kamila icin ninni


Birkaç gündür bu şarkıyla yatıp kalkıyorum: Lullaby for Kamilla. Ünlü kemancı Nigel Kennedy’nin Polonyalı grup Kroke ile kaydettiği ‘East Meets East’ albümünden. Bir hafta öncesine kadar ne şarkıdan ne de gruptan haberim vardı. Şimdi hiç aklımdan çıkmıyor. 

Kroke (Eski İbranice’de Krakow) Doğu Avrupalı Yahudilerin müziği Klezmer’le Balkan ezgilerini, hafiften Ortadoğu’yu ve cazı kaynaştıran bir grup. Üstat Kennedy’le de ayrı kaynaşmışlar. ‘East Meets East’ (2003 yılında yayınlanmış) hem fıkır fıkır hem hüzünlü bir albüm (içinde Natacha Atlas gibi sürprizleri de var). Bu yukarıdaki şarkıysa tarife sığmıyor, bambaşka… Tadı sanırım en çok tren penceresinde çıkar. Ama bir trene de daha çok var. 

* ‘Trende dinlenecek şarkılar’ diye bir liste yapmalı. Aklıma ilk Lhasa de Sela’dan ‘La Confession’ geldi. Uuuu, daha bir sürü şarkı var. Zevkli liste olur. Başka neler girer acaba?

* Bugün bayiden gazetemi almış parayı uzatırken: “Bir Radikal, buradan” dedim. Demişim yani, sonra fark ettim. Adam baktı tuhaf tuhaf. “Bir Radikal” diye tekrarladım yine. Sonra ayıldım. Adam “Yok Tasvir-i Efkâr” demiştir herhalde içinden. 

* Gazete hadisesinden sonra bir de yanlış vapura biniyordum ki, arkadan yetişen Mehmet kurtardı, sağolsun. “Karaköy olmaz şimdi sana, Eminönü’ne gel temiz temiz” dedi de kendime geldim. Dalgın günler…


* Ama günün esas olayı bir kitap, içindeki de bir güzel nottu. Elifciğim, Amerikalardan göndermiş… Daha ne olsun!

harbe giden sarı saçlı çocuk


La Detente... Birinci Dünya Savaşı’nda siperlerde sıkışmış bir asker kaçışı bir çocukluk rüyasında bulur… Pierre ve Bertrand ikilisinin 2011’de, dört senelik uğraşın sonunda çektiği video insanı silkeliyor. Hem düş hem kabus, zor bulunur bir iş. 

Yönetmenlerin diğer işleri için şuraya buyurun.

eski bir sabah, uyuyan kedi ve beceriksiz yağmur


Kısa kısa gidelim biraz.

Bu aralar hep bu yukarıdaki şarkıyı dinliyorum. Johnny Cash, Nine Inch Nails’den 2002’de coverladığı Hurt’te pürüzsüz akıp gidiyor. Muazzam videonun tarihi 2003, yani siyahlı adamın öldüğü yıl. Zaten klipte de, hissetmiş gibi, geçmişe bakıyor Cash. Çocukluk evi de orada, hapishane konserleri de. Country şarkıcısı karısı June Carter da klibin bir anında, gitar çalan kocasının arkasında durmuş, hüzünle seyrediyor sahneyi. İkisi de o sene peş peşe gidecek bu dünyadan. Yıllar önce bir sabah uyku tutmayınca, kalkıp o upuzun filmi, Cash’in hayatını anlatan Walk The Line’ı izlemiştim. Joaquin Phoenix ile Reese Witherspoon’un (June Carter’ı oynuyordu) pırıl pırıl oyunculukları, inandırıcılıkları halen aklımda. Film bitince, işe gitmek nasıl zor gelmişti…

Geçen haftanın en güzeli, sokaktan topladığı yaprakları kaldırıma yığan, sonra da içine yerleşip uyuyan kediydi. 

Kış güzel değil ama kışın gelişi güzel… ‘Winter is Coming’ de vurgu boşuna değil. 

Yağmur bu sene çok mu beceriksiz yağıyor? Kötü Yeşilçam filmlerinde kovayla boşalttıkları gibi…

Şu haftanın tatlı haberlerindendi: Gürültüsü sakinlerinin canına tak edince, Venedik’te tekerlekli bavullar yasaklanmış. Yani artık tıkır tıkır yürümek yok. Günahı 500 Euro. İyidir şehirlinin turiste delirmesi, sağlıklıdır. 


Daha da tatlı haber, Obama’nın ‘özgürlük madalyası’ taktığı Meryl Streep için sarf ettiği sözler (Kupür Hürriyet'ten): “Herkesin önünde açıklıyorum. Meryl Streep’i seviyorum. Ona âşığım. Onu sevdiğimi kocası da biliyor, Michelle de biliyor ve yapabilecekleri hiçbir şey yok.” Birçok mevzuda başka siyasetçilerden farkı yok Obama’nın ama böyle hoşlukları da mevcut. Başka da kimse yapmaz. Bizde zaten hayal!

mahallenin abileri zora düşünce

Bir yerden kovulmak sevimsiz. Kimse yaşamasın isterim. Ama gazetecilik işte teknik direktörlük gibi; Türkiye’de bir yerden sonra illa kovuluyorsunuz. Durum bu. 

