müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

pıçıldaşın lepeler


Bu piyano, bu ses, bu söz... Bir dünya. Fısıldaşın dalgalar. Pıçıldaşın lepeler...

sen gelmeden önce

 

Benim radyoda bu ara hep bu çalıyor. Sözleri de müziği de tonu da çok güzel. 


Ama en çok sözleri benim için.


Bir şey tanıdık geliyordu; çıkaramıyordum. Buldum. Başka bir evrenden bir paralel. İlhan İrem’in eski şarkılarında bu melodi ve bu ton vardır. Onları da çok severim. Kızım İçin, Ay Tozları, Olanlar Olmuş…


Duygu yoğunluğu İrem’de tabii biraz daha fazla ama dedik ya paralel evren işte… O evrenden bu evrene yollar çatallı


The Real Tuesday Weld’i bir süre dinleyeceğim. Siz de dinleyin. İlhan İrem’i de dinleyin. 


*


Bu arada, bu şarkının çizgi filmden bir klibi var; rol çalıyor diye koymadım. 

ben sarhoşum sen divane


Ben Mohseen Namjoo (Muhsin Namcı desek olur mu acaba) ile geç tanıştım. Geçen senenin nisanıydı. Her sevdiğime yaptığım gibi aylarca dinledim; sonra zaman içinde belki tadını da kaçırmak istemediğim için, bir süreliğine rafa kaldırdım. 

 

Nisan kendini iyiden iyiye duyurunca, Mohseen Namjoo şarkıları da içimde bir yerde kıpırdadı. Yine giriştim dinlemeye. Ben onu bu şarkıyla tanımıştım; aranızda tanımayanlar varsa, sizin için de bir kapı olsun. “O senin cahilliğinmiş” diyenler de buyursun bir daha dinlesin. Şarkımız Man Mast. Sözler Mevlana’dan. 


“Ben sarhoşum sen divane

Kim götürecek bizi eve…”


PS: Bir ara Farsça’nın su gibi güzelliğinden, Farsça şarkıların neşeli olanlarının bile bu güzellikle can yaktığından bahsedelim mi? Bence edelim.

şimdi buenos aires'e bağlanıyoruz



Bir hafiflik ama illa tüy gibi değil. İşini iyi yapmış olmanın iç hafifliği. Yorgunluktan sonra gelen o hafiflik. 

Ya da sessiz sakin bir bahçenin dinginliği… Ama dışarıdan gelen gürültülere açık bir bahçenin. 

Temiz hava insanın içini biraz yakar ya, o temizlik. Ama kirli havaya döneceğini de bilerek ve dönmeyi isteyerek.

Benim için birkaç güzel şey giriyor bu tarifin içine; biri Kevin Johansen’in müziği. Arjantinli bir anne ile Amerikan babanın müzisyen oğlu. İki dile, iki kültüre hakim. Gezmiş, dolaşmış; artık Buenos Aires’ten yayın yapıyor. Uzaklardaki bir arkadaşım, kardeşim, abim gibi seviyorum onu. Tesadüfen bulup dinlemiştim yıllar önce; o gün bugün hayatımda. Bizde pek tanınmıyor. Tanınmasın, benim için ziyanı yok. 

Siz yine de tanışın onunla. 

PS: Bu video 18 yıl öncesinden. Şimdi biraz daha değişti, büyüdü ama ben ilk Daisy'le tanımıştım.


bodrum'a giden bir otomobil - kayıp belgesel kuşağı 2



İki yılı geçmiş. Meslek hayatımın en güzel anlarından biriydi... Nefis bir Bozburun akşamında, Bülent Ortaçgil’in evinin terasında oturmuş konuşuyorduk. Ortaçgil, şarkılarını söyler gibi, usul usul anlatıyordu. Bir ara sözü, memleket müziğinin en verimli birliktelerinden birinden, Fikret Kızılok ile günlerinden açmıştım. Bodrum’a yaptıkları seyahatlerden konuşurken, eğlenceli bir detay çıktı. Fikret Kızılok, Bülent Ortaçgil ve Erkan Oğur… Aşağıda.

Orada, arabanın tepesinde bir kamera olsaymış, Kızılok, Ortaçgil ve Oğur’u 40 küsur sene önceki halleriyle kaydetseymiş…  

Bir gün bizim müzisyenlere dair bir belgesel ya da film çekildiğinde bu otomobil seyahati de belki yerini alır… 

*

Bodrum’a sık giderdik. Evet, bazı şarkıları orada yaptık. Birini net hatırlıyorum mesela. Fikret elde kâğıt-kalem, her zaman olduğu gibi, ben direksiyonda... Arkada Erkan oturuyor. Konuşarak, tartışarak, ‘Why High One Why’ başlığını bulduk. Gidene kadar adam bizi gülmekten gebertti. Yolda yazdı onu. Biz de kafiyeleri bulduk.
Peki tüm o ‘Adidas’la tekkelere gidersin’ dizeleri falan hep o arabadan mı çıktı?

