interneti kıran kâğıt, odadaki fil, ince bıyık - haftanın kapakları

Gazete temposuna kaptırınca, ilk göz ağrım dergileri ihmal ettim tabii. Hızla dönelim mevzuya. Geçen haftanın en iyi kapakları aşağıda. Daha yıl sonu gelecek, bu senenin kapaklarına gideceğiz.

Yukarıdakiyle başlayalım. 30 yıllık dergi Paper, harika iş yaptı: İnterneti kırdı! Kim Kardashian’ın bu cüretkâr ve sahtekâr (o vücudun öyle olamayacağını hepimiz biliyoruz, değil mi) pozu popüler kültür tarihine geçecek. İnterneti kıranın da adı gibi kâğıttan bir dergi olması manidar. Kâğıdı gömmeye vakit var daha, sabırsız internetçiler haddini bilsin.



İki ayda bir yayımlanan The Advocate’ın Putin kapağı on numara. Bıyık detayı nasıl akla gelmemiş daha önce. Kendini ‘gay haberleri LGBT hakları, siyaset ve eğlence’ dergisi diyerek tanımlayan Advocate’ devreye girmiş neyse ki. Büyük kapak. Her anlamda.

Tasarım dediğinde tek geçilecek ülke Hollanda. Yeni nesil reklamcıların, ’cutting edge’ tasarımcıların rağbet ettiği dergi Creatie de bu mevzunun bayraktarlarından.  Daha güzel kapakları vardı ama son sayısı da iyi. Kapakta “Masum hedefler: Avcılar 1000’den fazla insanı her yıl kazara avlıyor” yazıyor.



Sanat ve görsel kültür dergisi Elephant’ın özel sayısı, ‘There’s a new elephant in the room’ klişesiyle çıkmış. Kapağı ‘ortamdaki yeni fil’e uyumlu. Fil boku basmak olmazdı, daha iyisini yapmışlar.

 Son olarak bir de bir gazete ekleyelim listeye. Avustralya’nın Brisbane şehrindeki G20 toplantısında Putin çok da hoş karşılanmadı. Rus lidere, 17 Temmuz’da Ukrayna üzerinde düşürülen Amsterdam – Kuala Lumpur (MH17) uçağının hesabını sordu Avustralya gazeteleri. 38 Avustralyalının da öldüğü (toplamda 298 kişi) uçağın vurulmasında, biliyorsunuz Rus parmağı olduğu iddia ediliyor. Courier Mail gazetesi de manşetten şöyle demiş: “Sevgili Bay Putin, G20 vesilesiyle Brisbane’i ziyaret ettiğiniz için teşekkür ederiz. Ama zirveye geçmeden önce Avustralyalıların duymak istediği bir şey var: ÖZÜR DİLERİM.”

koala diplomasisi

Daha iyi bir fotoğraf düşünülemez: Kucağınızda dünyanın en tatlı hayvanı, yüzünüz gülüyor, en saf haliyle PR… Koala diplomasisi…

Batılılar bilir böyle işleri, Avustralya’nın Brisbane şehrinde toplanan G20 liderlerinin kucağına birer koala verdiler, şenlik başladı. Sevimsiz ekonomi-siyaset toplantısı karnavala döndü. 

Fotoğraflar uzun uzun baktırıyor gerçekten. Örneğin Putin’in hiç oynamayan yüz kaslarında hafif bir tebessüm belirmiş; Obama zaten ‘Koala bizim işimiz’ havasında; Dilma Rousseff “Ben yağmur ormanından geliyorum kardeşim, koala neymiş” deyip idareten tutuyor gibi… Alman Merkel, uzaktan uzaktan seviyor, kare vermemiş. Hindistan Başbakanı Narendra Modi, “Abi ben hiç sevmem öyle hayvanlı mayvanlı” diyerek çıkmış işin içinden, “Nerede yetiştiriyorsunuz bunları” pozunda Avustralya Başbakanı Tony Abbott’tan bilgi alıyor. 




Bir de devlet başkanları eşlerinin milli park gezisi var. Belli ki daha şenlikli geçmiş o. Sare Davutoğlu güzel kucaklamış ama eldivenle koala tutmak fazla kibar kaçmış. Singapur başbakanının eşi Lee Hsien Loong şefkatli, annesi gibi koalanın. Çin başkanının eşi Peng Liyuan havalı. Ama ben İtalyan başbakanının karısı Agnese Landini’ye bayıldım; “Elbisem kolsuz” demeden kucaklamış sivri tırnaklı yavruyu. 

