dünyanın en hüzünlü filmi

F L O A T I N G from Greg Jardin on Vimeo.

Evet, bu dünyanın en hüzünlü filmi. En azından şu an için... İsmi Floating.  Greg Jardin isimli hünerli bir yönetmen yapmış (Adamın müzik videoları da var ki hepsi güzel, oyuncaklı işler, bir tanesini sadece jelibonla çekmiş mesela).

Balonlardan mürekkep bir karakter koca şehrin içinde yalnız, ta ki ruh eşini buluncaya kadar... Dokuz buçuk dakikada toparlanmış, mendil ıslatmalık bir hikâye... Nasıl güzel, nasıl hüzünlü... Ne demişti Turgut Uyar: "Şimdi dolaşıp duruyor aramızda / kıpkırmızı bir duygu olarak / doğudan batıya bir güz halinde / çılgın ve hüzünlü."

Jardin, bir parça Uyar okumuş mudur?

iki taksici

Geçen gün bindiğim taksinin şoförü ben yaşlarda, samimi, konuşkan bir adamdı. Anlattıkça anlattı… 

Yolu bilmiyordu; tarif ettim. İki hafta önce başlamış taksiye, halen zorluk çekiyormuş. (Kim çekmez!) Yine de kendine güveniyordu. “Ben çok iş değiştirdim abi” dedi. “Ama bir hayat felsefem var: Asılırım, mantığını kavramaya çalışırım, sonra o iş çok kolaylaşır.” Eh, sıkı çalışmak iyi de İstanbul trafiğini anlamak öyle kolay olmasa gerek. 

Zor değilmiş. Öyle diyor yani. Şimdiden sabah nerede durması, akşam nereden geçmesi gerektiğini anlamış. Hiç boş kalmıyormuş, işler rayına oturuyormuş. 

Memleket muhabbeti yaptık biraz. Kırşehirli olduğunu söyledi. İki sene önce gelmiş İstanbul’a; atölye, fabrika, inşaat derken taksiye başlamış. Kırşehir’de ne iş yaptığını sordum. “Balıkçıydım abi” dedi. 

Kırşehir’de balık!? Şaşırdığımı gördü, “Hirfanlı Barajı’nda tutuyordum” diye ekledi. On sene kadar her sabah balığa çıkmış; baraj gölünü, gölün içindeki tepeleri, hangi balığın saat kaçta ağa geldiğini tek tek ezberlemiş. Ama yetmemiş işte… Kalkmış, İstanbul’a gelmiş. 

“İyi de” dedim; “madem balıkçılık biliyorsun, madem her işe asılıp mantığını kavrıyorsun, niye burada da balıkçılık yapmıyorsun?”

“Yok abi” dedi. “Bu deniz başka. Boğaz başka. Bizim Hirfanlı’ya benzemez, ben bilmem buraları, Sarıyer’den açılırım, Rusya’dan çıkarım; kapar götürür burada deniz; denemedim bile.”

Denemeyecekmiş de. Sisten de korkuyormuş hem. Yani taksiye devam… 

Güzel güzel, ayrıntı vere vere anlattı, iyi bir adamdı. Belli, taksiciliği de öğrenecek. Yolu açık olsun. 

Taksilerde sohbet çok. Belki unutacaktım bizim eski balıkçı taksiciyi de. Bir haber engel oldu. 

Rumelifeneri açıklarında, kaçak Afgan mültecileri taşırken batan, 24 kişiye mezar olan teknenin kaptanı bir taksiciymiş, yeni öğrendim. Cenazede gazetecilere konuşan kardeşi bütün ailenin şaşkın olduğunu söylüyor. Ağabeyinin kaptanlıkta uzaktan yakından bir ilgisi yokmuş. Yıllardır İstanbul’da taksicilik yapıyormuş. İyi yüzme bilirmiş, o kadar… Niye böyle bir şeye kalkıştığını kimse anlamamış. 

İki taksici… Tuhaf, ikisinin de hikâyesinden deniz geçiyor. Biri korkuyor, yaklaşmıyor bile, diğeri nedense yaklaşmış, hiç anlamadığı dümenin başına geçmiş.

Birinin teknesi artık taksi, diğer hikâye bitti.

tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu


Uzun zamandır sinema üzerine iyi yazılmış bir kitap okumak istiyordum. Olkan (Özyurt) sağolsun, kütüphanesinden Lütfi Akad'ın otobiyografisini çıkarıp verdi de tam istediğim gibi bir kitaba kavuştum.

Lütfi Akad büyük yönetmen, bu kadarını biliyoruz. Büyük de bir yazarmış. "Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim... Kaldım da..." diyerek hayatını anlattığı, 'Işıkla Karanlık Arasında' isimli kitabını muazzam yazmış.

Kitabı, daha ilk cümlelerinde, girdiği o büyük maceranın hakkını vererek açıyor. 26 Haziran 1946'dayız...

"Bunalımlı günler vardır. İnsan ne yaptığını, nereye gittiğini bilemez. Öyle günlerden birini yaşıyordum. İki buçuk yıllık askerlikten yeni terhis olmuştum, bir yerde çalışıyordum ve annem beni evlendirme telaşı içindeydi."

