bankaya yürüyüş kararı sayılacak, say



Bedelli çıktı ya, her yerde tantana. Karşı çıkanlar, sevinenler, goygoyunu yapanlar… 

Ben çoğu gazetenin mevzuyu haberleştirme şekline takıldım. Görsel tercihleri bir tuhaf.

Silahlarıyla atlayan zıplayan komandolar, savaş boyaları, ileri çıkartılmış göğüsler, esas duruşlar…

Yanlış olmasın, bu haberin muhatapları, askerlik adına, bir bankaya gidip gelecek en fazla. Hani “Her Türk asker doğar” safsatası vardır ya, sayfayı yapanlar da bedelli coşkusu mu yaşıyor acaba. Abartıyorlar.

Bir de, askerlikten anlaşılan ne? Tamam, bazıları çok çok zor koşullarda yapıyor da, askerlik çoğunluk için sonu gelmez içtimalar, kantin önü muhabbeti, yemekhane kuyruğu, mıntıka temizliği, sayılamayan yürüyüş kararları, bolca dedikodu… Doğu’da yapanlar dışında ben kimseden zorlu anılar duymadım. Belli ki askere gitmeyenler, kamuflajla birlikte savaş boyası da dağıtıldığını sanıyor.

Neyse, bedelli de kalksın, en iyisi öyle. 






hep fatih terim'in kazandığı ülke

Bu ülkenin kuralları var. Birincisi, asla özür dilemeyeceksin. Şunu bilmek de faydalı: Yanlış yaparsan, yanlış yaptığını kabul etmeyeceksin. Ve elbette: Başarısızlığı hiçbir koşulda kendine bağlamayacaksın. 

Başka şartlar başka koşullar icat edeceksin. İkna edeceksin. Zeminin altında kaydığını hissedersen bağıracaksın. Suçlayacaksın. 

Yoksa biletini keserler. 

“Hatalıysam ara” diyebilirsin, buna izin var. Bu, hatalı olduğunu senin kabul etmen değil, başkasının görüp, işaret etmesi. Aramaksa gazının alınması için. Sonra kale almamak yine senin insiyatifinde. 

Hata yapmak, özür dilemek kırılganlıktır bu ülkenin kurallar kitabına göre. Başarısız olunur, olunabilir ama sadece elverişsiz koşullar yüzünden. 

İsteyen kişinin her şeye gücü yeter evelallah. 

Başarısızlık ancak fitneyle gelir, vatansevmezlikle gelir, tanrıtanımazlıkla gelir, çokbilmişlikle entellikle gelir…

İş bilmemekten, zayıf olmaktan, zamana ayak uyduramamaktan kaynaklanmaz burada başarısızlık. 

Başarısızlık bu ülkede sadece ‘kırılgan’ olanın biletini kestirtir. 

Bu ülke Fatih Terim’in ülkesi. Onun gibilerin ülkesi. Bilmem kaç milyon dolar maaş aldığı halde, yaptığı işteki başarısızlığın ihalesinin bize kaldığı ülke burası. Bizim vatansevmezlikle suçlandığımız, onun sürekli haklı çıktığı ülke. 

Şampiyon Lucescu’yu kovdurup onu getiren, milli takımdan Ersun Yanal’ı kovdurup onu getiren, bizzat kendini kulübünden kovdurup mağdurların kralı ilan ettiren, sonra o mağdur haline kıyamayıp milli takımın başına geçirten, en son Prandelli’yi kovdurup yine bir şekilde onu getiren… Ülke.

Bu sonuncusu özellikle Türkiye’de birçok genç insanın, genç futbol adamının gönlünü kırdı eminim. Burası öyle bir ülke. Terim’in ülkesi…

Bizim bir şekilde ona teslim olduğumuz, onun bağırmasına çağırmasına boyun eğdiğimiz, hatasızlığına biat ettiğimiz, şişkin maaşına razı olduğumuz, türlü hakaretlerini sineye çektiğimiz, başarısızlığına aldırmadığımız, başardığında tanrı katına çıkardığımız… Ülke. 

Bu gece Karabük’ün başındaki genç teknik adam Tolunay Kafkas,takımının Beşiktaş’la yaptığı maçtan sonra, görünürde hiç neden yokken, birdenbire patladı. “Bu ülkeden ümidimi kestim” dedi. 

“ (…) Ülkeden de ülkemin insanından da umudumu kestim. Çünkü hiç kimse futbolun gelişmesi ve ilerlemesi için bir şey yapmıyor. Kendi çıkarları ve menfaatleri için çalışıyor. Türkiye'de insanların kişiliğine, doğruluğuna, dürüstlüğüne saygı gösterilmiyor. Parasına ve gücüne gösteriliyor. Güç kimdeyse... Bu ülke bu durumda. Genel söylüyorum.”

O kadar söylüyor. Genel söylüyor. Belki benim söylediğimi bile söylemiyor ama ben yine tekrar edeyim, bir çok konuda hep yerimizde saymaya mahkumuz. 


