cumhuriyet, nazım hikmet ve kaş-kalkan yolundaki tabela


 29 Ekim 2023'te Gazete Duvar'da yayımlandı.


1.


İlkokulda, ortaokulda, daha kalemi neredeyse ilk elimize aldığımızda, kompozisyon yazmamız için sorardı öğretmenimiz:  


Cumhuriyet nedir?


Yazardık: Bir milletin kendi kendini yönetmesine cumhuriyet denir. Vatandaşların, kendini temsilcileri seçtiği düzene cumhuriyet denir. Kral yoktur, padişah yoktur, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.


Büyüdük tabii. Büyürken de gördük, öğrendik, yaşadık. Hakimiyetin milletin olmasını dönem dönem bazı kayıtlara ve şartlara bağlayanlar olduğunu gördük. Bununla bitmedi… Padişah yoksa da padişah gibi davranmak isteyenleri, buna izin verenleri, padişahsız yaşamayı öteden beri zul sayanları da gördük. Bitmedi… Dışarıdaki koca koca devletlerde kralın, imparatorun zaten hep resmin içinde kaldığını; memleketin, mülkün sahibi olarak hep kenarda, hep yedekte hep saygıyla tutulduğunu gördük… Gün gelir, lazım olur…


Bunları gördükçe aklımız karıştı. Peki ya eşitlik? Hürlük? Kardeşlik?

Kompozisyon kâğıtlarında böyle değil gibiydi. 


2.


Bugün bir anlığına, o kompozisyona hazırlanan okul çocuğunun yanına gidebilsem ona şunları söylemek isterdim. 


Cumhuriyet, her şeyden önce, eşitlik, hürlük ve kardeşliktir. Nazım Hikmet “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine / bu hasret bizim” diye boşa yazmamıştır. Cumhuriyet bir çerçevedir. Güzel ve işlevsel bir çerçevedir. İçindeki resmi siz koyarsınız. Sosyalist cumhuriyet, İslami cumhuriyet, demokratik cumhuriyet cumhuriyetler birliği, krallı cumhuriyet… Resim değişir. Niyete göre değişir.


Ama sizin niyetiniz nedir? Nazım Hikmet’ten devam edersek..

“Kapansın el kapıları bir daha açılmasın, 

Yok edin insanın insana kulluğunu

Bu davet bizim…”


Kompozisyon yazan o çocuğa şunu da derim: 


Düşün… Sizi bir saltanat, hem de altı yüzdür yönetiyorsa; kula kulluğa itiraz eden bir avuç insandan başkası yoksa, hele de üzerinde zincirsiz oturulacak memleket bir mendil parçası kadar kalmak üzereyse ve dünyanın tüm büyükleri elinde boyunduruk üstünüze geliyorsa… Tüm bunlara, evet tüm bunlara karşı, bitap düşmüş bir halkı örgütleyip, yokluklar içinde omuz omuza vererek kazanıp, ardından “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” diyebilmek kadar büyük ve güzel bir hikâyeyi yıllar geçse de, ne kadar okusan da bulamayacaksın… Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hikâyesi, benzersiz ve soylu bir hikâyedir. Üstelik sadece askeri bir hikâye de değildir. Sonrasında da öğretmeniyle, hekimiyle, işçisi, köylüsü, sanatçısı mühendisiyle bir toplumu ayağa kaldırmanın hikâyesidir. 



3.



Ayağa kalktık ama yetti mi?

