hayali cemaatler



İspanya işte böyle bir ülke. Kral’ın kupasına Kastilyalılar sahip çıktı; Katalanlar da gıcıklık olsun diye istedikleri şampiyonluğu kazanamadan evlerine döndü.

Maçın yorumunu nereden okuyacaksınız? İki ayrı gazeteye bakın, kafanız karışır. Barcelona’nın bir numaralı gazetesi La Vanguardia, Katalan evlatlarını teselli peşinde; Kral’ın sesi ABC ise tabii ki şampiyonluğu kutluyor. Asi gana el Madrid… 37 sene sonra finalde Barcelona’yı yenmişler… Eh, Madrid yenmiş yani. Manchester United’ı geçip Şampiyonlar Ligi’ni kazansalar bu kadar sevinmezler. Tabii Katalan gazeteleri için de aynı şey geçerli.

Bir ülke iki basın… Bir de başka bir coğrafyada iki devlet bir milletli bir versiyon var; ama onlar da futbol maçı oldu mu çok seviyorlar birbirleriyle küfürleşmeyi. Bazen sağlam bir ayna oluyor futbol; ne yansıyorsa oradan, millet meselesi odur. “Hayali cemaatler” diye diye gençliğimizi çürüten Benedict Anderson’a duyurulur!



niente nucleare


İtalya’da bütün gazetelerin manşeti aynı bugün. Berlusconi hükümetinin yeni nükleer santral projelerini rafa kaldırdığını söylüyorlar. Corriere della Sera’ya göre örneğin, yeni santraller için iktidar daha fazla bilimsel kanıta ihtiyaç duyuyor. Erdoğan'ın kankası Berlusconi, nükleer cephenin en ateşli savunucusuydu, şimdi bu dönüş niye? La Stampa –ki Silvio'yu hiç sevmez- başbakanın 12 Haziran’da yapılması planlanan nükleer referandumdan korktuğunu yazıyor. Yani o güne kadar frene bastılar. Hani yine aynı gün genel seçim yapacak bir başka ülkenin başbakanı da çaktırmadan frene basmıştı ya, o hesap…

Bir soru: Tüp müp denilince esip gürlüyoruz da, geri adım atılınca neden keyfini çıkartmıyoruz, kötü bir şey mi yani kampanya kazanmak?

umur talu'dan omurga tarifi...

Umur Talu, güzel insandır. O, medyada bugüne kadar hakkında kötü söz duymadığım nadir gazetecilerden biri (ki tahmin edersiniz, bu çok çok düşük bir rakam.)

Geçenlerde, boş geçmesin diye, Ahmet Şık'ın Bilgi Üniversitesi'ndeki dersine girmiş. Dersten sonra Habertürk Pazar'da Elif Key'e şunları söylüyor:

*** Öğrencilerin neredeyse hepsi direkt köşe yazarı olmak istiyor. Onlara, bir günde de köşe yazarı olabileceklerini ama 30 sene sonra da olmayabileceklerini söyledim; çünkü bütün köşe yazarları gazeteci değil, bütün gazeteciler de köşe yazarı değil.

*** Muhtemelen çoğu gazeteci olmak istemiyordur aslında... Ben sadece merak, katma değer, emek, bu arada da boyun eğmemekten bahsettim. Omurganın sırf tavizsiz bir karakterden oluşmadığını, aynı zamanda işini de iyi yapmakla ilgili bir şey olduğunu bilmeleri lazım, çünkü “Benim karakterim çok sağlam” demekle, eğilip bükülmemekle gazeteci olunmaz.


İki önemli saptama... Omurga meselesine tümden katılıyorum; kendi işinin ancak çeyreğini o da yalapşap yapıp yükü arkadaşlarının omzuna yıkan ama twitter'dan etrafa onur, şeref, haysiyet diye bağıran insanlardan yıldım.