Çünkü burası bir şekilde hep Fatih Terim’in kazandığı ülke.

kamila icin ninni


Birkaç gündür bu şarkıyla yatıp kalkıyorum: Lullaby for Kamilla. Ünlü kemancı Nigel Kennedy’nin Polonyalı grup Kroke ile kaydettiği ‘East Meets East’ albümünden. Bir hafta öncesine kadar ne şarkıdan ne de gruptan haberim vardı. Şimdi hiç aklımdan çıkmıyor. 

Kroke (Eski İbranice’de Krakow) Doğu Avrupalı Yahudilerin müziği Klezmer’le Balkan ezgilerini, hafiften Ortadoğu’yu ve cazı kaynaştıran bir grup. Üstat Kennedy’le de ayrı kaynaşmışlar. ‘East Meets East’ (2003 yılında yayınlanmış) hem fıkır fıkır hem hüzünlü bir albüm (içinde Natacha Atlas gibi sürprizleri de var). Bu yukarıdaki şarkıysa tarife sığmıyor, bambaşka… Tadı sanırım en çok tren penceresinde çıkar. Ama bir trene de daha çok var. 

* ‘Trende dinlenecek şarkılar’ diye bir liste yapmalı. Aklıma ilk Lhasa de Sela’dan ‘La Confession’ geldi. Uuuu, daha bir sürü şarkı var. Zevkli liste olur. Başka neler girer acaba?

* Bugün bayiden gazetemi almış parayı uzatırken: “Bir Radikal, buradan” dedim. Demişim yani, sonra fark ettim. Adam baktı tuhaf tuhaf. “Bir Radikal” diye tekrarladım yine. Sonra ayıldım. Adam “Yok Tasvir-i Efkâr” demiştir herhalde içinden. 

* Gazete hadisesinden sonra bir de yanlış vapura biniyordum ki, arkadan yetişen Mehmet kurtardı, sağolsun. “Karaköy olmaz şimdi sana, Eminönü’ne gel temiz temiz” dedi de kendime geldim. Dalgın günler…


* Ama günün esas olayı bir kitap, içindeki de bir güzel nottu. Elifciğim, Amerikalardan göndermiş… Daha ne olsun!

harbe giden sarı saçlı çocuk


La Detente... Birinci Dünya Savaşı’nda siperlerde sıkışmış bir asker kaçışı bir çocukluk rüyasında bulur… Pierre ve Bertrand ikilisinin 2011’de, dört senelik uğraşın sonunda çektiği video insanı silkeliyor. Hem düş hem kabus, zor bulunur bir iş. 

Yönetmenlerin diğer işleri için şuraya buyurun.

eski bir sabah, uyuyan kedi ve beceriksiz yağmur


Kısa kısa gidelim biraz.

Bu aralar hep bu yukarıdaki şarkıyı dinliyorum. Johnny Cash, Nine Inch Nails’den 2002’de coverladığı Hurt’te pürüzsüz akıp gidiyor. Muazzam videonun tarihi 2003, yani siyahlı adamın öldüğü yıl. Zaten klipte de, hissetmiş gibi, geçmişe bakıyor Cash. Çocukluk evi de orada, hapishane konserleri de. Country şarkıcısı karısı June Carter da klibin bir anında, gitar çalan kocasının arkasında durmuş, hüzünle seyrediyor sahneyi. İkisi de o sene peş peşe gidecek bu dünyadan. Yıllar önce bir sabah uyku tutmayınca, kalkıp o upuzun filmi, Cash’in hayatını anlatan Walk The Line’ı izlemiştim. Joaquin Phoenix ile Reese Witherspoon’un (June Carter’ı oynuyordu) pırıl pırıl oyunculukları, inandırıcılıkları halen aklımda. Film bitince, işe gitmek nasıl zor gelmişti…

Geçen haftanın en güzeli, sokaktan topladığı yaprakları kaldırıma yığan, sonra da içine yerleşip uyuyan kediydi. 

Kış güzel değil ama kışın gelişi güzel… ‘Winter is Coming’ de vurgu boşuna değil. 

Yağmur bu sene çok mu beceriksiz yağıyor? Kötü Yeşilçam filmlerinde kovayla boşalttıkları gibi…

Şu haftanın tatlı haberlerindendi: Gürültüsü sakinlerinin canına tak edince, Venedik’te tekerlekli bavullar yasaklanmış. Yani artık tıkır tıkır yürümek yok. Günahı 500 Euro. İyidir şehirlinin turiste delirmesi, sağlıklıdır. 


Daha da tatlı haber, Obama’nın ‘özgürlük madalyası’ taktığı Meryl Streep için sarf ettiği sözler (Kupür Hürriyet'ten): “Herkesin önünde açıklıyorum. Meryl Streep’i seviyorum. Ona âşığım. Onu sevdiğimi kocası da biliyor, Michelle de biliyor ve yapabilecekleri hiçbir şey yok.” Birçok mevzuda başka siyasetçilerden farkı yok Obama’nın ama böyle hoşlukları da mevcut. Başka da kimse yapmaz. Bizde zaten hayal!

mahallenin abileri zora düşünce

Bir yerden kovulmak sevimsiz. Kimse yaşamasın isterim. Ama gazetecilik işte teknik direktörlük gibi; Türkiye’de bir yerden sonra illa kovuluyorsunuz. Durum bu. 

