normallik ancak bir hafta




Tuhaf bir haftaydı. Türkiye ölçeğinde düşünüldüğünde hiçbir şey olmamıştı. Böyle dönemler burada her sene ancak bir iki defa yaşanıyor. Gazetelerin her biri farklı manşetlerle, kendi özel haberleriyle çıkıyor. Geçen hafta da öyleydi. Ama memleketi köpürtecek özel bir haber de yoktu bu kez. Çarşamba manşetlerini harlatan Salı günkü parti grup toplantılarından bile bir şey çıkmadı. Dibine kadar ısınmak ve azıcık serinlemek arası kararsız kalan İstanbul hava durumu gibi, gazeteler de Dünya Kupası, Ergenekon, Kürt açılımı, bilim-sağlık meseleleri, Türkler’in dünyadaki başarılarından falan medet umup, öfke mi gurur mu şüphe mi, rengini belli etmeyen manşetler attı. Yayın gitmiş de ekranda necefli maşrapa seyrediyor gibiydik.

Biraz süreceğe benziyordu, olmadı. Türkiye’nin topyekûn aynı meseleyi tartışmadığı bir haftalık zaman dilimi bugün sona erdi. PKK saldırısından sonra artık manşetler kilit; bir sonraki olağanüstü ana kadar hep beraber bunu konuşacağız. Merak ediyorum, bu ülke bu kadar yoğunluğu nasıl kaldırıyor ve böyle yaşayan bir başka memleket daha var mı?

un dia feliz


Böyle gazete kaldı mı yahu? Arjantin’nden Pagina 12… Milli takımın rakibini dörtlesin, sen tut “Mutlu Bir Gün” diye manşet at; fotoğraf olarak da yüzleri mavi-beyaz boyalı yumurcakları kullan. Bir milli maça bu kadar naif bir şekilde yaklaşıldığını hiç görmemiştim.

direniş buradan başlıyor



Satışlar her yıl düşüyor, reklam gelirleri azalıyor, içerik internette bedava ama internet siteleri de reklam alamıyor. Dünyanın hemen her tarafında (Japonya ve bir ölçüde Almanya hariç) durum aynı. Haber merkezleri küçülüyor. Gazeteciler boşa çıkıyor, onlar çıktıkça haberler de birbirine benziyor.

Gazetelerin geleceği karanlık. Herkes böyle diyor en azından.

İnternet çağında kaybolup gitmeden bir yere tutunulacaksa, kılavuz bu fotoğraf. Bazı şeylere harbiden de paha biçilemiyor.

Fotoğraf Engin Irız'ın, mekan ankara - aşti

bunu yan masadan gönderdiler bahar hanım



Newsweek Türkiye’nin yeni bloglu yazarı… Sadece çaprazımda fısır fısır konuşmakla kalmadı, aleme de tumblr’dan sessiz sedasız giriş yaptı. Bu sayfa için blogundan hırsızladığım fotoğraf bizzat kendisi tarafından okyanus ötesinde çekilmiştir.

Fotoğraf hırsızlığından sonra, fotoğraf altı yazısını alıntılamakta da beis görmüyorum:

“cılız sesler, ıhlamur kokusu, erimiş meyveli dondurma, soğumuş kahve tortusu, kimliği meçhul ayak sesleri, kimsenin göremediği haydutlar, bozuk musluk sızıntısı, ritimsiz, bitimsiz, huzursuz bacak, sesini arayan şarkılar, rüzgâra kapılmış fesleğen rahiyası, uçurtmasız gök, rengini arayan desenler, saat tik takları, kafa sesleri, gündelik laflarla dolmayan incir çekirdeği, mürekkebi bitmiş dolmakalem, çalınmayan kapılar, kornalar, kornalar, kornalar, saniyenin binde birinin kıymetsizliği, boş kuyuda yankılanan ilk taş, küf yeşili, usanma, kabullenme, vazgeçme, diz üstünde uyuyan kedi, koma provası ve uykular, uykular, uykular, yarın bunları kimse hatırlamayacak.”

Benim oyum “soğumuş kahve tortusuna.”

Ama zaten yarın kimse hatırlamayacak.

onu siz yaptıysanız bunu kim yaptı?



Sen tut Dünya Kupası için dünya güzeli bir çizelge hazırla; sonra da kendi maçına bin yıllık manşetle çık.

Hiç değilse, İspanya’nın son neferine kadar nüfusunu öğrenmiş olduk.

Ah be Marca!

ay sarayında