O kadar çok soru var ki… Bunların cevabını kompozisyon yazan çocuk nereden bilsin? Bu, bizim Cumhuriyet çerçevesinin içine hangi dönemde hangi resmi koyduğumuzla ilgili. Kadın erkek birbirine eşit mi? Kız çocukları okula gidebiliyor mu? Her yurttaş, hangi etnik kökenden gelirse gelsin kendini diğerine denk hissediyor mu, o denklik için gereken yapıldı mı? Her emekçi hakkını alabiliyor mu, alamadığında başkaları onun hakkını arıyor mu? Her yargı mensubu, “acaba” demeden karar verebiliyor mu? Sistem güçsüzün, düşmüşün, kaybolmuşun hakkını da savunuyor mu? Devlet bozulanı onarıyor mu, çürük yumurtayı ayırıyor mu? Artı bir bile olsa çoğunluk, azınlığa zulmediyor mu? Üniversiteler hür mü? Bilim hür mü? Basın hür mü? Her fikir her yerde söylenebiliyor mu? Şurada deminden beri andığım satırları yazan Nazım Hikmet’in bu ülkede bir mezarı var mı?

Yok mu? 


Ama bunlar da Cumhuriyet’e dahildir. Hâkimiyet bizimse sorumluluk da bizimdir. 


4.


Soru yine de baki…  Nedir Cumhuriyet? 


Ne demişti Nazım: 

  

“Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak 

Ve ipek bir halıya benzeyen toprak,

Bu cehennem, bu cennet bizim.”


Cumhuriyet, bir hikâyedir aslında. Bu ülkeyi, bu toplumu kuran bizlerin hikâyesidir. Varlık, yokluk, emek, feda, cefa, kardeşlik, eşitlik hikâyeleri… Bu topraklardaki cennetin ve cehennemin hikâyeleri…  O kompozisyonda şu aklımla bir tanesini anlatacak olsam, şunu anlatırdım:


Kaputaş’taki tabelanın hikâyesini…


Kaş’tan Kalkan’a uçurum uçurum giderken bir küçük nefes arası; göklerden bakınca turkuaz denizin yanına serili bir sarı mendil parçası. Türkiye sahillerinin en güzellerinden Kaputaş Plajı…


Gitmeye de, derme çatma merdiveninden bin zahmet inmeye de, gün sonunda aynı basamakları yorgun argın çıkmaya da değer. Kaputaş sadece bir plaj değildir; bir deneyimdir. 


Ve daha fazlasıdır…


Merdivenlere yaklaşmadan etrafınıza dikkatlice bakarsanız, Karayolları’nın orada bir kayaya iliştirdiği bir tabela görürsünüz. Tabelanın üzerinde süssüz, sade bir yazı: 


“Kaputaş mevkiinde bu yarmalar açılırken vukua gelen iş kazasında ölen işçilerimiz. Hasan Şahin (1945-17 Kasım 1962), Mahmut Erdoğan (1933 - 17 Kasım 1962), Mehmet Teker (1931- 17 Kasım 1962), Mehmet Karagül (1928 - 21 Mart 1963).” 


Anlarsınız. Oralara ulaşmak bile bunca zorken, bir de yol yapmak… Bu yolların nelere mal olduğunu, ne bedeller ödettiğini anlarsınız. Bellerindeki halatlarla uçurumlardan sarkarak kayaları kıran yol işçilerinin canlarının nasıl heba oluverdiğini…


1962’de bir kasım günü, Kaputaş’a yol açılırken yukarılardan kopup gelen büyük bir kaya, halatlarla bağlı olduklarından bir yere kaçamayan üç işçiyi öldürmüştür. Aynı yerdeki bir başka kaza dördüncü bir başka işçinin daha canına mal olmuştur.  


Biz o dağları aşarız, o yolları geçeriz, o denizlerde yüzeriz ama nasıl? 783 bin 562 kilometrekarelik bu ülkenin uçurumları, dağları, vadileri bayındır kılınmıştır ama kimin emeğiyle?

Hükümetler “şu kadar kilometre yol yaptık, tünel kazdık” demeyi pek sever ama o yolları kimler yapmıştır?


Bu ülkeyi sahiden kimlerin teri yaşanır kılmıştır? Çalışmak için, kavuşmak için, eğlenmek, paylaşmak ve dolaşmak için bir yerden bir yere gidebiliyorsak kimlerin sayesinde yapabiliyoruz bunu?