Tabii son on yıldır, belli bir kesim için, daha doğrusu medyanın kendini ‘muhafazakâr olarak tanımlamayan’ kesimi için, durum haydi haydi bu. Bugün onlarca gazeteci sistemin dışında. Ya da kendilerini körelten yerlerde çalışmak zorundalar. Gidebilecekleri bir yer yok artık. Oysa mevcut gazete ve televizyonların dışında, herhangi bir gazeteyi ve televizyonu ferah ferah kalkındıracak iyi isimler var. 

Birer birer işten atıldılar. Bazıları özellikle attırıldı. Medya yeniden dizayn edilirken, kartlar dağıtılırken “seni istemiyoruz” denildi. Bitti. 

Şimdi üç muhafazakâr yayın yönetmeninin kovulmasını konuşuyoruz. Mahallelerinin ağır abileriyken birdenbire kendilerini kapının önünde buldular. Patron tasarrufuymuş. İnanmadık ya, peki… Normaldir, gazetecilik bu, burası da Türkiye… 

Ben esas o mahalleden yükselen itirazlara takıldım. Birçok yazar (belli ki kendi çaplarında bir cesaret örneği göstererek) seslerini yükseltti. Uhuvvet ne oldu, kardeşlik yara aldı, dava sıkıntıda, mahalle çürüyor, falan filan… 

Bu ülke son yıllarda o kadar sarsıntı geçirdi, Gezi’yi, Soma’yı, yolsuzlukları, türlü türlü operasyonu yaşadı, bu denli şikâyet etmemişti çoğu. Canlarının yandığını bu kadar göstermemişlerdi. 

Kendilerine yapılan haksızlık daha önemliymiş demek ki. ‘Adalet’ sözcüğünü altını çize çize kullanıyorlar artık. 

Hele içlerinden biri şu soruyu sorabildi: “Yeni bir medya dizaynı mı geliyor? Medya dizaynı bir tür yeni muhafazakâr sporu/eğlencesi mi?”

İnsan cevabını bildiği soruları yine de soruyor işte. Belki bu da bir tür spordur, eğlencedir. 

siz artık bunu mu konuşuyorsunuz?


Bu, Erdoğan’ın ‘kadınlarla erkeklerin eşit olamayacağını bunun fıtratlarına ters olduğunu’ vazettiği konuşmadan sonra… Dinlerken şaşkınlıktan ağzımızın açık kaldığı, milattan sonra 2014’te gerçekleşen o konuşmadan sonra… 

Şimdi gelsin “Ey Foreign Policy!” gitsin “Ey dış basın!” Lobiler, Türkiye’nin güçsüzleşmesini isteyenler, çekemeyenler falan filan… Standart senaryo. Erdoğan ortaya bir laf atar, hepimiz tartışırız, gündem değişir, ona yönelik tepki artınca Erdoğan’ın tabanında saflar sıklaşır.

Vahim olan şu: Dünyada herkes memleketle dalga geçmeye başladı. Dış basın, yabancı gazeteciler, ekmeğini menziline giren her siyasetçiyle kafa bularak kazanan televizyon şovmenleri falan değil sadece, dışarıdaki arkadaşlarımızdan duyuyoruz artık. 

Bu insanların lobilerle güç odaklarıyla ilgisi olmadıklarını söylemek bile gereksiz (Kayıtsız şartsız Erdoğancılara sorarsan “Hepsi birer maşadır” tabii) ama yine de söyleyeyim: Türkiye’yi özellikle seven, ilgilenen, kafası çalışan, dünyayı tanıyan kişiler bunlar. Konuştuğumuzda, bir araya geldiğimizde başka mevzu yok artık. “Erdoğan’ın derdi ne” diye soruyorlar. 

Bir süredir böyle gidiyordu da Ak Saray’ın ardından hız kazandı bu sorular. Dışarıda kimsenin Türkiye’nin gerçeklerini, dertlerini, ritmini anlamasını bekleyemezsiniz ama bin odalı o sarayın fotoğrafına bakan herkes kendince bir şeyler çıkarıyor. Almanı da çıkarıyor Japonu da. Artık Türkiye’yi ölçmek için herkesin elinde somut bir şey var: Bir yapı. Devasa, bize güya gurur vermek için inşa edilmiş bir yapı… 

Şimdi bir de fazladan soru: “Kadın-erkek eşitliği mi konuşuyorsunuz artık siz?”

