müzede bir gündüz


Her şeyde gizem aramayı severiz. İşte bazı tablolara dair çok tekrarlanan bir ünlem cümlesi: Gözleri beni takip ediyor gibi! Bu alanda başı çeken de kuşkusuz Da Vinci’nin Mona Lisa’sı. Ne yapsın kadın, her gün dosdoğru ona bakan binlerce gözden gözlerini mi kaçırsın? 

Bizlere baksaydı bir tablo ne görürdü hakikaten? Amsterdam’ın ‘ağır’ eserlerinin sergilendiği Rijksmuseum’un incilerinden, şehrin çocuğu Rembrandt’ın fırçasından çıkma ‘De Nachtwacht’ın (Gece Devriyesi ya da ‘Yüzbaşı Frans Banninck Cocq ve Milis Birliği’) kahramanları bu soruya güzel cevap veriyor. Olivier Middendorp’un fotoğrafı da hünerli ellerden çıkmış bir tablo gibi… 

PS: Fotoğraf bir okul gezisi sırasında çekilmiş. Her sene 150 bin Hollandalı çocuk, ‘Gece Devriyesi’nin karşısında yerini alıyormuş. 

PS2: Hollanda’daki son koalisyon görüşmeleri sırasında partilerin, okul çağındaki her çocuğun Rijksmuseum’a yılda en az bir defa gitmesinin zorunlu tutulması üzerinde görüş birliğine vardığı basına sızmış. Şimdiki pozisyon, ‘gitseler iyi olur’ şeklinde. 


PS3: Bu mevzunun hası Ben Stiller’lı ‘Müzede Bir Gece’ serisinde işleniyor elbette. Ne tatlı filmdir. Onu seveni muhakkak severim. Bir de ilk filmdeki Amy Adams’ı ayrı severim. Bir de Robin Williams’ı… Off.. Neyse uzar gider bu. 

i need jesus in my life

Yağmur yeniden bastırınca kaldırımın saçaklı tarafına yanaştım. Yanaşmaya çalıştım desem daha doğru. Gelişigüzel park edilmiş bisiklet kalabalığı ve onların hemen yanında kendi bisikletini anlamsız bir direğe bağlamaya çalışan genç bir adam yürümeyi zorlaştırıyordu. Yanından fazla yakın geçmiş olmalıyım ki bir türlü halledemediği zincir bağlama işinden kafasını kaldırıp yüzüme dik dik baktı. Ayıp olmasın diye şöyle hafif ve medeni bir baş selamı verdim; yoluma devam ettim. 

Arkamdan 'Hoop birader'in Hollandacası neyse onu söyleyerek seslendi. Döndüm. Dili bilmediğimi söyledim. 

Doğrudan İngilizce’ye geçerek mevzuyu beklemediğim yerden açtı: 

- Seni dün gece Red Light’ta gördüm, değil mi?

Eh, görmemişti. Güldüm. 
- Görmedin!
- Emin misin görmediğime?

Sabahı geçmiş, öğleyi de devirmiştik çoktan. Ama abinin gözlerinin beyazı fazla belirgindi. Uzun bir gece geçmişti belli ki. Film bir yerde kopmuştu da nerede, nasıl?

- Eminim ama illa "gördüm" diyorsan sorun yok!

Bir-iki saniye durdu. Mevzunun beyhudeliğini anladı ve güldü. Aslında beklemiyordum bu kadarını. Demek ki filmi kopan yere yapıştırma gücü de vardı. Eh, hiç yoktan iyidir. 

Ama bu mevzuları asla bilemezsiniz. İşte, buyurun:

- Eve gitmeye korkuyorum dostum.

Ben fark etmemiştim ama aramızda bir arkadaşlık kurulmuştu belli ki. Ne ara? Yoksa Red Light’ta mı! Neyse ne, madem hukukumuz var, dostça bir tavsiye vereyim, dedim. 

- Hiç korkma kardeşim, eve git, işin yoksa vur kafayı yat…
- İşte mesele de o. Kız arkadaşıma ne diyeceğim, bilemiyorum.  En son dün akşam konuştuk. Sonrası yok.

Kimbilir ne konuştular. Ne denir şimdi? Ciddi ciddi düşündüm bunu: Ne denir sahiden! Bulamadım. “Bu mevzu beni aştı” der gibi bakakalmış olmalıyım ki, benim evhamlı yeni dostum, aşağıya tercüme etmeden yazacağım (çünkü orijinal hali daha havalı) şu cümleyi sarf etti: 

- I need Jesus in my life… 

Sonra da beni bırakıp tekrar zincirine döndü.   

bir yerde enerji yoksa kurnazlık vardır

Yıllar yıllar önce ‘Limonata ve rafadan yumurta’ başlıklı bir köşe yazısı kaleme almış Çetin Altan. Ama ne yazı…Ya ezberlemeli ya da çerçeveletip duvara asmalı; öyle güzel. Çetin Altan’ın neden büyük yazar olduğunu gösteriyor. 

Aşağıda minik bir parçası var; tamamı şurada… 

"(...) Yaşam sevgisi bir kültürdür. Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi...
Bu sevgi ya vardır, ya yoktur.
Böyle bir sevgi pekişmemişse; orada insanlar, ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı bir aşka, ne keyifli bir yücelmeye fazla kulaç atamazlar...
Kafası yarım kesik bir horoz gibi, çırpınır, bunalır, önüne geleni suçlar; ne istediğini, ne aradığını, daha doğrusu ne halt edeceğini bir türlü tam kestiremez ve kendilerini de, canım yaşamı da ziyan zebil ede ede, sönüp giderler.
Yaşam sevgisi; enerjinin, yaşam zevkini kuşaklar boyu ortaklaşa yoğurmasından oluşur.
Enerji yoksa, orada sadece kurnazlık vardır. Kurnazlık da, yaşam sevgisiyle yaşam zevkinin en amansız cellatıdır."

usta

Şu dünyanın görüp görebileceği en güzel insanlardandı Ursula K. Le Guin. Ne şanslıyız ki onun devrinde yaşadık. 

bir varmış bir yokmuş

Birisi oturmuş, sözcükleri bir araya getirmiş. Üşenmemiş, utanmamış, çalışıp bir kenara yığmış onları. Kışlık odunları, terle emekle istifler gibi. 

Birisi ormanda yürümeye çıkmış. Gördüklerini anlatmış. İşte bir çiçek nasıl açar, bir kuş nasıl uçar, rüzgârın kokusu neye benzer… Masal kumaşı işte.

Masasında kalmış birisi. Ama dünyayı merak etmiş. Bir küçük hamlesiyle dokunmuş merak ettiği dünyaya. Girmiş kapıdan. 

Birisi ötekini bulmuş. Göz göze gelmişler. Tamam. 

Birisi ötekine omuz olmuş, hafiflemiş yük. Acı yine durmuş ama hafiflemiş yük. Su akmış yolunu bulmuş.  

Küçük şeyler bunlar. Hakikaten küçük şeyler. Dünyayı bunlar var ediyor diyorlar ya, doğru. Yok etmeye çalışanlar hep daha çok, hep daha güçlü, hep daha kurnaz. Bu da doğru. Ama birbirlerine benziyorlar. Var edenler hep kendileri gibi. O kadar küçükler ki. Hakikaten küçük şeyler. Gözden kaçıyorlar. Ama nasıl güzeller.

ay sarayında