Sosyolog ve yazar Can Kozanoğlu, “Yeni Şehir Notları” isimli kitabının girişine şu müthiş ithafı koymuştur: 


“Sipsivri bir dağ. Yol filan da görünmüyor çevresinde. Dağın tepesinde bir elektrik direği ya da telefon direği… O direği oraya nasıl dikmişler?..  O yolu oradan nasıl geçirmişler?.. Orada o tüneli nasıl açmışlar?.. Çocukken şaşkın şaşkın sorarsınız şehirlerarası yollarda. Büyürsünüz, ‘nasıl’ların cevaplarına biraz yaklaşırsınız ama hâlâ baktıkça şaşırırsınız, ne zor iştir yani. O direği oraya nasıl?.. ‘Birileri’ binbir zahmetle dikmiştir o direği, o yansıtıcıyı; yolları yapan, tünelleri açan, kanalları kazan birileri vardır. Onlara: Yol, su, elektrik, telekomünikasyon işçilerine… Yolcuları öyle şaşırtan kendi halinde birilerine…”


Kozanoğlu’nun şaşırdığı gibi ben de Kaputaş Plajı’nın girişindeki tabelayı henüz bir çocukken görmüş ve şaşırmıştım. O gün bugün aklımdan çıkmadı… Zor yerlerden geçtikçe hep hatırlarım. Hep başkalarına da hatırlatmaya çalışırım. 


Cumhuriyetimizin ilk yıllarından beri, bu ülkenin yollarını, tünellerini yapanlara, direkleri dikenlere, rayları döşeyenlere; bir yerden bir yere gitmemizi mümkün kılanlara, bunun için sadece emeğini değil kanını canını da ortaya koyanlara, bedel ödeyenlere selam olsun. 


Cumhuriyet, bence bu emeğin değerini bilmenin, onu onurlandırmanın, ondan ilham almanın da hikâyesidir. Böyle bir hikâye olmalıdır.


5.


Büyük şairden dizelerini son defa ödünç alalım: 


“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan 

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan 

bu memleket, bizim.” 


Yüz yıl geçmiş, ben de sadede geleyim.


Bizim olmasına bizim ama memleket ancak üzerinde eşit, hür, kardeşçe ve hakça yaşayabiliyorsak bizimdir. Cumhuriyet olmasa yine yaşardık ama memleket bizim olmazdı. Şimdi arızalı, bozuk, yer yer sevimsiz olsa da bizim. Düzeltme imkânımız var diye bizim. Bize hâlâ rüya gördürdüğü için bizim. 


Öğretmeniyle, yol işçisiyle, sanatçısıyla, mühendisiyle, madencisiyle ve de sürgünde ölen şairiyle, yani kendini hep ev sahibi gördüğü için bu memleketi daha yaşanır kılmaya çalışan cümlesiyle, bize ilhâm verdiği için bizim.


Her çocuk, her büyük o kâğıda farklı bir hikâye yazar. Benim Cumhuriyet’im budur. 


Cumhuriyet, ilhamdır. 


Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı kutlu olsun.



iyilik II - budalalıktaki güzellik

İyilik - kötülük üzerine düşünmeye devam...

Bu defa Tolstoy'a başvuralım. Ama Maksim Gorki'nin resmettiği Tolstoy'a... Gorki, 'Tolstoy'dan Anılar' isimli enteresan kitabında (neden enteresan olduğuna da unutmazsam başka bir defada bakalım) Tolstoy'un şu sözlerini nakleder: 

“Kötülüğe yönelmediği sürece çok ince çok güzel bir şey vardır insanın budalalığında, bu hep böyledir.” (Çeviri: Akşit Göktürk)

Söylenemeyen çok şeyi özetlemiş Tolstoy. İnsanın budalalığı... Ama bir yandan iyilik bekleyen ve arayan insanın budalılığı. Sonra pişman olmanın ve katılaşmanın budalalığı da. 