İçine çöküyor memleket.

dünyanın ucunda av günü


sanki bir suya anlatıldım da bilinemedim 
ben 
benzersiz bir geyiği okşar gibi 
sevgisizliği okşayıp geçtim 
yol boyunca insanların 
uzak yakınlığını 
okşayıp geçtim

Edip Cansever, Manastırlı Hilmi Bey’e Dördüncü Mektup / Bezik Oynayan Kadınlar

Zamanın ruhu...Burası Alaska’nın avcı kasabası Barlow… İkisi de büyükanne olan anne kız, yeni avlanmış bir Grönland balinasının önünde selfie çekiyorlar. Alaska toplumunda, balina avından sonra sahilde toplanmak bir gelenekmiş.Hem avcıları kutluyor hem de hep beraber avı pay ediyorlar.

beni bekleyen sonsuza kadar bekleyebilirdi

Bugün büyük yönetmen Ömer Lütfi Akad’ın ölüm yıldönümü. Geçen hafta, bu aralar zevkle okuduğum otobiyografisi ‘Işıkla Karanlık Arasında’dan bir bölüm aktarmıştım. Bugün, anısına bir bölüm daha. Genç Lütfi Akad hayatının dersini alırken…  

Adapazarı’na gitmeye hazırlanıyorduk. Gitmeden önce bazı siparişler vermek üzere biriyle buluşmam gerekiyordu. Birden, üstümün başının pek güven verici olmadığını fark ettim, özellikle ayakkabılarım çok kötü durumdaydı. Taksim Sineması’nın (şimdi Devlet Tiyatrosu’nun bulunduğu bina) uzun duvarı boyunca art arda dizili ayakkabı boyacılarına doğru hızla yürüdüm, az vaktim vardı, en öndekinin sandığına ayağımı koydum. “Çabuk usta, şişir, acelem var” dedim. Boyacı başparmağı ile arkayı gösterdi. “Arkadaki arkadaşa geç beyim” dedi. “Neden, ne oluyor” dedim. “Ben ayakkabı boyarım beyim” dedi adam, “Bu benim işim, şişirme istiyorsan arkaya geç.” Bir an kalakaldım. Bütün alacağı 25 kuruştu, bir liranın dörtte biri. Ayağımı sandıktan çekmedim. “Buyur, bildiğin gibi boya” dedim, “Hakkını ver.” Beni bekleyen sonsuza kadar bekleyebilirdi, ben burada hayatımın dersini alıyordum. 


Lütfi Akad, Işıkla Karanlık Arasında, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004. 

interneti kıran kâğıt, odadaki fil, ince bıyık - haftanın kapakları

Gazete temposuna kaptırınca, ilk göz ağrım dergileri ihmal ettim tabii. Hızla dönelim mevzuya. Geçen haftanın en iyi kapakları aşağıda. Daha yıl sonu gelecek, bu senenin kapaklarına gideceğiz.

Yukarıdakiyle başlayalım. 30 yıllık dergi Paper, harika iş yaptı: İnterneti kırdı! Kim Kardashian’ın bu cüretkâr ve sahtekâr (o vücudun öyle olamayacağını hepimiz biliyoruz, değil mi) pozu popüler kültür tarihine geçecek. İnterneti kıranın da adı gibi kâğıttan bir dergi olması manidar. Kâğıdı gömmeye vakit var daha, sabırsız internetçiler haddini bilsin.



İki ayda bir yayımlanan The Advocate’ın Putin kapağı on numara. Bıyık detayı nasıl akla gelmemiş daha önce. Kendini ‘gay haberleri LGBT hakları, siyaset ve eğlence’ dergisi diyerek tanımlayan Advocate’ devreye girmiş neyse ki. Büyük kapak. Her anlamda.

Tasarım dediğinde tek geçilecek ülke Hollanda. Yeni nesil reklamcıların, ’cutting edge’ tasarımcıların rağbet ettiği dergi Creatie de bu mevzunun bayraktarlarından.  Daha güzel kapakları vardı ama son sayısı da iyi. Kapakta “Masum hedefler: Avcılar 1000’den fazla insanı her yıl kazara avlıyor” yazıyor.



Sanat ve görsel kültür dergisi Elephant’ın özel sayısı, ‘There’s a new elephant in the room’ klişesiyle çıkmış. Kapağı ‘ortamdaki yeni fil’e uyumlu. Fil boku basmak olmazdı, daha iyisini yapmışlar.

 Son olarak bir de bir gazete ekleyelim listeye. Avustralya’nın Brisbane şehrindeki G20 toplantısında Putin çok da hoş karşılanmadı. Rus lidere, 17 Temmuz’da Ukrayna üzerinde düşürülen Amsterdam – Kuala Lumpur (MH17) uçağının hesabını sordu Avustralya gazeteleri. 38 Avustralyalının da öldüğü (toplamda 298 kişi) uçağın vurulmasında, biliyorsunuz Rus parmağı olduğu iddia ediliyor. Courier Mail gazetesi de manşetten şöyle demiş: “Sevgili Bay Putin, G20 vesilesiyle Brisbane’i ziyaret ettiğiniz için teşekkür ederiz. Ama zirveye geçmeden önce Avustralyalıların duymak istediği bir şey var: ÖZÜR DİLERİM.”

koala diplomasisi

Daha iyi bir fotoğraf düşünülemez: Kucağınızda dünyanın en tatlı hayvanı, yüzünüz gülüyor, en saf haliyle PR… Koala diplomasisi…

Batılılar bilir böyle işleri, Avustralya’nın Brisbane şehrinde toplanan G20 liderlerinin kucağına birer koala verdiler, şenlik başladı. Sevimsiz ekonomi-siyaset toplantısı karnavala döndü. 

