müthiş sol ayağımla yapıştırmıştım yine


Bu ülkede konuşulmuyor. Havasında mı var suyunda mı, insanlar konuşmaktan çekiniyor. Sivri bulunmaktan, sıkıntıya girmekten, aptal görünmekten belki, kaçıyorlar. Konuştuklarında da ellerini yüzlerine bulaştırıyorlar. O yüzden kolay yola sapıp hiçbir şey söylemeden, anlatmadan konuşuyorlar. Sonra zaman içinde, evrimin gereği işte, bu özellik törpüleniyor. Dümdüz insanlara dönüyorlar. 

Futbolcular, en çok mikrofon tutulan insanlar. Açın gazetelerde spor sayfalarını, onlarca röportaj… Yine de keçiboynuzu gibi çevir çevir iki üç enteresan cümleye ancak rastlarsınız. 

İstisna kabilinden futbolcular da var elbette. Gurbetten gelenlere bakın... Almanya’dan, Hollanda’dan, Avustralya’dan çıkan oyuncular, röportajlarında hep daha çok söylüyor, tartışıyor. Hamit Altıntop’u hatırlayın, Tayfun Korkut’u… Maç sonu açıklamalarında bile tatmin ediyorlardı. 

Bugünün örneği Beşiktaşlı Olcay Şahan… Derin bir felsefesi yok, okumuş yazmış sayılmaz ama çekinmeden anlatıyor hayatını; kendiyle de sık sık dalga da geçiyor… Konuşmaktan aciz vasatlar dünyasında etiketler hazır tabii: Deli, egolu, manyak, o bu… Sık rastlanan bir başlık şu: Olcay Şahan yine güldürdü. 

Hiç kullanamadığı sol ayağı için “Müthiş sol ayağımla yapıştırdım yine bir tane” diye kendiyle dalga geçiyor mesela; başını sonunu dinlemeyenler, adam kendini övüyor sanıyor. Twitter, ona saydıranlarla dolu… Ne yapsın, ağlasın mı, içine mi atsın, sussun espri yapmasın mı? 

FourFourTwo dergisinden Hilal Gülyurt ile Recep Özerin’e röportaj vermiş bu ay. Yine ‘konuşuyor’ Olcay. Okutuyor kendini. Bir iki örnek aşağıda… Devamı da şurada.

(…) Bütün olay bu mu yani? 
Bence bu. Babamın da payı var tabii. Beni her zaman özel çalıştırırdı. Özel hoca tutardı bana. Beni hep koşuya götürüp zorla koştururdu. Ben ağlardım, o koştururdu. Ağlaya ağlaya koşardım. Hiç “kıyamam” dediğini duymadım. O zamanlar Bayer Leverkusen’de bir arkadaşım vardı. Yetenek olarak çok iyi değildi ama gönlünden, canından oynadığı için onu çok beğenirdim. Ona bakıp hevesleniyordum. O yüzden bende de her şey yürekten geliyor. Bazen maçlarda yorulsam bile bunu düşünerek hırslanıyorum, devam etmek istiyorum. 

Koşup koşup sonuca varamadığında sinirleniyor musun? 
Hayır. Koşarsan, mücadele edersen istediğine ulaşıyorsun. 

Baban sana koşarken nasıl hedefler koyardı? 
Oturduğumuz yere yakın, 6 kilometrelik bir göl vardı. O mesafeyi bir saatin içinde iki kere koşmam lazımdı.İlk turun sonunda bir su içirip “Hadi devam” derdi. İkinci turda sinirlenirdim. Bir defasında önümden bisikletli biri gidiyordu, çabuk bitsin diye onun arkasından koşmaya başlamıştım. Müzik dinliyorum ama nasıl sinirliyim! Babama beni o sıcakta koşturuyor diye kızıyorum ama bisikleti de kaçırmıyorum. Döndü bana “Hızlanayım mı?” dedi. “İstediğini yap, bana ne!” dedim ama ne kadar hızlanırsa gidiyorum. Bir baktım, 12 kilometreyi 52 dakikada koşmuşum. 

Hızlı düşünmeni neye borçlusun peki? 
Benim aklım sadece okulda çalışmazdı! Almanca dersinden, İngilizce’den hiç anlamazdım. Sadece matematikte iyiydim. Bir de evde saçma sapan ne iş varsa ben yapardım. Televizyonu tamir ederdim mesela. Onun dışında hep sokaklardaydım. Aklım sadece okula yetmezdi. Notlarıma bakınca “Senden hiçbir şey olmaz” derlerdi. 

Yaramaz bir çocuk muydun? 