Bir önceki yazdıklarımla düşünürsem, budalalık her gün daha da çok kötülüğe dönüşüyor.

iyilik

Orhan Kemal’in romanlarında neredeyse hiç ‘iyi’ karakter bulunmaz. Biraz bu gözle de bakarak okuduğum ‘Arkadaş Islıkları’ ve ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’de sadece birer ‘iyi’ vardı. Ağabey rolü de üstlenmiş, yol yordam gösteren işçiler. Teklifsizce yardım eden, "önce çıkarım" demeyen birer kişi. 'Murtaza'da o da yoktu.


Fazla mı karikatürize? Bilemiyorum. Eskiden "bu kadar da değil"miş gibi gelirdi. Orhan Kemal'in romanlarından sonra doğdum, o coğrafyada doğdum ama iyilikle hem de çok aramadan karşılaşıyordum. Öyle hatırlıyorum. Belki zihin hatıraları çarpıtıyordur ama ben öyle hatırlıyorum.


Bugünün toplumu giderek bir Orhan Kemal romanına dönüşüyor; ortada hiç iyi yok gibi. Var muhakkak ama işte yok gibi. 


Yok gibi de bazen yok kadar keskin.

küslübürtün

 14 Mayıs 2023'te Gazete Duvar'da yayımlandı



Kasabada sadece iki mahalle vardı. Aşağı mahalle, yukarı mahalle. Ortalarındaysa içine birkaç sevimli çocuk heykeli serpiştirilmiş, alabildiğine yeşil bir park. İki taraftaki iki köprü, kanalları aşıp, parkı mahallelere bağlıyordu. 


Bu küçük Hollanda kasabasına ilk defa gelmiştim. Yumuşak ışıklı, tatlı bir ikindiydi. 


Burada inzivaya çekilip yazdığını söyleyen ama bana kalırsa parkta aylak aylak gezinmediği zamanlarda penceresinin önünde oturmaktan başka bir iş yapmayan bir yazarla görüşmem henüz bitmişti. Bir “söyleşi” yapmak istemiştim ama bu huysuz adamla birkaç beylik cümlenin ötesine geçememiştik. Canım sıkkındı. Neyse ki hava güzeldi; Amsterdam trenine binmeden önce, kasabanın sokaklarında, yumuşacık ışığın vurduğu geniş pencereli tuğladan evlerin arasında biraz dolaşmak istedim. 


İstasyon tarafındaki mahalledeydim; bir örnek sokakları çabucak arşınlayıp bitirdim. Üzerine yağan ışık kadar güzel bir kasaba değildi. Trene daha vakit vardı, bir de karşı tarafa geçeyim dedim. Köprüyü aştım, parkı boydan boya yürüdüm ve diğer köprüyü de atlayınca kendimi yine neredeyse aynı sokakların içinde buldum.


Ayaklarım gerisin geriye istasyona yürümek ve bu tuhaf, sıkıcı kasabayı bana sonsuza dek unutturmak istiyordu ki onu gördüm. 


Bir bahçe çitinin üzerine konulmuş, ardındaki yaşlı bir incir ağacına derme çatma sabitlenmiş, zorlukla ayakta duran minik bir kitaplık…


Buralarda sık görülen, insanların okudukları kitapları koyup yenilerini aldıkları, benim de sıklıkla güzel kitaplar keşfettiğim mahalle tipi bir değiş tokuş kitaplığıydı. Hepi topu birkaç raftan ibaretti, raflar da tıklım tıkış kitap doluydu. En üst rafa çakılmış küçük tahta levhada “Pablo’nun Kitaplığı” yazıyordu.


İncelemek için yaklaştım. Çoğu İngilizce’ydi ve Güney Amerikalı yazarların kitaplarıydı. Eduardo Galeano’dan Latin Amerika’nın Kesik Damarları; Gabriel Garcia Marquez’den “Başkan Babamızın Sonbaharı”, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”; Mario Vargas Llosa’dan “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü”, “Julia Teyze”, Julio Cortazar’dan “Seksek”, daha bir dolu kitap… 


Trende okurum diye ince kitap “Palomino Molero”yı çantama atıyordum ki birisinin, İngilizce “nihayet” dediğini duydum.