Fotoğraflar uzun uzun baktırıyor gerçekten. Örneğin Putin’in hiç oynamayan yüz kaslarında hafif bir tebessüm belirmiş; Obama zaten ‘Koala bizim işimiz’ havasında; Dilma Rousseff “Ben yağmur ormanından geliyorum kardeşim, koala neymiş” deyip idareten tutuyor gibi… Alman Merkel, uzaktan uzaktan seviyor, kare vermemiş. Hindistan Başbakanı Narendra Modi, “Abi ben hiç sevmem öyle hayvanlı mayvanlı” diyerek çıkmış işin içinden, “Nerede yetiştiriyorsunuz bunları” pozunda Avustralya Başbakanı Tony Abbott’tan bilgi alıyor. 




Bir de devlet başkanları eşlerinin milli park gezisi var. Belli ki daha şenlikli geçmiş o. Sare Davutoğlu güzel kucaklamış ama eldivenle koala tutmak fazla kibar kaçmış. Singapur başbakanının eşi Lee Hsien Loong şefkatli, annesi gibi koalanın. Çin başkanının eşi Peng Liyuan havalı. Ama ben İtalyan başbakanının karısı Agnese Landini’ye bayıldım; “Elbisem kolsuz” demeden kucaklamış sivri tırnaklı yavruyu. 

Cesaret puanıysa Avustralyalı başbakan eşi Margaret Abbott’a gelsin. Koala kolay, herkes boynuna o yılanı dolayamaz… Abbott dolamış.  





Gevezelik yeter, biraz işin ‘nasıl’ına bakalım. Queensland eyaletinin koalaları arada bir böyle diplomasi işlerinde de kullanılmak üzere yetiştiriliyorlar. Yoksa, öyle kolay kolay insanın kucağında duracak bir hayvan değilmiş. Ver ağacı, sarılsın saatlerce ama insan dediğin koalanın doğasına aykırı. 

Eğitimciler anlatıyor; bu iş için eğitilen yavruları günde 10 dakika kucaklayıp gezdiriyorlar; yetişkinleriyse yarım saat. Üç gün sonunda bir gün tatil yapıyor koala. Ağaca sarılıp uyumaktan ibaret günlük rutinine dönüyor. 

Dünya liderleri aldırdı mı bilmem ama koala eğitmenlerinin kucak heveslilerine bir tavsiyesi var: Bir koala tutarken hareketsiz durun. Bir ağaç olduğunuzu farz edin. Alttan kucaklayın ki, düşmeyeceklerinden emin olsunlar, sonra onlar da sizi kucaklar.”

Ağaç olmayı önermek güzel. Tabii bazılarına zor gelebilir.

abuk sabuk insanlar

Mesaj yazıyorlar, tweet atıyorlar, mail gönderiyorlar… 

Sadece can sıkmak için. Ellerindeki hançeri, bir gece bir sokağın kuytusundaymışız gibi, sinsice batırıp kaçabilmek için. Sebepsiz, düzensiz bir kötülüğü üzerimize kusmak için. Yok yere. 

Gazete yazılarının okur yorumlarında, forumlarda rahatlıkla bulabilirsiniz onları. İdeolojik bir ayrım aramayın: Dincidirler, faşisttirler, sağcı, solcu, liberaldirler. Aslında hemen hepsi bu ülkenin ‘normali’dirler; makbulüdürler. Evrenseldirler. Başka kıtalarda da yaşarlar. Yaşamınıza karışırlar. Bok atarlar. Boktandırlar. 

Sizi sizle bırakmazlar. İçinize girerler. Çıkmazlar daha. Kalırlar.

dünyanın en hüzünlü filmi

F L O A T I N G from Greg Jardin on Vimeo.

Evet, bu dünyanın en hüzünlü filmi. En azından şu an için... İsmi Floating.  Greg Jardin isimli hünerli bir yönetmen yapmış (Adamın müzik videoları da var ki hepsi güzel, oyuncaklı işler, bir tanesini sadece jelibonla çekmiş mesela).

Balonlardan mürekkep bir karakter koca şehrin içinde yalnız, ta ki ruh eşini buluncaya kadar... Dokuz buçuk dakikada toparlanmış, mendil ıslatmalık bir hikâye... Nasıl güzel, nasıl hüzünlü... Ne demişti Turgut Uyar: "Şimdi dolaşıp duruyor aramızda / kıpkırmızı bir duygu olarak / doğudan batıya bir güz halinde / çılgın ve hüzünlü."

Jardin, bir parça Uyar okumuş mudur?

iki taksici

Geçen gün bindiğim taksinin şoförü ben yaşlarda, samimi, konuşkan bir adamdı. Anlattıkça anlattı… 

Yolu bilmiyordu; tarif ettim. İki hafta önce başlamış taksiye, halen zorluk çekiyormuş. (Kim çekmez!) Yine de kendine güveniyordu. “Ben çok iş değiştirdim abi” dedi. “Ama bir hayat felsefem var: Asılırım, mantığını kavramaya çalışırım, sonra o iş çok kolaylaşır.” Eh, sıkı çalışmak iyi de İstanbul trafiğini anlamak öyle kolay olmasa gerek. 