Valla tam hatırlamıyorum... Hatırladığım, şarkının sözlerinin uzunluğu, arabada yazılanlar yani, yayımlanan halinin iki katıdır, çok fazla dizeyi de elemiştik, “Bu kadar da olmaz, bu kötü” diye atmışızdır. (Gülüyor)."

bir rüya gördüm sanki



Sesler… Yüzler… Haller...

‘Maestro’ Kamil Sönmez’in her zaman sımsıcak neşesi. 

Osman Yağmurdereli ile Tanju Okan'ın parçanın sonundaki havalı girişi. 

Rüyaydı sanki. 

koyu kahve şarkıları



Bisikletle sokaklarda turluyorum. Bazen ergen gibi. Kulağımda White Stripes’ın ilk albümü. Bu (şimdi eski olan) ikiliyi çok seviyorum. Hafiften ham denecek kadar sade, hatta çiğ, katır kutur bir müzik yapmışlar. Koyu, ağır bir fincan kahve gibi. Farklı sebeplerden koyu kahveye benzettiğim müzikler arasında onlar da var yani. 

Başka kim? Mesela Tom Waits. 

Mesela Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’da Mazhar Alanson…




kimse müzikten söz etmiyor


Türkiye giderek içine kapanıyor. Bu cümleyi hep kuruyoruz ama her kurduğumuzda bir eşik daha atlanmış oluyor. Kapıları pencereleri sımsıkı örtmeye acaba ne kadar kaldı? 

Sonuçları var bu halin: Bunca sıkıntı, tutuklama, depresyon, hukuksuzluk, intihar yaşanınca, insanlar işlerinden atılınca, KHK’lılar diye bir kavram hayatımıza girince, bilime set çekilince insanın canı dışarıdaki güzel, hoş şeylere bakmak da istemiyor. 

Bakan da baktığını göstermek istemiyor. Komşusu açken tok yatanın utanması gibi. Utanıyorsa tabii.

Bunları gördüğümüz veya görmediğimiz yer sosyal medya. Eh, ortada bir basın da kalmadığına göre, New York Times’ın kendini tanımladığı şekliyle, ‘kendi kendiyle konuşan ulus’un karşılığını en çok sosyal medyada buluyoruz.

Orada konuşmadıklarımıza gelince… Bu çok, çok uzun bir konu. Kısa keseceğim. Sosyal medyada güzel şeylerden konuşma oranı sanırım azaldı.

“Şu film güzeldi”, “Aman bu kitabı okuyun”lar giderek buharlaşıyor. 

Ama en çok müzikten gitti. Nedenini bilmiyorum, kimse müzikten söz etmiyor artık. Film, kitap yine var da (belki görsel yanları da olduğu, fotoğrafa geldikleri için); müzik konuşan pek yok. 

Geçen ay Elbow albüm çıkarmıştı. Klasik Elbow albümü, net, rahat. Bugün de Tindersticks…  Kapalı, gri Kasım günleri gibi kapalı, gri… Olması gerektiği gibi… Spotify söylemese, fark etmeyeceğim. 

Eskiden bu haberi son ben duyardım, bana gelene dek herkes on defa dinlemiş, on defa anlatmış olurdu. 

Artık kimse bunları anlatmıyor. Azar azar azalıyoruz.

PS: Video, albümden 15 gün evvel yayımlanmıştı. Pinky in the Daylight. Albümdeki ilk favorim de bu. Doyamıyorum bu şarkıya. 

gönül burcunda doğanlar

Gülten Akın, Şiir Üzerine Notlar’da (1996), Murathan Mungan ile seksenlerin başındaki ilk karşılaşmasını anlatıyor. İki kuşağın iki büyük şairi… O yıllarda Akın şiirini kurmuş, inceltiyor. Mungan kendi uzun yolunun başında sayılır.

Bu hatıranın içinde ikisi de ne kadar güzel; Akın’ın söylediği gibi nasıl da ışıl ışıllar. Neden bilmiyorum, Gülten Akın’ın anlattıkları da yazdıkları da bana hep o kadar yakın, o kadar yakın geliyor ki, şu karşılaşma kendi hatırammış gibi burnumun direği sızladı. 