Cesaret puanıysa Avustralyalı başbakan eşi Margaret Abbott’a gelsin. Koala kolay, herkes boynuna o yılanı dolayamaz… Abbott dolamış.  





Gevezelik yeter, biraz işin ‘nasıl’ına bakalım. Queensland eyaletinin koalaları arada bir böyle diplomasi işlerinde de kullanılmak üzere yetiştiriliyorlar. Yoksa, öyle kolay kolay insanın kucağında duracak bir hayvan değilmiş. Ver ağacı, sarılsın saatlerce ama insan dediğin koalanın doğasına aykırı. 

Eğitimciler anlatıyor; bu iş için eğitilen yavruları günde 10 dakika kucaklayıp gezdiriyorlar; yetişkinleriyse yarım saat. Üç gün sonunda bir gün tatil yapıyor koala. Ağaca sarılıp uyumaktan ibaret günlük rutinine dönüyor. 

Dünya liderleri aldırdı mı bilmem ama koala eğitmenlerinin kucak heveslilerine bir tavsiyesi var: Bir koala tutarken hareketsiz durun. Bir ağaç olduğunuzu farz edin. Alttan kucaklayın ki, düşmeyeceklerinden emin olsunlar, sonra onlar da sizi kucaklar.”

Ağaç olmayı önermek güzel. Tabii bazılarına zor gelebilir.

abuk sabuk insanlar

Mesaj yazıyorlar, tweet atıyorlar, mail gönderiyorlar… 

Sadece can sıkmak için. Ellerindeki hançeri, bir gece bir sokağın kuytusundaymışız gibi, sinsice batırıp kaçabilmek için. Sebepsiz, düzensiz bir kötülüğü üzerimize kusmak için. Yok yere. 

Gazete yazılarının okur yorumlarında, forumlarda rahatlıkla bulabilirsiniz onları. İdeolojik bir ayrım aramayın: Dincidirler, faşisttirler, sağcı, solcu, liberaldirler. Aslında hemen hepsi bu ülkenin ‘normali’dirler; makbulüdürler. Evrenseldirler. Başka kıtalarda da yaşarlar. Yaşamınıza karışırlar. Bok atarlar. Boktandırlar. 

Sizi sizle bırakmazlar. İçinize girerler. Çıkmazlar daha. Kalırlar.

dünyanın en hüzünlü filmi

F L O A T I N G from Greg Jardin on Vimeo.

Evet, bu dünyanın en hüzünlü filmi. En azından şu an için... İsmi Floating.  Greg Jardin isimli hünerli bir yönetmen yapmış (Adamın müzik videoları da var ki hepsi güzel, oyuncaklı işler, bir tanesini sadece jelibonla çekmiş mesela).

Balonlardan mürekkep bir karakter koca şehrin içinde yalnız, ta ki ruh eşini buluncaya kadar... Dokuz buçuk dakikada toparlanmış, mendil ıslatmalık bir hikâye... Nasıl güzel, nasıl hüzünlü... Ne demişti Turgut Uyar: "Şimdi dolaşıp duruyor aramızda / kıpkırmızı bir duygu olarak / doğudan batıya bir güz halinde / çılgın ve hüzünlü."

Jardin, bir parça Uyar okumuş mudur?

iki taksici

Geçen gün bindiğim taksinin şoförü ben yaşlarda, samimi, konuşkan bir adamdı. Anlattıkça anlattı… 

Yolu bilmiyordu; tarif ettim. İki hafta önce başlamış taksiye, halen zorluk çekiyormuş. (Kim çekmez!) Yine de kendine güveniyordu. “Ben çok iş değiştirdim abi” dedi. “Ama bir hayat felsefem var: Asılırım, mantığını kavramaya çalışırım, sonra o iş çok kolaylaşır.” Eh, sıkı çalışmak iyi de İstanbul trafiğini anlamak öyle kolay olmasa gerek. 

Zor değilmiş. Öyle diyor yani. Şimdiden sabah nerede durması, akşam nereden geçmesi gerektiğini anlamış. Hiç boş kalmıyormuş, işler rayına oturuyormuş. 