“Nihayet birisi buradan kitap aldı.”


Ufak tefek, bembeyaz saçlı, sopa yutmuş gibi dik duran, yaşlı bir kadın bahçe kapısına çıkmış beni seyrediyordu. Elinde bir kadeh kırmızı şarap… Hırsızlık yaparken yakalanmış gibi utandım. 


Utanıp utanmamam kadını pek ilgilendirmiyordu. Neşeyle devam etti: “Kitaplar bir aydır orada duruyor, her yağmurda içeri taşıyorum, güneş açınca getiriyorum, bakıyorum hiç eksilmiyor. Her getirip götürdüğümde kitapları değiştiriyorum. Her defasında yeni bir koleksiyon yapıyorum. Kitap okuyan yok herhalde diyecektim ki tam, sen çıkageldin…” 


Ben anlamaz gözlerle ona bakıyor olmalıydım ki bir iki saniyeliğine durdu.


“Hahah, ‘nereden çıktı bu deli’ diyorsun değil mi? Olsun, alıştım ben bana deli demelerine. Gerçi bu kasabada delilik bile yapılmıyor, hiçbir şey kimsenin umurunda değil.”  


İşte bunu anlamıştım. Hakikaten de sıkıcı, ruhsuz bir yerdi. 


Kadın elindeki kadehi bana uzattı. “Gel” dedi, “biz yarın gidiyoruz buradan, bahçede parti veriyorum, katılır mısın?” Cevabımı beklemeden dönüp bahçe kapısını açtı.


Sesinde hafif bir Alman aksanı olduğunu ancak “gel” dediğinde fark etmiştim.



*


Beraberce bahçeye girdik. Büyük bir parti değildi. Hatta bir parti bile değildi. Bir bahçe masasının üzerinde bir şişe şarap, bir küçük pasta ve benden başka tek bir katılımcı daha: Tekerlekli sandalyesinde oturan, yüzü derin çizgilerle dolu, yaşlı bir adam… Beni görünce bir şey söylemedi ama sanki yüzünden gülümsemeye benzer bir gölge gelip geçti. 


“Kadim dostum Herman” diye bizi tanıştırdı kadın. Sonra Herman’a döndü ve yüksek sesle; “bu genç adam da kasabanın tek okuryazarı” dedi. “Bendeniz ise Sophia.”


Gülümsedim. “Pek genç değilim” dedim. “Bu kasabadan da değilim.”

 

“Tahmin etmeliydim” diye tatlı tatlı güldü Sophia. “Neredensin peki?”


“Türküm” dedim. “İstanbul’dan geldim.”


“Ahh” dedi kadın… “Dünyanın en güzel şehrinden geldin yani.”


En azından bu defa tutturmuştu. 


*


Sonra anlattım. Kendimi anlattım. O kasabada görüşmeye çalıştığım yazarı anlattım. Derdimi anlattım. Sophia da kendi hayatından bahsetti. Doğu Berlin’de doğup büyümüş bir Alman’dı. Müzisyendi. Duvar yıkıldıktan sonra, meraktan Berlin’e gelen İspanyol eşiyle tanışmış ve birkaç gün flörtten sonra birbirlerinden ayrılamacaklarını anlayıp beraberce İspanya’ya dönmüşlerdi. Pablo isimli adam maceracı ruhlu bir antikacıydı; yıllar içinde dünyada dolaşmadık yer bırakmamışlardı. Çok uzun yaşamamıştı İspanyol; hızlı ve tatlı geçen yılların ardından eşi Sophia’ya maceracılığını ve epey değerli birkaç el yazması kitap miras bırakmıştı. Onun ardından, Sophia da oradan oraya seyahat etmiş; piyano, gitar, keman dersleri vererek geçinmişti. Günün birinde kocasından miras kalan elyazmalarını epey yüklü bir fiyata satmış ve onlarla Madrid’de bir kitabevi açmıştı. Pablo’nun Kitaplığı... Derken o günler de geçmişti, Sophia kitabevini kapatmış, Picasso’nun doğum yeri Malaga’da yaşamaya başlamıştı. Kuzeydeki bu kasabaya, arkadaşı Herman’ı sıkıcı evinden kurtarmaya, onu güneye, düzgün bir yaşlılar evine taşımaya gelmişti. Eşyalarının çoğunu tasfiye etmişti bile; kitapları da incir ağacına tutturduğu “Pablo’nun Kitaplığı” marifetiyle ufak ufak dağıtmaya çalışmıştı. Herman kütüphanesinin boşaldığını görmek istemiyordu. Sophia söylememişti ama bana ikisinin arasında arkadaşlıktan biraz fazlası var gibi gelmişti. Hiç değilse bir zamanlar…