Zor değilmiş. Öyle diyor yani. Şimdiden sabah nerede durması, akşam nereden geçmesi gerektiğini anlamış. Hiç boş kalmıyormuş, işler rayına oturuyormuş. 

Memleket muhabbeti yaptık biraz. Kırşehirli olduğunu söyledi. İki sene önce gelmiş İstanbul’a; atölye, fabrika, inşaat derken taksiye başlamış. Kırşehir’de ne iş yaptığını sordum. “Balıkçıydım abi” dedi. 

Kırşehir’de balık!? Şaşırdığımı gördü, “Hirfanlı Barajı’nda tutuyordum” diye ekledi. On sene kadar her sabah balığa çıkmış; baraj gölünü, gölün içindeki tepeleri, hangi balığın saat kaçta ağa geldiğini tek tek ezberlemiş. Ama yetmemiş işte… Kalkmış, İstanbul’a gelmiş. 

“İyi de” dedim; “madem balıkçılık biliyorsun, madem her işe asılıp mantığını kavrıyorsun, niye burada da balıkçılık yapmıyorsun?”

“Yok abi” dedi. “Bu deniz başka. Boğaz başka. Bizim Hirfanlı’ya benzemez, ben bilmem buraları, Sarıyer’den açılırım, Rusya’dan çıkarım; kapar götürür burada deniz; denemedim bile.”

Denemeyecekmiş de. Sisten de korkuyormuş hem. Yani taksiye devam… 

Güzel güzel, ayrıntı vere vere anlattı, iyi bir adamdı. Belli, taksiciliği de öğrenecek. Yolu açık olsun. 

Taksilerde sohbet çok. Belki unutacaktım bizim eski balıkçı taksiciyi de. Bir haber engel oldu. 

Rumelifeneri açıklarında, kaçak Afgan mültecileri taşırken batan, 24 kişiye mezar olan teknenin kaptanı bir taksiciymiş, yeni öğrendim. Cenazede gazetecilere konuşan kardeşi bütün ailenin şaşkın olduğunu söylüyor. Ağabeyinin kaptanlıkta uzaktan yakından bir ilgisi yokmuş. Yıllardır İstanbul’da taksicilik yapıyormuş. İyi yüzme bilirmiş, o kadar… Niye böyle bir şeye kalkıştığını kimse anlamamış. 

İki taksici… Tuhaf, ikisinin de hikâyesinden deniz geçiyor. Biri korkuyor, yaklaşmıyor bile, diğeri nedense yaklaşmış, hiç anlamadığı dümenin başına geçmiş.

Birinin teknesi artık taksi, diğer hikâye bitti.

tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu


Uzun zamandır sinema üzerine iyi yazılmış bir kitap okumak istiyordum. Olkan (Özyurt) sağolsun, kütüphanesinden Lütfi Akad'ın otobiyografisini çıkarıp verdi de tam istediğim gibi bir kitaba kavuştum.

Lütfi Akad büyük yönetmen, bu kadarını biliyoruz. Büyük de bir yazarmış. "Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim... Kaldım da..." diyerek hayatını anlattığı, 'Işıkla Karanlık Arasında' isimli kitabını muazzam yazmış.

Kitabı, daha ilk cümlelerinde, girdiği o büyük maceranın hakkını vererek açıyor. 26 Haziran 1946'dayız...

"Bunalımlı günler vardır. İnsan ne yaptığını, nereye gittiğini bilemez. Öyle günlerden birini yaşıyordum. İki buçuk yıllık askerlikten yeni terhis olmuştum, bir yerde çalışıyordum ve annem beni evlendirme telaşı içindeydi."

Sayfalar ilerledikçe genç ruhunun nasıl kabına sığmadığını görüyoruz. Ortada sinema namına hemen hiçbir şey yokken, belirsizliğin içine balıklama dalmış Akad. Ama ne dalış...
 
(...) Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim, meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir. 

(...) Yapacağım işin sinemayla bir ilişkisi yok görünüyordu. Bir işletme örgüsü kurulacak, hesap kitap işleri görülecekti. Gördüğüm eğitime yabancı bir tarafı yoktu. İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'ndan mezundum. Ama o sıralar, dediğim gibi, Osmanlı Bankası'nda çalışıyordum. Tutarlı bir işim vardı. İşte sorun da burada idi. Tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu. 

Uzun, upuzun bir kitap Işıkla Karanlık Arasında (İş Bankası Yayınları, 2014). Acele etmeden, tadını çıkartarak okuyacağım.