Memleket muhabbeti yaptık biraz. Kırşehirli olduğunu söyledi. İki sene önce gelmiş İstanbul’a; atölye, fabrika, inşaat derken taksiye başlamış. Kırşehir’de ne iş yaptığını sordum. “Balıkçıydım abi” dedi. 

Kırşehir’de balık!? Şaşırdığımı gördü, “Hirfanlı Barajı’nda tutuyordum” diye ekledi. On sene kadar her sabah balığa çıkmış; baraj gölünü, gölün içindeki tepeleri, hangi balığın saat kaçta ağa geldiğini tek tek ezberlemiş. Ama yetmemiş işte… Kalkmış, İstanbul’a gelmiş. 

“İyi de” dedim; “madem balıkçılık biliyorsun, madem her işe asılıp mantığını kavrıyorsun, niye burada da balıkçılık yapmıyorsun?”

“Yok abi” dedi. “Bu deniz başka. Boğaz başka. Bizim Hirfanlı’ya benzemez, ben bilmem buraları, Sarıyer’den açılırım, Rusya’dan çıkarım; kapar götürür burada deniz; denemedim bile.”

Denemeyecekmiş de. Sisten de korkuyormuş hem. Yani taksiye devam… 

Güzel güzel, ayrıntı vere vere anlattı, iyi bir adamdı. Belli, taksiciliği de öğrenecek. Yolu açık olsun. 

Taksilerde sohbet çok. Belki unutacaktım bizim eski balıkçı taksiciyi de. Bir haber engel oldu. 

Rumelifeneri açıklarında, kaçak Afgan mültecileri taşırken batan, 24 kişiye mezar olan teknenin kaptanı bir taksiciymiş, yeni öğrendim. Cenazede gazetecilere konuşan kardeşi bütün ailenin şaşkın olduğunu söylüyor. Ağabeyinin kaptanlıkta uzaktan yakından bir ilgisi yokmuş. Yıllardır İstanbul’da taksicilik yapıyormuş. İyi yüzme bilirmiş, o kadar… Niye böyle bir şeye kalkıştığını kimse anlamamış. 

İki taksici… Tuhaf, ikisinin de hikâyesinden deniz geçiyor. Biri korkuyor, yaklaşmıyor bile, diğeri nedense yaklaşmış, hiç anlamadığı dümenin başına geçmiş.

Birinin teknesi artık taksi, diğer hikâye bitti.

tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu


Uzun zamandır sinema üzerine iyi yazılmış bir kitap okumak istiyordum. Olkan (Özyurt) sağolsun, kütüphanesinden Lütfi Akad'ın otobiyografisini çıkarıp verdi de tam istediğim gibi bir kitaba kavuştum.

Lütfi Akad büyük yönetmen, bu kadarını biliyoruz. Büyük de bir yazarmış. "Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim... Kaldım da..." diyerek hayatını anlattığı, 'Işıkla Karanlık Arasında' isimli kitabını muazzam yazmış.

Kitabı, daha ilk cümlelerinde, girdiği o büyük maceranın hakkını vererek açıyor. 26 Haziran 1946'dayız...

"Bunalımlı günler vardır. İnsan ne yaptığını, nereye gittiğini bilemez. Öyle günlerden birini yaşıyordum. İki buçuk yıllık askerlikten yeni terhis olmuştum, bir yerde çalışıyordum ve annem beni evlendirme telaşı içindeydi."

Sayfalar ilerledikçe genç ruhunun nasıl kabına sığmadığını görüyoruz. Ortada sinema namına hemen hiçbir şey yokken, belirsizliğin içine balıklama dalmış Akad. Ama ne dalış...
 
(...) Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim, meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir. 

(...) Yapacağım işin sinemayla bir ilişkisi yok görünüyordu. Bir işletme örgüsü kurulacak, hesap kitap işleri görülecekti. Gördüğüm eğitime yabancı bir tarafı yoktu. İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'ndan mezundum. Ama o sıralar, dediğim gibi, Osmanlı Bankası'nda çalışıyordum. Tutarlı bir işim vardı. İşte sorun da burada idi. Tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu. 