Talu, keşke Türkiye'deki köşe yazarlığının dünyadaki örneklerine benzemeyen ucube bir format olduğunu da anlatsaydı. Bir köşeye kurulup her konuda ahkam kesmenin saçmalığından, bunun gazetecilikle ilgisi olmadığından bahsetseydi.

Bir insan hem şarap, hem aşk, hem Galatasaray, hem Suriye krizi, hem seçim kritiği, hem daha bilmemne yazabilir mi? Her gün... Yazsa da bütün bunların hepsinden herhangi bir okurdan fazla anlayabilir mi? Peki bir okur kendisinden daha fazla bilmeyen ve bunu sürekli açık eden bir yazarı ısrarla neden takip eder?

Herkesin bir uzmanlığı olur, o konuda yazar. Kalbinizi tedavi ettirmek için göz doktoruna gider misiniz? Ama hem kalp hem göz tedavisi hakkında bile yazan insanları okumak zorunda kalıyoruz. Tabii, bu arkadaşlar omurga sahibiyse dert etmemize gerek yok, değil mi?

Elif Key'in röportajının tamamı şurada.

pulitzer alacak gazete ilânından belli olur


Şu blogun tazecik ömrüne bir adet “ben demiştim” sıkıştırabiliyorum ya, ne mutlu bana… Evet, ben demiştim! En azından haberini vermiştim. Dün dağıtılan Pulitzer ödüllerinin araştırmacı gazetecilik için olanı sürprizdi; ödül, kendi yağında kavrulan bir yerel gazeteye, Saratosa Herald Tribune’a gitti. Daha doğrusu gazetenin muhabiri Paige St. John’a. Miami emlâk sigortası sistemini altını üstüne getirdiği için..

Peki ben ne demiştim? Saratosa Herald Tribune, geçen ay gelmiş geçmiş en tatlı ve sahici gazetecilik ilânını vererek, bizim sıkıcı mesleğe kendi keyifli imzasını atmıştı. Gazete ilânda, “ufak tefeğiz diye Karamürsel sepeti sanmayın, bir gün Pulitzer’i de alacağız” diyordu. Aldılar işte, ne diyelim, bravo... Söz konusu ilân aşağıda. Fotoğrafta da ilânın yazarı genel yayın yönetmeni Matt Doig ile Pulitzer sahibi St. John’u görüyorsunuz. Arka planda yazıişlerinin kalanı, ödül haberinin geldiği o kutlu anı idrak ediyorlar….

“Biz burada çabuk tarafından araştırmacı gazetecilik yapıyoruz; lazım geldiğinde de birkaç gün yayımlanacak mini projeler hazırlıyoruz. Ama her yıl, bizim çapımızda bir gazete için çok hırslı sayılabilecek işler kotarmaya da çalışıyoruz ki bir gün Walt Bogdanich şöyle demek zorunda kalsın: “Saratosa bilmem ne gazetesinin benim yirminci Pulitzer’imi elimden aldığına inanamıyorum.” Birçoğunuzun halihazırda bildiği üzere, bu tip işler cehennem azabıdır, ruhunuzu emer, kendinizden şüpheye düşürtür. Ama eğer siz, temizlikten uzak muhabirlerle dolu, ufak, kapalı bir ofise tıkılıp, çoktan ölmüş olmanızı isteyen güçlü kuvvetli kurum ve insanlara kafa tutan veritabanlarını, binlerce dokümanı tek tek girerek sıfırdan oluşturmayı kabul eden bir tür sapıksanız; üstelik bütün bunları da ödül kazanması muhtemel işinize şöyle bir bakıp bulmaca sayfasına yollanan okurlara sahip olma şerefi adına yapıyorsanız, yani bu size gazetecilik gibi geliyorsa, tamamdır, bizim aradığımız sapık sizsiniz.