herkese açık bir sır olarak kütüphane gemisi

(...) Turistsiz günleri Kütüphane Gemisi'nde geçirir olmuştuk - kitap kurdu olduğu asla iddia edilemeyecek Ossie dahil. Bir hava-teknesine doluşup Timsah Park'ın çeyrek mil kadar batısında bulunan isimsiz çam adasının uzun bir şişe boynu şeklindeki körfezine gidiyorduk. Oraya daimi olarak demir atmış, yan gelip kayalara yatmış yirmi altı metrelik, bakırımsı yeşil bir uskuna vardı. İşte Kütüphane Gemisi oydu. Yerinden hiç kıpırdamamasına karşın, tıpkı Gus'ın feribotu gibi Kütüphane Gemisi de anakarayla bir başka bağlantımızdı. İçi kitap doluydu. Otuzlu ve kırklı yıllarda, kitap hastası bir balıkçı olan Harrel M. Crow bu üç yelkenli tekneyi bataklığın bizim bulunduğumuz tarafına yanaştırır, etrafa serpilmiş olan adalara kitap dağıtırmış. Sonra Harrel M. Crow ölmüş, böylece evlere kitap servisinin sonu gelmiş. Ama Kütüphane Gemisi, mucize eseri, kayalıklarda asğ kalmayı başarmıştı; yağmalanmadan, fırtınalar tarafından parçalanmadan. Bütün komşularımızın güzelce yararlandığı, açık bir sırdı. Kürek çekerek gemi enkazına yanaşıp H. M. Crow'un ambarına tırmanabilir ve kucak dolusu yarı-rutubetli okuma malzemesiyle dönebilirdiniz. İnsanların yeni kitaplar bağışladığı da oluyordu - alt raflar pespaye aşk romanlarıyla, polisiyelerle dolup taşıyordu; bazı satırları çizilmiş bir İncil, çoğu çözülmüş bir bulmaca kitabı, Shakespeare'nin oyunları. Dolayısıyla koleksiyon sürekli gelişmekteydi.

Karen Russell, Timsah Park (Çeviren: Püren Özgören)

ebe balinalar ve üç defa yaşayan adam


Seyahat dergilerini hep çok sevdim. Gerçi artık  yelpazeleri genişledi, bilime, dine hatta metafiziğe daldılar iyice. Ama işlevleri baki. Kurşun gibi ağır gündemden yorulup bunalınca, hatta gündemden bağımsız başka imkânların, başka dünyaların rasgele izini sürmeye niyet edince benzersizler. Yarım saatte sizi başka aleme götürür, ferahlatıp geri getirirler. Dünya hiç de küçük değil; insanlar, yaşamlar, mekânlar sınırsız, sonsuz… Biz fazladan afra tafra yapıyoruz sadece.

Aşağıdaki satırlar, bu ayki Geo’dan. Alman yazar Elke Naters, Güney Afrika’da bulup bir daha bırakamadığı cenneti, Cape Town yakınlarındaki Hermanus ve çevresini anlatıyor. 

(…) Balina sahilinde, Hermanus’ta oturuyoruz. Adı böyle, çünkü her yıl hazirandan itibaren Antarktika’dan kambur balinalar buraya geliyor, burada çiftleşip doğuruyorlar. Aralık ayına kadar kalıyorlar. Gebe balinalar yanlarında bir ebe getiriyor; ebe, bebeği ilk nefesi alabilmesi için su yüzeyinde taşıyor.(…)

(…) İlkokulda şekerleme satıcısı olan, rugby sahasının yanındaki küçük bir kulübede şeker köpüğünden toplar, kola, cips ve kâğıt şekeri satan Mr. Botha bir zamanlar öğretmenmiş, sonra paralı asker olarak Kongo’da bulunmuş, daha sonra Zimbabwe’de mısır yetiştiricisi olmuş. Hayatta üç kere her şeyini kaybedip yeniden başlamış. Kaybettiğini avucuna sayan bir sigorta olmamış. Yaşlılığını güvene bağlayacak bir emekliliği yok. Şimdi karısıyla kırsalda yaşıyor, papağan yetiştiriyor, eski araba lastiklerinden süs eşyası yapıyor,sonra bunları cumartesi günü şifalı otlarla birlikte pazarda satıyor. (…)

Fotoğraflar Hermanus kasabasından. 

müthiş sol ayağımla yapıştırmıştım yine


Bu ülkede konuşulmuyor. Havasında mı var suyunda mı, insanlar konuşmaktan çekiniyor. Sivri bulunmaktan, sıkıntıya girmekten, aptal görünmekten belki, kaçıyorlar. Konuştuklarında da ellerini yüzlerine bulaştırıyorlar. O yüzden kolay yola sapıp hiçbir şey söylemeden, anlatmadan konuşuyorlar. Sonra zaman içinde, evrimin gereği işte, bu özellik törpüleniyor. Dümdüz insanlara dönüyorlar. 

Futbolcular, en çok mikrofon tutulan insanlar. Açın gazetelerde spor sayfalarını, onlarca röportaj… Yine de keçiboynuzu gibi çevir çevir iki üç enteresan cümleye ancak rastlarsınız. 

İstisna kabilinden futbolcular da var elbette. Gurbetten gelenlere bakın... Almanya’dan, Hollanda’dan, Avustralya’dan çıkan oyuncular, röportajlarında hep daha çok söylüyor, tartışıyor. Hamit Altıntop’u hatırlayın, Tayfun Korkut’u… Maç sonu açıklamalarında bile tatmin ediyorlardı. 

Bugünün örneği Beşiktaşlı Olcay Şahan… Derin bir felsefesi yok, okumuş yazmış sayılmaz ama çekinmeden anlatıyor hayatını; kendiyle de sık sık dalga da geçiyor… Konuşmaktan aciz vasatlar dünyasında etiketler hazır tabii: Deli, egolu, manyak, o bu… Sık rastlanan bir başlık şu: Olcay Şahan yine güldürdü. 