Uzun, upuzun bir kitap Işıkla Karanlık Arasında (İş Bankası Yayınları, 2014). Acele etmeden, tadını çıkartarak okuyacağım.

herkese açık bir sır olarak kütüphane gemisi

(...) Turistsiz günleri Kütüphane Gemisi'nde geçirir olmuştuk - kitap kurdu olduğu asla iddia edilemeyecek Ossie dahil. Bir hava-teknesine doluşup Timsah Park'ın çeyrek mil kadar batısında bulunan isimsiz çam adasının uzun bir şişe boynu şeklindeki körfezine gidiyorduk. Oraya daimi olarak demir atmış, yan gelip kayalara yatmış yirmi altı metrelik, bakırımsı yeşil bir uskuna vardı. İşte Kütüphane Gemisi oydu. Yerinden hiç kıpırdamamasına karşın, tıpkı Gus'ın feribotu gibi Kütüphane Gemisi de anakarayla bir başka bağlantımızdı. İçi kitap doluydu. Otuzlu ve kırklı yıllarda, kitap hastası bir balıkçı olan Harrel M. Crow bu üç yelkenli tekneyi bataklığın bizim bulunduğumuz tarafına yanaştırır, etrafa serpilmiş olan adalara kitap dağıtırmış. Sonra Harrel M. Crow ölmüş, böylece evlere kitap servisinin sonu gelmiş. Ama Kütüphane Gemisi, mucize eseri, kayalıklarda asğ kalmayı başarmıştı; yağmalanmadan, fırtınalar tarafından parçalanmadan. Bütün komşularımızın güzelce yararlandığı, açık bir sırdı. Kürek çekerek gemi enkazına yanaşıp H. M. Crow'un ambarına tırmanabilir ve kucak dolusu yarı-rutubetli okuma malzemesiyle dönebilirdiniz. İnsanların yeni kitaplar bağışladığı da oluyordu - alt raflar pespaye aşk romanlarıyla, polisiyelerle dolup taşıyordu; bazı satırları çizilmiş bir İncil, çoğu çözülmüş bir bulmaca kitabı, Shakespeare'nin oyunları. Dolayısıyla koleksiyon sürekli gelişmekteydi.

Karen Russell, Timsah Park (Çeviren: Püren Özgören)

ebe balinalar ve üç defa yaşayan adam


Seyahat dergilerini hep çok sevdim. Gerçi artık  yelpazeleri genişledi, bilime, dine hatta metafiziğe daldılar iyice. Ama işlevleri baki. Kurşun gibi ağır gündemden yorulup bunalınca, hatta gündemden bağımsız başka imkânların, başka dünyaların rasgele izini sürmeye niyet edince benzersizler. Yarım saatte sizi başka aleme götürür, ferahlatıp geri getirirler. Dünya hiç de küçük değil; insanlar, yaşamlar, mekânlar sınırsız, sonsuz… Biz fazladan afra tafra yapıyoruz sadece.

Aşağıdaki satırlar, bu ayki Geo’dan. Alman yazar Elke Naters, Güney Afrika’da bulup bir daha bırakamadığı cenneti, Cape Town yakınlarındaki Hermanus ve çevresini anlatıyor. 

(…) Balina sahilinde, Hermanus’ta oturuyoruz. Adı böyle, çünkü her yıl hazirandan itibaren Antarktika’dan kambur balinalar buraya geliyor, burada çiftleşip doğuruyorlar. Aralık ayına kadar kalıyorlar. Gebe balinalar yanlarında bir ebe getiriyor; ebe, bebeği ilk nefesi alabilmesi için su yüzeyinde taşıyor.(…)

(…) İlkokulda şekerleme satıcısı olan, rugby sahasının yanındaki küçük bir kulübede şeker köpüğünden toplar, kola, cips ve kâğıt şekeri satan Mr. Botha bir zamanlar öğretmenmiş, sonra paralı asker olarak Kongo’da bulunmuş, daha sonra Zimbabwe’de mısır yetiştiricisi olmuş. Hayatta üç kere her şeyini kaybedip yeniden başlamış. Kaybettiğini avucuna sayan bir sigorta olmamış. Yaşlılığını güvene bağlayacak bir emekliliği yok. Şimdi karısıyla kırsalda yaşıyor, papağan yetiştiriyor, eski araba lastiklerinden süs eşyası yapıyor,sonra bunları cumartesi günü şifalı otlarla birlikte pazarda satıyor. (…)

