorumlarda ‘tatil modu’ her zaman kaygan zemin. İnsan, tonla para verdiği bir mekân hakkında konuşurken, ya göklere çıkarmaya ya da yerin dibine batırmaya teşne. Bir de ne kadar beğense de kılçık atmadan duramayanlar var. Örnek: Airbnb’de kaldığı evi bir sayfa övüp, “not: ama biraz havasız” diyenler. Dert etmeyin, zamanla kılçık temizlemekte ustalaşacaksınız. 

Tabii bu konuda sizden daha dertli olanlar da var. Mekân sahiplerinden bahsediyorum. Bir restoranın camına göstere göstere “Trip Advisor’da değerlendirilmiştir” etiketini yapıştırmak kolay değil. Emin olun, o mekan sahibi, “hakkımızda ne demişler” diye internette endişeyle dolanıp duruyor. Olumlu yorum görüyorsa sorun yok ama bugün Trip Advisor ya da Yelp’te “çorbamdan kıl çıktı” diye sızlanan müşteri, Uğur Dündar’ın dükkân mühürleten baskınlarına eşit. Hatta daha da fazlası. Çünkü televizyon programı bir süre sonra unutuluyor, ama internetteki yorum yara izi gibi. Ölene dek kaybolmuyor. 

Üstelik güven sorunu da had safhada. Başka başka isimler altında rakiplerine kara çalan otel müdürleri de bu sitelere yorum bırakıyor, boş vakti fazla gıcıklık katsayısı yüksek huzursuz gençler de. Sözgelimi, “bakalım sonu nereye varacak” diye İngiltere’nin uzak bir kasabasında restoran uydurup, ballandıra ballandıra anlatan insanlar mevcut. Bu sözlere kanıp oralara kadar kendini yoran yoktur, demeyin. Var. Hem de sayıları epey çok. 

Bardağın dolu tarafına bakalım. Gitmeye asla cesaret etmeyeceğimiz bir yere evvelden varanları okumak insana heves veriyor. Üstelik böyle böyle beklentimizi düşük ya da yüksek tutmayı öğreniyoruz. Yani sürprizler azalıyor. Bardağın boş tarafı: Aynısı. Sürprizler azalıyor. Tesadüflere bulaşamayacaksak neden gezip görüyoruz?

12 Ağustos 2013 tarihli Radikal'den 

tuhaf günler vol. 2

Tuhaf Günler'de ayın başından iki günün hasatı. Milliyet ve Habertürk'ten. Obama yüzünden işinden olan gazeteci bizim için çok tuhaf değil tabii. Tuhaf bulamadığımız için koydum. 

Milliyet 2 Ağustos

Habertürk 3 Ağustos

Habertürk 3 Ağustos

Milliyet 2 Ağustos

Miliyet 3 Ağustos

Miliyet 2 Ağustos
Habertürk 3 Ağustos

Bir önceki Tuhaf Günler için buraya: Tuhaf Günler Vol. 1

kısa ve acısız: dördüncü murat'ın hüznü, melez prens ve ölü bir post


Yeni birini keşfetmek istiyorsanız Selma Adzem'i dinleyin. Bosnalı genç şarkıcı Almanya'da popstar durağından geçtikten sonra şansını İngiltere'de deniyor. Porsmouth'ta üç yıl önce kurduğu Selma & Sound ile beraber Special To Me isimli albümü henüz yayımlayan Selma'nın yukarıdaki şarkısı Follow Me şahane. Klibi zaten ayrı şahane. Dinleyin dinlettirin. Resmi sayfası da burada. Selma meşhur olduğunda da keşif kredisini bana yazarsınız artık.

Murat Bardakçı'dan okudum (bir haftada ikinci defa bloga girdi, enteresan): Dördüncü Murat, "dinlediğinde hüzünlendiği için" kendi bestelediği parçayı yasaklamış. 

Bugün kafede sekiz on yaşlarındaki bir çocukla babası ayrı masalarda oturuyordu. Çocuk, nasıl kızdıysa babaya artık, elinde bir kitap, sırtı babasına dönük, dünyayla ilişkisi sıfır, öyle küskün pinekleyip durdu. Baba geldi gitti, çocuğu kendi masasına çağırdı, nafile. Bir ara tuvalete gidince, uzanıp okuduğu kitaba baktım: Harry Potter - Half Blood Prince. 

Washington Post'ta bir zamanlar 'editoryal inovasyon editörü' diye bir pozisyon varmış. Güzel şeyler kelebek ömürlü tabii, çok sürmemiş. Belki Jeff Bezos'lu dönemde yeni nesil pozisyonlar açılır. Kaldı ki,    ona da pek güvenmemek gerek.


reklamın iyisi: camcı kardeşler

Jarritos - Glass Blowers from CHRLX on Vimeo.

Jarritos diye bir içecek markası. 'Biz buralı değiliz' diyor sloganı. Değillermiş gerçekten.

eyy nobel'den beş yıl önce


Harbiden nereden nereye...

Erdoğan, 2008'in sonlarında İsrail ile Suriye'yi masaya oturtmak üzereydi. Düzelteyim, zaten masaya oturttuğu bu iki ülkeye el sıkıştırttırmak üzereydi. 'Olmaz' denen olacakken, belki birkaç gün farkıyla, İsrail, Gazze'de 'Dökme Demir - Cast Lead' operasyonuna başladı.