“ (…) Sanırım bir fuardı. Ankara’da. Yine sanırım 1980’lerin başında. Yüksekçe bir yere oturtmuşlardı beni. Önümde bir masa. İmzanın seyrekleştiği bir sırada geldi. Kendini tanıttı. Yanımdaki sandalyeye ilişti. Murathan Mungan’dı. O günlerde Devlet Tiyatrosu’nda olmasa gerek, AST’ta sahnelenen oyununa çağırıyordu beni. Davetiyemi verdi. Arandığım için sevinmiştim. Işıl ışıl bir güzellikteydi. Bir de, ‘Yadigâr’ adlı şiirinde başkasına söylediğini ona çevirerek diyorum ki, gönül burcunda doğanlardandı.” 

Yeniden Murathan Mungan okumalı. Burada şimdilik, en sevdiğim şarkılardan biriyle analım. Sözler onun tabii ki. O muhteşem Yeni Türkü-Murathan Mungan ortaklığının belki de en olgun meyvesi.  




gerçeğin sesi yoktur



Ne yapacağını söyleyin ona hele bir 
O öylece yüzünüze bakıp durur
Bakışı gürültülüdür sizin sözlerinizden 
Çünkü gerçeğin sesi yoktur


White Stripes - Truth Doesn’t Make A Noise (Biraz serbest bir çeviriyle)

bay oyştrah yatmadan önce ne yapardı?

Bir ufak meseleyi anlatmak istiyorum. Bana kıymetli geliyor, size uyduruk görünüyorsa, sallayın gitsin.

Ukraynalı kemancı David Oistrakh’ın her derde deva bir alışkanlığı varmış. 
(Birçok insana göre dünyanın en büyük kemancısına, ‘Ukraynalı’ diyerek başlamak gazeteci obsesyonu bu arada, geçelim) 

Ne diyorduk, daha bacak kadar çocukken, beş yaşındayken, ona hocalık yapan bir başka kemancı Pyotr Stolyarsky’den devralmış bu alışkanlığı. Sabahları ilk, yatmadan önce son iş kemanını çıkarırmış kutusundan. Çalarmış. 

Beş yaşında da yapmış bunu 55 yaşında da. Bırakmamış. 

Yetenek elbette şart ama Oistrakh seviyesinde, yani dünyanın en iyi kemancıları -hele Ruslar- arasındaki çıldırtan rekabette böyle mi bir adım öne geçmişti bu adam?

Bilemem. ‘Etkili insanların alışkanlıkları’ kitaplarında falan yazar böyle şeyler. Bildiğim, bu alışkanlığın gerçekten geçilmez olduğu. Her derde deva demiştim en başta; aslında en büyük derde deva. Süreksizlik derdine. 

Yatmadan önce, kalktıktan sonra on dakika yazarsan mesela, bu seni yazar kılmaz. Böyle böyle gitarını çalarsan, müzisyen falan olmazsın. 

Ama devam edersin. Ne yapıyorsan ona yapmaya devam edersin.  

Sürekli bir yerden başlamak zorunda kalmazsın. En zor aşamayı geçmiş olursun. Az şey mi?

PS: Oistrakh’ın hocası Stolyarsky, Odessa Operası’nda çalışan vasat bir kemancıymış. Çok zahmetli eserleri çalamazmış (Şurada öyle deniyor). İyi bir pedagogmuş ama. İşte tam burası… Dahiyi doğurması vasatın, hele de bunu öğretmenlik üzerinden yapması, bana hep büyüleyici geliyor. 

PS2: Paganini, Campanella… Videoda. Lütfen özel dikkat. 

PS3: Nazım'ın Oyştrah'a mektubunu da vermiştik bu blogda, haber takibimiz 50-60 sene geriden de gelsek mevcuttur. Buyurun: Siz kıskandığım biricik insansınız üstat!

şarkıda saklı


Günü ‘Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’ kurtardı. İlham verdi, vermeye devam ediyor. 

“Hâlâ hoş bir havan var ne güzel adın” diyor Alanson. Sonra da “Bir çizik attın gönlüme kanattın” diye devam ediyor. Biricik - Bir çizik. Şarkıya oyun saklamış meğer. Bin yıl dinledikten sonra fark ettim. Bu sırada bulaşık yıkıyor olmamın da payı vardır. Çünkü bulaşık rocks!
Başlı başına bir konu bu: ‘İnsan en güzel ne zaman düşünüyor’ sorusuna bir cevap. Bulaşık yıkarken.  

ellerim ceplerimde


Londra'da Bond Sokağı'nın arkasında bir kapalı çarşı var: Burlington Arcade. 200 yıl evvel, değerli eşyalar, mücevherler, havalı şeyler satmak için kurulmuş. Şimdi de üç aşağı beş yukarı öyle. Normal çarşı işte. Normal olmayan, ıslık çalarak dolaşma yasağı. Tek istinası var yasağın. Paul McCartney’seniz eğer, gönlünüzce ıslık çalabilirsiniz burada. Yasak saçma ama istisnası mücevher kıymetinde. 

siz kıskandığım biricik insansınız üstat


David Oyştrah’a Mektubumdur

İstanbul'a gitmişiniz. 
Konserinizdeymiş. 
Çok bahtsız bir kadını bahtiyar etmişiniz. 
Yağmura uzanan iki yeşil yaprak gibi gözleri bakmış parmaklarınıza. 