Fotoğraflar Hermanus kasabasından. 

müthiş sol ayağımla yapıştırmıştım yine


Bu ülkede konuşulmuyor. Havasında mı var suyunda mı, insanlar konuşmaktan çekiniyor. Sivri bulunmaktan, sıkıntıya girmekten, aptal görünmekten belki, kaçıyorlar. Konuştuklarında da ellerini yüzlerine bulaştırıyorlar. O yüzden kolay yola sapıp hiçbir şey söylemeden, anlatmadan konuşuyorlar. Sonra zaman içinde, evrimin gereği işte, bu özellik törpüleniyor. Dümdüz insanlara dönüyorlar. 

Futbolcular, en çok mikrofon tutulan insanlar. Açın gazetelerde spor sayfalarını, onlarca röportaj… Yine de keçiboynuzu gibi çevir çevir iki üç enteresan cümleye ancak rastlarsınız. 

İstisna kabilinden futbolcular da var elbette. Gurbetten gelenlere bakın... Almanya’dan, Hollanda’dan, Avustralya’dan çıkan oyuncular, röportajlarında hep daha çok söylüyor, tartışıyor. Hamit Altıntop’u hatırlayın, Tayfun Korkut’u… Maç sonu açıklamalarında bile tatmin ediyorlardı. 

Bugünün örneği Beşiktaşlı Olcay Şahan… Derin bir felsefesi yok, okumuş yazmış sayılmaz ama çekinmeden anlatıyor hayatını; kendiyle de sık sık dalga da geçiyor… Konuşmaktan aciz vasatlar dünyasında etiketler hazır tabii: Deli, egolu, manyak, o bu… Sık rastlanan bir başlık şu: Olcay Şahan yine güldürdü. 

Hiç kullanamadığı sol ayağı için “Müthiş sol ayağımla yapıştırdım yine bir tane” diye kendiyle dalga geçiyor mesela; başını sonunu dinlemeyenler, adam kendini övüyor sanıyor. Twitter, ona saydıranlarla dolu… Ne yapsın, ağlasın mı, içine mi atsın, sussun espri yapmasın mı? 

FourFourTwo dergisinden Hilal Gülyurt ile Recep Özerin’e röportaj vermiş bu ay. Yine ‘konuşuyor’ Olcay. Okutuyor kendini. Bir iki örnek aşağıda… Devamı da şurada.

(…) Bütün olay bu mu yani? 
Bence bu. Babamın da payı var tabii. Beni her zaman özel çalıştırırdı. Özel hoca tutardı bana. Beni hep koşuya götürüp zorla koştururdu. Ben ağlardım, o koştururdu. Ağlaya ağlaya koşardım. Hiç “kıyamam” dediğini duymadım. O zamanlar Bayer Leverkusen’de bir arkadaşım vardı. Yetenek olarak çok iyi değildi ama gönlünden, canından oynadığı için onu çok beğenirdim. Ona bakıp hevesleniyordum. O yüzden bende de her şey yürekten geliyor. Bazen maçlarda yorulsam bile bunu düşünerek hırslanıyorum, devam etmek istiyorum. 

Koşup koşup sonuca varamadığında sinirleniyor musun? 
Hayır. Koşarsan, mücadele edersen istediğine ulaşıyorsun. 

Baban sana koşarken nasıl hedefler koyardı? 
Oturduğumuz yere yakın, 6 kilometrelik bir göl vardı. O mesafeyi bir saatin içinde iki kere koşmam lazımdı.İlk turun sonunda bir su içirip “Hadi devam” derdi. İkinci turda sinirlenirdim. Bir defasında önümden bisikletli biri gidiyordu, çabuk bitsin diye onun arkasından koşmaya başlamıştım. Müzik dinliyorum ama nasıl sinirliyim! Babama beni o sıcakta koşturuyor diye kızıyorum ama bisikleti de kaçırmıyorum. Döndü bana “Hızlanayım mı?” dedi. “İstediğini yap, bana ne!” dedim ama ne kadar hızlanırsa gidiyorum. Bir baktım, 12 kilometreyi 52 dakikada koşmuşum. 