Hiç kullanamadığı sol ayağı için “Müthiş sol ayağımla yapıştırdım yine bir tane” diye kendiyle dalga geçiyor mesela; başını sonunu dinlemeyenler, adam kendini övüyor sanıyor. Twitter, ona saydıranlarla dolu… Ne yapsın, ağlasın mı, içine mi atsın, sussun espri yapmasın mı? 

FourFourTwo dergisinden Hilal Gülyurt ile Recep Özerin’e röportaj vermiş bu ay. Yine ‘konuşuyor’ Olcay. Okutuyor kendini. Bir iki örnek aşağıda… Devamı da şurada.

(…) Bütün olay bu mu yani? 
Bence bu. Babamın da payı var tabii. Beni her zaman özel çalıştırırdı. Özel hoca tutardı bana. Beni hep koşuya götürüp zorla koştururdu. Ben ağlardım, o koştururdu. Ağlaya ağlaya koşardım. Hiç “kıyamam” dediğini duymadım. O zamanlar Bayer Leverkusen’de bir arkadaşım vardı. Yetenek olarak çok iyi değildi ama gönlünden, canından oynadığı için onu çok beğenirdim. Ona bakıp hevesleniyordum. O yüzden bende de her şey yürekten geliyor. Bazen maçlarda yorulsam bile bunu düşünerek hırslanıyorum, devam etmek istiyorum. 

Koşup koşup sonuca varamadığında sinirleniyor musun? 
Hayır. Koşarsan, mücadele edersen istediğine ulaşıyorsun. 

Baban sana koşarken nasıl hedefler koyardı? 
Oturduğumuz yere yakın, 6 kilometrelik bir göl vardı. O mesafeyi bir saatin içinde iki kere koşmam lazımdı.İlk turun sonunda bir su içirip “Hadi devam” derdi. İkinci turda sinirlenirdim. Bir defasında önümden bisikletli biri gidiyordu, çabuk bitsin diye onun arkasından koşmaya başlamıştım. Müzik dinliyorum ama nasıl sinirliyim! Babama beni o sıcakta koşturuyor diye kızıyorum ama bisikleti de kaçırmıyorum. Döndü bana “Hızlanayım mı?” dedi. “İstediğini yap, bana ne!” dedim ama ne kadar hızlanırsa gidiyorum. Bir baktım, 12 kilometreyi 52 dakikada koşmuşum. 

Hızlı düşünmeni neye borçlusun peki? 
Benim aklım sadece okulda çalışmazdı! Almanca dersinden, İngilizce’den hiç anlamazdım. Sadece matematikte iyiydim. Bir de evde saçma sapan ne iş varsa ben yapardım. Televizyonu tamir ederdim mesela. Onun dışında hep sokaklardaydım. Aklım sadece okula yetmezdi. Notlarıma bakınca “Senden hiçbir şey olmaz” derlerdi. 

Yaramaz bir çocuk muydun? 

Bir defasında abimin GameBoy’uyla oynuyordum. Kaseti üfledim üfledim, taktım çıkardım ama oyun hep bulanık görünüyordu. Ben de gidip komple yıkamıştım. Bir daha çalışmamıştı tabii. Abimden çok sağlam fırça yemiştim o gün. (…)

açık sözlü hollandalılar, sıkıcı yaşamlar ve toplanan kuşlar

Hollandalılar açık sözlü insanlar. Gazeteleri de açık sözlü, lafı eğip bükmeden gediğine oturtuyorlar. NRC Next (bizde eski Radikal'e denk gelir biraz) eylülün ilk günüyle beraber nefis bir kapak yapmış. "Sıkıcı hayatlar yeniden başlıyor" diyor. Yine işe gideceğiz, yine okula gideceğiz, yine her zamanki gündelik sıkıntılar... Hepimizin sıkıcı hayatları işte... Yine de olabildiğince neşeli bir kapak tasarlamış gazete. Ellerinden gelen bu, esirgememişler.

Bizde de eylül, mevsim değişikliklerine inat, hakiki bir eylül gibi başladı. Eski usul, güzel Eylül... Bulutlu, rüzgârlı, kadınların omuzlarına birer şal saran tatlı eylül. Demeye kalmadı... Önce köprüde hazin bir intihar, ardından da trafikte kaldıkları için (tekrar edeyim, sadece trafikte kaldıkları için) canından vazgeçen bir insana hakaret eden dangalaklarla başladı eylül. Doğrusu şu; bizde sıkıcı olan hayatlarımız değil, bizzat biziz. Hele sosyal medyada, on numara sıkıcıyız. Twitter'da Facebook'ta, dünyada bizden daha kasvetli daha hayattan bezdirici bir millet sanmam ki olsun.

Neyse ki kuşlar var, toplanmışlar göçüyorlar... Sonrasını biliyorsunuz, bilmeyen Cemal Süreya karıştırsın.
(Foto, İngiltere'deki vahşi doğa yarışmasında dereceye girenlerden; Somerset'te çekilmiş.)

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...