İkinci kadeh şarap bitmişti. Herman da uyuklamaya başlamıştı. Kalkmak için izin istedim.


“Biliyor musun” dedi Sophia; “deminden beri hafızamı yokluyorum, bildiğim Türkçe bir iki cümle var, söyleyeyim mi?”


Ne olduğunu tahmin ettim. Teşekkür ederim, güle güle, merhaba… Yabancıların bildiği standart cümleler.


“Söyleyin tabii” dedim.


Kendini birdenbire belli eden, ağır bir Almanca aksanla hiç beklemediğim sözler döküldü ağzından:


“Merhametin çoktur benden farıma

Beni görüp gül yüzünü bürüme”


Bakakalmıştım. Hafiften horlayan Herman’ın bile sanki sesi kesilmişti.


“Küslübürtün”den öğrendim dedi Sophia muzipçe. 


Küslübürtün mü? Dadaloğlu bu, belki Karacaoğlan.... Küslübürtün diye mi biliniyorlar Almanya’da? Kim Küslübürtün?


“O kim” diye sordum. 


“Nasıl yani” dedi Sophia. Şaşırma sırası ondaydı. “Tanımıyor musun Küslübürtün’ü? Her Türk bilir onu. Aa bilmez mi yoksa? Dil cini Küslübürtün.”


Bomboş bakmaya devam ediyordum. 


“Franz Fühmann’ı tanır mısın peki” diye sordu. 


Onu da tanımıyordum.


“Yazar. Doğu Almanyalı. Anne babamın arkadaşıydı. Evimize çok girip çıkardı. Ben üniversiteyi bitirince araştırmalarında yıllarca ona yardım ettim. Mitoloji, dinler, masallar. Muazzam bir bilgisi vardı. Onun kitabı. Die Dampfenden Hälse der Pferde im Turm von Babel… Babil Kulesindeki Atların Tüten Boyunları. Küslübürtün, işte o kitabın kahramanıdır.”


Hiç duymamıştım. Franz Fühmann… Kimdir, nedir diye soracakken tam, Herman’ın başı önüne düştü, canı yanmış gibi gözlerini kocaman kocaman açtı. Sophia, ona “tamam içeri geçiyoruz” der gibi tatlı tatlı güldü. Sonra bana döndü ve “gazetecisin, araştırırsın” dedi. 


El sıkıştık ve birbirimizin kısacık bir süreliğine dahil olduğumuz hayatlarından çıktık. 


*


Dönüş yolunda “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü”yü okumadım. Franz Fühmann hakkında okudum.


1922-1984 yılları arasında yaşamış Doğu Alman yazar. Gençken Nazi, sonra komünist. Derken sosyalist rejimin kıymetli yazarı, sonra rejime de muhalif… Tiyatro oyunları, denemeler, romanlar, çocuk kitapları her şeyi yazmış. 