Bir defasında abimin GameBoy’uyla oynuyordum. Kaseti üfledim üfledim, taktım çıkardım ama oyun hep bulanık görünüyordu. Ben de gidip komple yıkamıştım. Bir daha çalışmamıştı tabii. Abimden çok sağlam fırça yemiştim o gün. (…)

açık sözlü hollandalılar, sıkıcı yaşamlar ve toplanan kuşlar

Hollandalılar açık sözlü insanlar. Gazeteleri de açık sözlü, lafı eğip bükmeden gediğine oturtuyorlar. NRC Next (bizde eski Radikal'e denk gelir biraz) eylülün ilk günüyle beraber nefis bir kapak yapmış. "Sıkıcı hayatlar yeniden başlıyor" diyor. Yine işe gideceğiz, yine okula gideceğiz, yine her zamanki gündelik sıkıntılar... Hepimizin sıkıcı hayatları işte... Yine de olabildiğince neşeli bir kapak tasarlamış gazete. Ellerinden gelen bu, esirgememişler.

Bizde de eylül, mevsim değişikliklerine inat, hakiki bir eylül gibi başladı. Eski usul, güzel Eylül... Bulutlu, rüzgârlı, kadınların omuzlarına birer şal saran tatlı eylül. Demeye kalmadı... Önce köprüde hazin bir intihar, ardından da trafikte kaldıkları için (tekrar edeyim, sadece trafikte kaldıkları için) canından vazgeçen bir insana hakaret eden dangalaklarla başladı eylül. Doğrusu şu; bizde sıkıcı olan hayatlarımız değil, bizzat biziz. Hele sosyal medyada, on numara sıkıcıyız. Twitter'da Facebook'ta, dünyada bizden daha kasvetli daha hayattan bezdirici bir millet sanmam ki olsun.

Neyse ki kuşlar var, toplanmışlar göçüyorlar... Sonrasını biliyorsunuz, bilmeyen Cemal Süreya karıştırsın.
(Foto, İngiltere'deki vahşi doğa yarışmasında dereceye girenlerden; Somerset'te çekilmiş.)

çıldırtan yalnızlıklar ve melankoli


Londra’da Waterstones'un girişine tepeleme yığmışlar Murakamileri. Dükkâna bir giren almadan çıkmıyor. Dükkân dediysem, beş katlı devasa bir alışveriş merkezi burası. Edebiyatın ticaretle buluştuğu bir mabet. Kitap da satıyorlar kitabın imajını da… Önceden güzelce hesaplanmış bir furyanın, müşterileri coşturmasını seviyorlar. Bu tür şeyler çok yaşanmıyor hem; su akınca küpü doldurmak gerek. 

Muslukları bu defa ardına kadar açan Haruki Murakami. ‘Colorless Tsukuru Tazaki and His Years of Pilgrimage’ İngilizce’de henüz yayımlandı ve beklendiği gibi bir sansasyona dönüştü. Edebiyat aleminin son rockstarının fotoğrafları, şehrin neredeyse her kitapçısının duvarlarını süslüyor. Londra’ya imzaya da gelecekmiş bu ayın sonunda. Büyük rağbet göreceği garanti; eskiden sadece Japon okurların girdiği kuyruğa şimdi Batılılar da giriyor.

Bütün bunlar normal; hiç tuhaflık yok. Yine de, Murakami ne yazdıysa okumuş biri olarak, çözemiyorum bu sırrı. Neredeyse her kitabında yalnız ve ortalama bir erkeğin melankolik hayatını anlatan bir yazar nasıl küresel bir yıldız oldu?

Hem bu defa “‘Renksiz’ bir hayat anlatıyorum” diye baştan da uyarıyor. 

İllüstrasyon, Serhat Gürpınar'dan. 17 Ağustos 2014 tarihli Hürriyet Pazar'da yayımlandı 

park


wendy penceresi açık uyumasaydı, ne çok canı sıkılırdı peter'in... 

On yıl olmuş, dile kolay... Eski bir dosttan mesaj... Pan'ın sokaklarında avare avare dolaşırken nihayet ulaştı... Daha mı umutluyduk o zamanlar?


beni iyi dinle burası bütün bir şehirdir

(…) Sözlerle tam olarak anlatamayacağım şeyler var, söylememem gereken şeyler. Fakat senin endişelenmeni gerektirecek bir şey yok. Şehir bir anlamda adaletlidir. Sana lazım olan şeyleri, senin bilmen gereken şeyleri, şehir birer birer önüne koyar. Senin de bunları kendi başına teker teker öğrenmen gerekir. Beni iyi dinle. Burası bütün bir şehirdir. Bütün demek, her şeyin olması demektir. Fakat burayı tamamen anlayamadığın sürece, burada hiçbir şey yoktur. Bütünlük hiçliğe dönüşür. Bunu aklından hiç çıkarma. Başkalarından öğrendiğini çok çabuk unutursun, ama kendi başına öğrendiklerin kalıcı olur. Ayakta durmanı sağlar. Gözünü açıp, kulak kesilip, kafanı çalıştırıp şehrin önüne koyacağı şeylerin anlamını idrak etmen gerekir. Yüreğin varsa, henüz varken çalıştır. Sana öğretebileceğim tek şey bu.”


Haruki Murakami - Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu (Çev. Hüseyin Can Erkin)

telefonunuza bakmayınız

  ‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz.  Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sana...