Hızlı düşünmeni neye borçlusun peki? 
Benim aklım sadece okulda çalışmazdı! Almanca dersinden, İngilizce’den hiç anlamazdım. Sadece matematikte iyiydim. Bir de evde saçma sapan ne iş varsa ben yapardım. Televizyonu tamir ederdim mesela. Onun dışında hep sokaklardaydım. Aklım sadece okula yetmezdi. Notlarıma bakınca “Senden hiçbir şey olmaz” derlerdi. 

Yaramaz bir çocuk muydun? 

Bir defasında abimin GameBoy’uyla oynuyordum. Kaseti üfledim üfledim, taktım çıkardım ama oyun hep bulanık görünüyordu. Ben de gidip komple yıkamıştım. Bir daha çalışmamıştı tabii. Abimden çok sağlam fırça yemiştim o gün. (…)

açık sözlü hollandalılar, sıkıcı yaşamlar ve toplanan kuşlar

Hollandalılar açık sözlü insanlar. Gazeteleri de açık sözlü, lafı eğip bükmeden gediğine oturtuyorlar. NRC Next (bizde eski Radikal'e denk gelir biraz) eylülün ilk günüyle beraber nefis bir kapak yapmış. "Sıkıcı hayatlar yeniden başlıyor" diyor. Yine işe gideceğiz, yine okula gideceğiz, yine her zamanki gündelik sıkıntılar... Hepimizin sıkıcı hayatları işte... Yine de olabildiğince neşeli bir kapak tasarlamış gazete. Ellerinden gelen bu, esirgememişler.

Bizde de eylül, mevsim değişikliklerine inat, hakiki bir eylül gibi başladı. Eski usul, güzel Eylül... Bulutlu, rüzgârlı, kadınların omuzlarına birer şal saran tatlı eylül. Demeye kalmadı... Önce köprüde hazin bir intihar, ardından da trafikte kaldıkları için (tekrar edeyim, sadece trafikte kaldıkları için) canından vazgeçen bir insana hakaret eden dangalaklarla başladı eylül. Doğrusu şu; bizde sıkıcı olan hayatlarımız değil, bizzat biziz. Hele sosyal medyada, on numara sıkıcıyız. Twitter'da Facebook'ta, dünyada bizden daha kasvetli daha hayattan bezdirici bir millet sanmam ki olsun.

Neyse ki kuşlar var, toplanmışlar göçüyorlar... Sonrasını biliyorsunuz, bilmeyen Cemal Süreya karıştırsın.
(Foto, İngiltere'deki vahşi doğa yarışmasında dereceye girenlerden; Somerset'te çekilmiş.)

çıldırtan yalnızlıklar ve melankoli


Londra’da Waterstones'un girişine tepeleme yığmışlar Murakamileri. Dükkâna bir giren almadan çıkmıyor. Dükkân dediysem, beş katlı devasa bir alışveriş merkezi burası. Edebiyatın ticaretle buluştuğu bir mabet. Kitap da satıyorlar kitabın imajını da… Önceden güzelce hesaplanmış bir furyanın, müşterileri coşturmasını seviyorlar. Bu tür şeyler çok yaşanmıyor hem; su akınca küpü doldurmak gerek. 

Muslukları bu defa ardına kadar açan Haruki Murakami. ‘Colorless Tsukuru Tazaki and His Years of Pilgrimage’ İngilizce’de henüz yayımlandı ve beklendiği gibi bir sansasyona dönüştü. Edebiyat aleminin son rockstarının fotoğrafları, şehrin neredeyse her kitapçısının duvarlarını süslüyor. Londra’ya imzaya da gelecekmiş bu ayın sonunda. Büyük rağbet göreceği garanti; eskiden sadece Japon okurların girdiği kuyruğa şimdi Batılılar da giriyor.

Bütün bunlar normal; hiç tuhaflık yok. Yine de, Murakami ne yazdıysa okumuş biri olarak, çözemiyorum bu sırrı. Neredeyse her kitabında yalnız ve ortalama bir erkeğin melankolik hayatını anlatan bir yazar nasıl küresel bir yıldız oldu?

Hem bu defa “‘Renksiz’ bir hayat anlatıyorum” diye baştan da uyarıyor. 

İllüstrasyon, Serhat Gürpınar'dan. 17 Ağustos 2014 tarihli Hürriyet Pazar'da yayımlandı 

park


wendy penceresi açık uyumasaydı, ne çok canı sıkılırdı peter'in... 