Florida’nın şöhretinden bihaber olanlara not: Burası ülkenin en çok haber üreten eyaleti ve bunun sebebi de muhteşem kamu arşivi yasaları değil. Bizde her türlü yolsuzluk, şiddet ve şerefsizlik bulunur. 11 Eylül’ü yapan teröristler burada eğitildi. 11 Eylül’ün olduğu dakikalarda Bush anaokulu çocuklarına burada hikâye okuyordu. Yeni valimiz bir zamanlar, yaptığı vurgunlardan dolayı rekor cezaya çarptırılmış bir sağlık şirketi işletiyordu. Kasırgalarımız, yangınlarımız, petrol sızıntılarımız, tahtakurularımız, hastalıklı narenciye ağaçlarımız ve hamamböceği istilalarımız eksik olmaz (sadece birini uydurduk) Disney World de burada ve plajlarımız da, yani bütün ailenizi getirin."

şeker gibi kapak



Biraz gecikmeli olarak geçen haftanın güzelleri… New York Times Magazine üç haftadır listemde, bu haftada fena kapak yapmışlar; kapak haberleri (hain şeker) de ayrıca güzel, tavsiye ederim. Observer’in kapağı da çişli ama tatlı, üstelik lafı da esprili. İngiliz moda/stil dergisi Stylist göz alıcı, Süddeutsche Zeitung Magazine temiz, sade ve New Yorker bu haftaki kapağıyla çok ayıp ediyor.




değirmenin üstü her gün yel olmaz



YSK, bağımsız milletvekilliklerine taş koyunca Sırrı Süreyya Önder, doğru göndermeyi yaptı: "Fırıncıya söyleyin, ekmek de vermesinler." Bu kadar yasakla bu ülke nereye gidecek? Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiiri, günün anlam ve önemi üzerine; ama sade bugünün değil, artık belli ki her günün... Kısaca: Delirtmeyin!

hey göklere duman durmuş dağlar hey
değirmenin üstü her gün yel olmaz
dinle ağa, dinle paşa, dinle bey
sen söylersin o susar mı bel olmaz

sessizlik geriyor


Dörtlü El Clasico’nun ilk ayağı bugün. Bizim gazeteler bile bu maça artık kendi iç meselemiz gibi bakarken, İspanyol basını neden dursun. Katalanıyla, Kastilyalısıyla sıcak gündemi, siyaseti, savaşı bir kenara bırakıp maça abanmışlar.

Böyle günde en sağlam beklentiyi Mourinho’nun maç öncesi ego şovu yaratır. Real’in hocası dün hiçbir şey demeden oturdu basın toplantısında. İspanya’nın en ciddi gazeteleri El Pais ile El Mundo da, ne yapalım, bari buradan görelim maçı diye düşünmüş olmalı. Ön sayfadan, sessizlik geriyor, diyorlar.

Not edeyim: Mourinho’nun basın toplantısı fotoğrafı pek güzel.

Ben de El Classico’ya bir Amsterdam barından dahil olmaya çalışacağım, bakalım artık hangisi oynatıyorsa...





felemenk piştisi



Brugge eski piskoposu Roger Vangheluwe’un taciz itirafları, bugün Felemenkçe konuşan Belçika gazetelerinin manşetiydi. Bize epey uzak bir mevzu, ayrıntıya girmeyeyim (merak eden İngilizcesi’ni şuradan okuyabilir) ama ilgimi çeken bütün gazetelerin bir şekilde pişti olmasıydı. Manşetler hep aynıydı: Bir fotoğraf ve alt alta sözler; De Standaard’ta fotoğraf da yok. Türkiye’de hiç rastlanmayan bir tarz; ama etkili. Bu arada bu uğursuz herifin fotoğrafına yüz vermeyen Staandart’ın minimalist ön sayfası içlerinde en güzeli. Çok sahici.



herkesin kahramanı kendine


General Ante Gotovina'nın Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde yargılanması AB'nin Hırvatistan'a dayattığı koşuldu. "Üye olmak istiyorsan, generali vereceksin" dediler. Hırvatistan bunu yapamadı ama altı sene evvel, general bir şekilde Kanarya Adaları'nda yakayı ele verdi. Hırvatlar da sokaklara döküldü...

