bir varmış bir yokmuş

Birisi oturmuş, sözcükleri bir araya getirmiş. Üşenmemiş, utanmamış, çalışıp bir kenara yığmış onları. Kışlık odunları, terle emekle istifler gibi. 

Birisi ormanda yürümeye çıkmış. Gördüklerini anlatmış. İşte bir çiçek nasıl açar, bir kuş nasıl uçar, rüzgârın kokusu neye benzer… Masal kumaşı işte.

Masasında kalmış birisi. Ama dünyayı merak etmiş. Bir küçük hamlesiyle dokunmuş merak ettiği dünyaya. Girmiş kapıdan. 

Birisi ötekini bulmuş. Göz göze gelmişler. Tamam. 

Birisi ötekine omuz olmuş, hafiflemiş yük. Acı yine durmuş ama hafiflemiş yük. Su akmış yolunu bulmuş.  

Küçük şeyler bunlar. Hakikaten küçük şeyler. Dünyayı bunlar var ediyor diyorlar ya, doğru. Yok etmeye çalışanlar hep daha çok, hep daha güçlü, hep daha kurnaz. Bu da doğru. Ama birbirlerine benziyorlar. Var edenler hep kendileri gibi. O kadar küçükler ki. Hakikaten küçük şeyler. Gözden kaçıyorlar. Ama nasıl güzeller.

bir şehrin sokaklarını hatırladığında

Yıllar önceydi. Amsterdam’da Spui Meydanı’nda bir kafede, yedi göbek Amsterdamlı* bir arkadaşımla oturmuş çene çalıyorduk. Kahvesini içerken, “Beni buraya ilk babam getirdi” dedi; “babamı da babası getirmiş.” Çocuğu olursa, arkadaşım da onu getirecekti. O çocuğun da zinciri devam ettireceğine şüphe yok.

Aile saadeti, bağlar, gelenekler bir yana, bu zinciri mümkün kılan bir unsur var: Amsterdam değişmiyor! 

En azından ‘büyük harfle’ değişmiyor. Kendini yenilemeden, insanlarının yeni hayatına adapte olmadan yaşamak bir şehir için de olası değil elbette. Ama kendi kalarak, kendini koruyarak dönüşmesi mümkün. Üstelik bu hal insanlarına da iyi geliyor. 

Anne babanızla aynı okula gitmenin, aynı sokaklarda dolaşmanın, aynı kafede barda takılmanın, evet, insana iyi gelen bir tarafı var. Bildik bir şarkıyı dinlerken huzur bulmak, hatta onu yıllandıkça daha da sevmek gibi. 

Bizim hiç alışık olmadığımız bir hal bu… Çünkü başta İstanbul, şehirlerimiz, aidiyet hissini bizden aldı. İktidarıyla sermaye sınıfıyla şehrin hâkimleri, bağlarımızın üzerinden dozerle geçtiler. Bir yıl sonra uğradığınız bir sokağı tanımanız bile mümkün değil bazen. 

Dört yıl sonra döndüğüm Amsterdam’ı, bıraktığım gibi buldum oysa. Hiç değişmemiş. Benim gibi burada ancak birkaç yıl yaşamış birinin bile anılarına saygı göstermiş bu şehir. Birkaç dükkânın haricinde her şey aynı. Bir de yağmuru elbette. 

İnsan yaşlandıkça muhafazakârlaşıyor belki. Her şeyin aynı kalmasını istemek belki de dünyanın ritmine ve gidişatına haksızlık etmektir. Ama bu çağda, bu delice değişimden böylesine yorulmuşken, bir eski sokak lambasını, bir sıradan bankı bıraktığınız gibi bulunca, eski bir dostunuza rastlamışsınız gibi geliyor. Geçmişten bugüne salınmış bir çapa…  

* ‘Yedi göbek Amsterdamlı’ yazınca tuhaf geldi, sanki bu ifade sadece İstanbul’a aitmiş gibi.


PS: Fotoğraf yedi yıl önceden geliyor. 

ay sarayında