Sayfalar ilerledikçe genç ruhunun nasıl kabına sığmadığını görüyoruz. Ortada sinema namına hemen hiçbir şey yokken, belirsizliğin içine balıklama dalmış Akad. Ama ne dalış...
 
(...) Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim, meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir. 

(...) Yapacağım işin sinemayla bir ilişkisi yok görünüyordu. Bir işletme örgüsü kurulacak, hesap kitap işleri görülecekti. Gördüğüm eğitime yabancı bir tarafı yoktu. İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'ndan mezundum. Ama o sıralar, dediğim gibi, Osmanlı Bankası'nda çalışıyordum. Tutarlı bir işim vardı. İşte sorun da burada idi. Tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu. 

Uzun, upuzun bir kitap Işıkla Karanlık Arasında (İş Bankası Yayınları, 2014). Acele etmeden, tadını çıkartarak okuyacağım.

herkese açık bir sır olarak kütüphane gemisi

(...) Turistsiz günleri Kütüphane Gemisi'nde geçirir olmuştuk - kitap kurdu olduğu asla iddia edilemeyecek Ossie dahil. Bir hava-teknesine doluşup Timsah Park'ın çeyrek mil kadar batısında bulunan isimsiz çam adasının uzun bir şişe boynu şeklindeki körfezine gidiyorduk. Oraya daimi olarak demir atmış, yan gelip kayalara yatmış yirmi altı metrelik, bakırımsı yeşil bir uskuna vardı. İşte Kütüphane Gemisi oydu. Yerinden hiç kıpırdamamasına karşın, tıpkı Gus'ın feribotu gibi Kütüphane Gemisi de anakarayla bir başka bağlantımızdı. İçi kitap doluydu. Otuzlu ve kırklı yıllarda, kitap hastası bir balıkçı olan Harrel M. Crow bu üç yelkenli tekneyi bataklığın bizim bulunduğumuz tarafına yanaştırır, etrafa serpilmiş olan adalara kitap dağıtırmış. Sonra Harrel M. Crow ölmüş, böylece evlere kitap servisinin sonu gelmiş. Ama Kütüphane Gemisi, mucize eseri, kayalıklarda asğ kalmayı başarmıştı; yağmalanmadan, fırtınalar tarafından parçalanmadan. Bütün komşularımızın güzelce yararlandığı, açık bir sırdı. Kürek çekerek gemi enkazına yanaşıp H. M. Crow'un ambarına tırmanabilir ve kucak dolusu yarı-rutubetli okuma malzemesiyle dönebilirdiniz. İnsanların yeni kitaplar bağışladığı da oluyordu - alt raflar pespaye aşk romanlarıyla, polisiyelerle dolup taşıyordu; bazı satırları çizilmiş bir İncil, çoğu çözülmüş bir bulmaca kitabı, Shakespeare'nin oyunları. Dolayısıyla koleksiyon sürekli gelişmekteydi.

Karen Russell, Timsah Park (Çeviren: Püren Özgören)

ebe balinalar ve üç defa yaşayan adam


Seyahat dergilerini hep çok sevdim. Gerçi artık  yelpazeleri genişledi, bilime, dine hatta metafiziğe daldılar iyice. Ama işlevleri baki. Kurşun gibi ağır gündemden yorulup bunalınca, hatta gündemden bağımsız başka imkânların, başka dünyaların rasgele izini sürmeye niyet edince benzersizler. Yarım saatte sizi başka aleme götürür, ferahlatıp geri getirirler. Dünya hiç de küçük değil; insanlar, yaşamlar, mekânlar sınırsız, sonsuz… Biz fazladan afra tafra yapıyoruz sadece.

Aşağıdaki satırlar, bu ayki Geo’dan. Alman yazar Elke Naters, Güney Afrika’da bulup bir daha bırakamadığı cenneti, Cape Town yakınlarındaki Hermanus ve çevresini anlatıyor. 

(…) Balina sahilinde, Hermanus’ta oturuyoruz. Adı böyle, çünkü her yıl hazirandan itibaren Antarktika’dan kambur balinalar buraya geliyor, burada çiftleşip doğuruyorlar. Aralık ayına kadar kalıyorlar. Gebe balinalar yanlarında bir ebe getiriyor; ebe, bebeği ilk nefesi alabilmesi için su yüzeyinde taşıyor.(…)

(…) İlkokulda şekerleme satıcısı olan, rugby sahasının yanındaki küçük bir kulübede şeker köpüğünden toplar, kola, cips ve kâğıt şekeri satan Mr. Botha bir zamanlar öğretmenmiş, sonra paralı asker olarak Kongo’da bulunmuş, daha sonra Zimbabwe’de mısır yetiştiricisi olmuş. Hayatta üç kere her şeyini kaybedip yeniden başlamış. Kaybettiğini avucuna sayan bir sigorta olmamış. Yaşlılığını güvene bağlayacak bir emekliliği yok. Şimdi karısıyla kırsalda yaşıyor, papağan yetiştiriyor, eski araba lastiklerinden süs eşyası yapıyor,sonra bunları cumartesi günü şifalı otlarla birlikte pazarda satıyor. (…)

Fotoğraflar Hermanus kasabasından. 

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...