Mektubunda ‘Unuttum her şeyi’ diyor. 
Kahırlarından başka unutacak şeyi yok. 
‘Ağladım’, diyor, ‘ferahladım’ 
‘Dünya’ diyor, ‘güzel, içim rahat’.
Siz kıskandığım biricik insansınız üstat. 



Nazım Hikmet Ran, 1957 

and i seem to find the happiness i seek

Bu kadar güzel bir albüm kapağı olabilir mi? Her detayında başka hikâye saklı; sayfalarca yazılır üzerine, ben bana kurdurduğu bir ufak hayalden bahsedip geçeyim. 

Ella İngilizce, Louis matematik öğretmeni, arkadaşlarının düğünlerinde çalıp söylüyorlar. İşte o arkadaşlar iteklemiş, “Yaparsınız edersiniz” diye ortalığa atmış, bu iki öğretmen de sanki geriye kalan her şey tamammış gibi, albüm kapağı için poz verirken bulmuşlar kendilerini. “Ne gerek vardı” diyor Ella içinden, “Pantolon olmadı mı acaba” diye düşünüyor Louis… Gerisi müzik. 

Ella Fitzgerald ve Louis Armstrong, 1956’da el ele vermiş ve o güne dek yapılmış en tatlı şarkıları söylemişler. Bundan sonra iki albüm daha yapacaklar, dünya daha da güzelleşecek.

Benim en sevdiğim aşağıda. “Take it Ella, swing it” diye şarkıyı partnerine verişiyle Armstrong’un, nasıl birden güneş parlıyor…  

kalben'in o ilk albümü



Günlerdir dinliyorum, dinledikçe güzelleşiyor... Kalben’in albümü… Bu ülkede mutlu olmak için, başka bir yerde değil burada mutlu olmak için iyi bir sebep bu albüm. Çoktandır unuttuğum, çoğul konuşmakta sıkıntı yok sanırım, unuttuğumuz bir duygu.
Ne kötü bir yandan da böyle düşünmek.
En son Pinhani ilk albümünü çıkarttığında gelmişti bu his. Çok zaman geçmiş. Ben arada illa ki epey güzel müzikler kaçırmışımdır, sonuçta herkes o kadar fazla işaret etti ki görebildim Kalben’i (Eh, dün de çıkmadı yani albüm, öncesinde Sofar konserleri var, varoğlu var).
İleride bir gün, bugün çok genç olanlar özellikle, ‘Kalben’in o ilk albümü’ diyecekler, bu öyle bir albüm… Çok aşka, acıya fon müziği olacak. Ne güzel!
Bir de şu: Pinhani demişken, onların da yenisi var, ‘Kediköy’ nasıl pırıl pırıl parlıyor! Bir grubun dördüncü albümünün bunca güzel olması az iş mi?
Bu güzel fotoğraf Korhan Karaoysal’ın. Artful Living’de Sinem Sal’ın röportajına eşlik ediyor. Kalben’i daha iyitanımak için röportajı da okuyun derim. Şurada.

1934



Nasıl bir yılmış ama... Henry Miller, o sıra evrenin başkenti Paris'te Yengeç Dönencesi'ni yayımlıyor. Smoke Gets in Your Eyes, Paul Whiteman ve orkestrasının yorumuyla ABD'de listelerde bir numaraya oturuyor.

Miller ile Whiteman birbirine hiç değmiyor. Yaptıkları emsalsiz ama hisleri birbirine Atlantik'in iki yakası kadar uzak. On yıllar sonra başka bir yerde birleşiyorlar.

günlerin akışına kısa bir ara



Benim için saati durduracak az şey var. İşte onlardan biri. Günlerin akışına kısa bir ara... Ama şimdi değil, Ekim ayında. Tam olarak 25 Ekim'de. Tom Waits, 7 yıl sonra yeni stüdyo albümüyle dönüyor. "Bad As Me" ile.

Yukarıdaki videoda Waits kendi üslubuyla meseleyi duyuruyor. Başkaları söylerse tadım kaçardı, benden duyun istedim, diyor. Eyvallah. Siz de ondan duyun istedim.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...