Suriye-İsrail barışı dolayısıyla yattı. Erdoğan da çok sinirlerek aradan çekildi ve bunu -nedense- kişisel aldı.

Sonrası Davos... 'One minute' günü... Önce fena bozuk olduğu İsrail'e, Cumhurbaşkanı Simon Peres nezdinde "siz öldürmeyi iyi bilirsiniz", sonra da "daha gelmem Davos'a" diyerek zenginler kulübüne toplu posta. Elbette havaalanında (sonradan bir klasik haline gelecek) 'kahraman' karşılaması.

Tuhaf. Barışı samimiyetle isteyen ve o zamanlar iki tarafından da pek güvendiği bir arabulucu olarak çok uğraşan Erdoğan, İsrail ile Suriye'yi masadan bir anlaşmayla kaldırabilseydi, o barış ortamında muhtemelen Gazze operasyonu da yaşanmazdı.

'One minute' ayarını vermeyeceği gibi, Davos'a da halen gidiyor olurdu başbakan.

Mavi Marmara saldırısı düşünülemezdi bile.

Mısır belki farklı ama Suriye Arap Baharı'nda kaosa bu denli hızlı düşmezdi. En azından Erdoğan ve İsrail, Esad'a daha yakın dururdu. Dahası, Esad da belki bu iki ülkenin telkinlerine daha fazla kulak verirdi.

Her şeyden öte, Erdoğan, Ortadoğu'nun en sert düğümlerinden birini çözmüş bir lider olarak yüzde yüz bile değil, yüzde bin, Nobel Barış Ödülü'ne layık görülürdü.

Ama olaylar farklı yaşandı. Şimdi "eyyyy Nobel!" diyen bir Başbakan var.

Bu konuşmayı duyduğumda Erdoğan'ın kafaca Davos'ta kaldığını, herkese, her şeye, her kişiye, ama ölü ama diri, insan veya kurum ayırmadan posta atma, ayar verme, fırça çekme alışkanlığının artık yerleştiğini düşündüm. Hem alkışlayanı da var nasılsa...

Artık farklı düşünüyorum. Erdoğan'ın aklı 27 Aralık 2008 gecesinde kaldı bence. Gazze'ye Dökme Demir operasyonunun başladığı o gece Erdoğan, Ortadoğu'ya barış getiren büyük lider olarak anılma şansını kaybetti. Halen onun hayalkırıklığını yaşıyor. 

Yukarıdaki imajı twitter'daki eski bir feyk Nobel hesabında buldum. 

  

santiago'nun sokak köpekleri


Güzel insanlardan güzel fikirler çıkıyor. Santiagolu iki akıllı lise öğrencisi de düşünmüş taşınmış, sokak köpeklerine dikkat çekmenin bir yolunu bulmuş. "Estoy Aqui - Ben Burdayım" adını verdikleri kampanya, iki sanatçı, Violeta Caro Pinda ve Felipe Carrasco Guzman tarafından videoya alınınca, ülkede bir sansasyon haline geldi. Balonların üzerinde "bana kötü davranma", "beni sev", "beni terk etme", "boynumu kaşı" yazıyor. Sonuçları görüyorsunuz... İyi iş, vicdanlı iş, güzel video...

Köpekler demişken hemen memlekete bağlanalım. Evdeki ve sokaktaki hayvanlarla ilgili tuhaf bir mesele var. Murat Bardakçı, Habertürk'teki köşesinde, dün dipnot yazar gibi, çok ciddi bir haberin pasını verdi. 17 yaşındaki kedisini henüz kaybettiğini kaydeden Bardakçı, geçen günlerde eşiyle beraber sokakta besledikleri kedilerden birini (ismi Melâhat) eve aldığını anlatıyor. Yalnız Melâhat biraz hastaymış. Veteriner böbrek yetmezliği teşhisi koyup tedavi etmiş. Bardakçı kediyi nekahat dönemi için eve getirmiş getirmesine de, Melâhat bu defa da kör olmuş. Gerisini Bardakçı'dan dinleyelim: 

"(...) Ama ortada sanki bir tuhaflık var... Ayşe Arman geçenlerde beslediği tavşanının kör olduğunu yazmıştı. Tavşanın körlüğü hastalık neticesi idi ama ardından Teşvikiye'de yaşayan iki arkadaşımın hayvanlarının gözleri gitti: Birinin köpeği diğerinin de kedisi birdenbire kör oldu, hemen ardından da bizim Melâhat. Tesadüf mü yoksa ortalıkta hayvanlara musallat bir virüs yahut salgın mı dolaşıyor bilmiyorum ama bir tuhaflık var gibi... Gezi olayları sırasında kullanılan biber gazının sadece insanlara zarar vermediğini, binlerce kuşun da canını aldığını düşünecek olursak kedilerle köpeklerin birdenbire kör olmalarının gerisinde bir şeyler bulunup bulunmadığının da araştırılması gerekiyor."

Ortada taş gibi haber var. Birisinin de gerçekten peşine düşmesi gerekiyor. Bir salgını -varsa tabii- ortaya çıkartan ya da Gezi'deki gaz bombalarını bu körlük vakalarına bağlayabilen gazeteci müthiş bir iş yapmış olur. Ödüllü işler sadece Ankara, Ergenekon, derin ilişkiler yazarak çıkmıyor. Bu da çok mühim mesele. Hele gaza bağlı körlük saptanırsa, global ölçekte gaz kullanımı yönetmeliği değiştirtecektir. Birisi el atsa ya... 

ay sarayında