On yıl olmuş, dile kolay... Eski bir dosttan mesaj... Pan'ın sokaklarında avare avare dolaşırken nihayet ulaştı... Daha mı umutluyduk o zamanlar?


beni iyi dinle burası bütün bir şehirdir

(…) Sözlerle tam olarak anlatamayacağım şeyler var, söylememem gereken şeyler. Fakat senin endişelenmeni gerektirecek bir şey yok. Şehir bir anlamda adaletlidir. Sana lazım olan şeyleri, senin bilmen gereken şeyleri, şehir birer birer önüne koyar. Senin de bunları kendi başına teker teker öğrenmen gerekir. Beni iyi dinle. Burası bütün bir şehirdir. Bütün demek, her şeyin olması demektir. Fakat burayı tamamen anlayamadığın sürece, burada hiçbir şey yoktur. Bütünlük hiçliğe dönüşür. Bunu aklından hiç çıkarma. Başkalarından öğrendiğini çok çabuk unutursun, ama kendi başına öğrendiklerin kalıcı olur. Ayakta durmanı sağlar. Gözünü açıp, kulak kesilip, kafanı çalıştırıp şehrin önüne koyacağı şeylerin anlamını idrak etmen gerekir. Yüreğin varsa, henüz varken çalıştır. Sana öğretebileceğim tek şey bu.”


Haruki Murakami - Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu (Çev. Hüseyin Can Erkin)

beni bunca severek nasıl incitiyorsun

Buika - No habrá nadie en el mundo from Mehmet SAYGILI on Vimeo.

Son iki hafta sadece bu şarkıyla geçti desem yeri. Yeni tanıdığım Buika'nın diğer şarkılarını da dinledim elbette ama hep buna döndüm: No Habra Nadie En El Mundo... Bir büyük sesle bir büyük şarkı ancak böyle güzel buluşur. Bir de tabii o muazzam dizeler var: Beni bunca severek / nasıl incitiyorsun, anlamıyorum.

Buika'lı günlere devam...

yaşayan tüm alfabelerdeki harfler

Ele geçen çok parayla ne yapmalı? Selçuk Altun'un Bizans Sultanı isimli romanının başkahramanı (ismini söylemeyeyim çünkü yazar da neredeyse sona kadar söylemiyor) şu aşağıda okuyacağınız düşü kurmuş. Binanın kitap şeklinde olması dışında hemfikirim. Ah, hemfikirim ne demek, çok beğendim...

"(...) yerimde olsalar belki ellerine geçmeyecek milyarları nasıl eriteceklerinin tasasına düşerlerdi. Ben kent merkezinde, kitap şeklinde camdan bir bina yaptırırdım. İçinde dünyanın en büyük şiir kitapları ile sözlük kütüphanesini kurardım. Geceleri, yaşayan tüm alfabelerdeki harfler ışıklı yayınla binanın cephesinde pırıl pırıl dönerdi. Her gece binanın cephesinde bir şiir ışıldardı. Bu bina dünyanın çirkefliklerine karşı zırhım, mezarım olurdu. Kalan servetimi bu dünyanın en sevimli varlıklarına, yoksul çocuklara bağışlardım."

röportajın ölümü

(...) Türkiye uzun yıllardır demokrasi uydurması, perdesi altında bal gibi faşizmi yaşıyor. Demokrasi demokrasi diye kendimizi aldatıyoruz. Çoğunlukla gazetelerimiz bu örtülü faşizmin birer çığırtkanı. Gelen ağam, giden paşam gazeteleri bunlar. Bunlar yurdun, insanın gerçeğine varmak için kişilikli kimseleri bulacaklar, yetiştirecekler de insan ve yurt gerçeğine varacaklar, öyle mi? Faşizmin yoğunlaşması Türkiye'de röportajın ölümüyle sonuçlanmıştır.

Yaşar Kemal (Ağustos 1975 / Milliyet Sanat'ın röportaj soruşturmasına yanıtlar)

on dakika



Telefonun diğer ucundakileri hep merak ettim ama hiç böyle düşünmemiştim. Alberto Ruiz Rojo insanlık durumunu bir çırpıda özetlemiş. On dakika...

ay sarayında