Tabii son on yıldır, belli bir kesim için, daha doğrusu medyanın kendini ‘muhafazakâr olarak tanımlamayan’ kesimi için, durum haydi haydi bu. Bugün onlarca gazeteci sistemin dışında. Ya da kendilerini körelten yerlerde çalışmak zorundalar. Gidebilecekleri bir yer yok artık. Oysa mevcut gazete ve televizyonların dışında, herhangi bir gazeteyi ve televizyonu ferah ferah kalkındıracak iyi isimler var. 

Birer birer işten atıldılar. Bazıları özellikle attırıldı. Medya yeniden dizayn edilirken, kartlar dağıtılırken “seni istemiyoruz” denildi. Bitti. 

Şimdi üç muhafazakâr yayın yönetmeninin kovulmasını konuşuyoruz. Mahallelerinin ağır abileriyken birdenbire kendilerini kapının önünde buldular. Patron tasarrufuymuş. İnanmadık ya, peki… Normaldir, gazetecilik bu, burası da Türkiye… 

Ben esas o mahalleden yükselen itirazlara takıldım. Birçok yazar (belli ki kendi çaplarında bir cesaret örneği göstererek) seslerini yükseltti. Uhuvvet ne oldu, kardeşlik yara aldı, dava sıkıntıda, mahalle çürüyor, falan filan… 

Bu ülke son yıllarda o kadar sarsıntı geçirdi, Gezi’yi, Soma’yı, yolsuzlukları, türlü türlü operasyonu yaşadı, bu denli şikâyet etmemişti çoğu. Canlarının yandığını bu kadar göstermemişlerdi. 

Kendilerine yapılan haksızlık daha önemliymiş demek ki. ‘Adalet’ sözcüğünü altını çize çize kullanıyorlar artık. 

Hele içlerinden biri şu soruyu sorabildi: “Yeni bir medya dizaynı mı geliyor? Medya dizaynı bir tür yeni muhafazakâr sporu/eğlencesi mi?”

İnsan cevabını bildiği soruları yine de soruyor işte. Belki bu da bir tür spordur, eğlencedir. 

siz artık bunu mu konuşuyorsunuz?


Bu, Erdoğan’ın ‘kadınlarla erkeklerin eşit olamayacağını bunun fıtratlarına ters olduğunu’ vazettiği konuşmadan sonra… Dinlerken şaşkınlıktan ağzımızın açık kaldığı, milattan sonra 2014’te gerçekleşen o konuşmadan sonra… 

Şimdi gelsin “Ey Foreign Policy!” gitsin “Ey dış basın!” Lobiler, Türkiye’nin güçsüzleşmesini isteyenler, çekemeyenler falan filan… Standart senaryo. Erdoğan ortaya bir laf atar, hepimiz tartışırız, gündem değişir, ona yönelik tepki artınca Erdoğan’ın tabanında saflar sıklaşır.

Vahim olan şu: Dünyada herkes memleketle dalga geçmeye başladı. Dış basın, yabancı gazeteciler, ekmeğini menziline giren her siyasetçiyle kafa bularak kazanan televizyon şovmenleri falan değil sadece, dışarıdaki arkadaşlarımızdan duyuyoruz artık. 

Bu insanların lobilerle güç odaklarıyla ilgisi olmadıklarını söylemek bile gereksiz (Kayıtsız şartsız Erdoğancılara sorarsan “Hepsi birer maşadır” tabii) ama yine de söyleyeyim: Türkiye’yi özellikle seven, ilgilenen, kafası çalışan, dünyayı tanıyan kişiler bunlar. Konuştuğumuzda, bir araya geldiğimizde başka mevzu yok artık. “Erdoğan’ın derdi ne” diye soruyorlar. 

Bir süredir böyle gidiyordu da Ak Saray’ın ardından hız kazandı bu sorular. Dışarıda kimsenin Türkiye’nin gerçeklerini, dertlerini, ritmini anlamasını bekleyemezsiniz ama bin odalı o sarayın fotoğrafına bakan herkes kendince bir şeyler çıkarıyor. Almanı da çıkarıyor Japonu da. Artık Türkiye’yi ölçmek için herkesin elinde somut bir şey var: Bir yapı. Devasa, bize güya gurur vermek için inşa edilmiş bir yapı… 

Şimdi bir de fazladan soru: “Kadın-erkek eşitliği mi konuşuyorsunuz artık siz?”

İçine çöküyor memleket.

ay sarayında