Bir de Küslübürtün’ü yazmış. Dünyanın en ilginç roman kahramanlarından birini…


Küslübürtün, Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndan fırlamışa benzeyen bir cin. Ama korkutucu değil, ufak tefek ve dost canlısı; üzerinde çimen yeşili bir şalvar, ayaklarında yeşil terlikler var. Yosun yeşili kuşağından deniz yeşili kabzalı eğri bir kılıç sallanıyor. Sesi berrak, garip bir zil sesi gibi… Yağmurlu bir günde, canları sıkılmış oturan beş arkadaşın arasında birdenbire beliriyor ve onlara hiç bilmedikleri oyunlar öğretiyor. 


Dil oyunları. 


Anagramlar, kafiyeler, ses uyumu… Küslübürtün, Babil Kulesi’nde diğer dil uzmanlarıyla beraber yaşadığını söylüyor ve bazen yanında kendi gibi uzman arkadaşlarını getiriyor. Mesela Schopenhauer’i… Çocuklara masalları, efsaneleri bu arada Brecht’i öğretiyor.


Kendi kökenlerine dair, kendi dilinde tek bir şey söylüyor. Karacaoğlan’ın dizelerini:  


“Merhametin çoktur benden farıma

Beni görüp gül yüzünü bürüme”


Çocuklar bu dil oyunlarını çok seviyor…


*


Tren, Amsterdam Centraal’e ulaşmadan bunları öğrenmiştim. Küslübürtün ve dil oyunları, Doğu Almanya’da yaşayan çocukları yıllarda cezbetmişti. Ama ne yazar ne kitap ne de kahraman Türkiye’de, Türkçede var olmuştu.


Yine de bir sürprizle önüme düşmüştü işte.


Uzak ve küçük bir kasabaya gitmiş, huysuz bir yazarla konuşmayı becerememiştim. Sonra bir bahçede derme çatma bir kitaplık görmüş, bir tatlı yaşlı kadınla tanışmıştım.


Sonra da Küslübürtün’le…


Artık tek eksiğim Almanca’ydı. 


*



PS: Küslübürtün ve Franz Fühmann’a giriş için şurası. 






internetin en güzel yeri


İnternetin en güzel yeri belki burasıdır. Tren videoları...

Üç video türünü çok seviyorum. Kafe sesi videoları, şehir yürüme videoları ve bu tren seyahati videoları... Masamda çalışırken bazen bu videoları açıyorum. Tren düdükleri, çay kaşıkları, çocuk sesleri. Odada bir gizli geçit.   

Burada Şili'deyiz. Barrancas'dan Los Lirios'a gidiyoruz. Rüya gibi istasyonlardan geçiyoruz. 

Hayat genişliyor, açılıyor...

polisten bir mektup


Kaliforniya’da bir yer. Yıllar evvel. Adamın birinin posta kutusuna, fiziki posta kutusuna yani, bir mektup geliyor. Polis ceza kesmiş. Kamerayla. Mektupta da adamın direksiyon başında görüntüsü var; trafik ışıklarında beklememiş geçiyor. Cezayı yemiş tabii. Ama yöntem yeni; tarihteki ilk fotoğraflı cezalardan birini yemiş.

Adam isyan ediyor, özel hayatının ihlal edildiğini düşünüyor ama daha da çok bu sürecin içinde insan olmamasına takıyor. Kendi kendine çareler arıyor. Nihayet gidiyor cezanın miktarı kadar paranın fotoğrafını çekip polis merkezine faksla gönderiyor. Madem artık her şey fotoğrafla...

Günler sonra posta kutusunda bir mektup daha... İçinden bir kelepçe fotoğrafı çıkıyor. Adamın hoşuna gidiyor bu; bir insana temas ettiği için ikna oluyor. Neticede cezasını da ödüyor. 

Eski zamanlar. Bin yıl kadar uzak sanki...


Resim: Edward Hopper

dünyaya nasıl bakmalı?


İçinde yaşadığımız dünya. Aynı anda hem korkunç hem güzel olan bu dünya. Ona nasıl bakmalı? John Berger, burada iki üç dakika içinde dahi yol gösteriyor. 
Sürekli düzelterek. 
Anlatarak. 
Ve de tarih bilinciyle (Marksist tarih bilinciyle)...


ay sarayında