Mahkeme bugün 24 seneye mahkum etti Gotovina'yı. Krajina'yı Sırplar'dan geri alırken etnik temizlik yaptığına hükmetti. Hırvatlar'ın çoğu onun kahraman olduğuna inanıyor. "Bizi Sırplar'dan kurtardı" diyorlar.

Uzun ve tanıdık bir hikâye... Yüz yıl geçecek; ortada Gotovina'nın kemikleri kalmayacak, ama o zaman yaşayanlar bile fikirlerinden geri adım atmayacak; tartışmayı şimdiki hararetiyle sürdürecekler.

İşte bir Hırvat gazetesinin, Vecernji List'in bugünkü ön sayfası. Mahkeme kararından da önce yapılmış bir sayfa. Afili bir fotoğraf, altında tek kelime: Kahraman.

Gel de bunu karşı tarafa anlat!

başlangıç


Kenneth Branagh biyografisini 28 yaşında yazmış. Başlangıç. Fena fikir değil aslında.

Dün Barones’te yan masada üç Hollandalı genç aralarında hevesle Atatürk’ten bahsettiler. Ne diyorsunuz, bir yol anlatın hele diyemeden de kalkıp gittiler. Ama iyi şeyler söyledikleri belliydi. Temiz, pak, Harry Potter gibi gençlerdi.

Medyadalar. Hepsi de aklı başında, entelektüel adamlar. Ama akıllarına gelen en parlak fikir şu: Bu en zor zamanda Galatasaray’ı Fatih Terim’den başka kimse çalıştıramaz, gitsin Florya’da ipleri eline alsın! Bunun "Doğu’ya Olağanüstü Hal gelsin, ancak öyle yönetilir oralar" demekten ne farkı var? Fatih Terim Mehmet Ağar arkadaşlığı da tesadüf zaten.

Bülent Ortaçgil ile Paul Simon giderek aynı adama dönüşüyor.

"Benim sahnelerimi iki haftaya sıkıştırmanın bir yolunu bulmuşlar ve çekimler de Romeo ve Juliet açıldıktan sonraki gün başlayacak. Akşam beni tiyatroya yetiştirecek bir araba sağlayacaklarmış peki ben bu iş yükünü kaldırabilir miymişim? Pat’e ne kadar para ödeyecekleri sordum. Söyledi. Romeo ve Juliet’in bütçesini düşündüm. ‘Onlara söyle ben sete bisikletle de gelirim, çeki göndersinler!’" (Kenneth Branagh, Başlangıç)

Fotoğraf, Branagh'ın bahsettiği A Month in the Country'nin (1987) setinden; sağdaki kendisi, ortadaki genç de Colin Firth.

komedi gibi başlayan her şey komedi olarak son buluyor



"(...) Toplumsal piramitte yükselmek için yazıyorlar. Yazdıklarının suya sabuna dokunmamasına, toplumda bir yer bulmalarına engel olmamasına dikkat ediyorlar. Kültürsüzler demek istemiyorum. Bunlar da eskiler kadar kültürlü. Çalışkan değiller demek istemiyorum. Eskilerden çok daha fazla çalışkanlar! Ama aynı zamanda çok daha bayağılar. Bir işadamı, hatta gangster gibi davranıyorlar. Hiçbir şeyi eleştirmiyorlar, ya da sadece eleştirilmesine izin verilen şeyleri eleştiriyorlar, düşman kazanmaktan çekiniyorlar, daha çok en az zarar verecek düşmanları seçiyorlar. Bir ideal için intihar etmiyorlar; sadece çılgınlık ve öfkeden ölüyorlar. En mükemmel kapılar sonuna kadar açılıyor önlerinde. Ve edebiyat bu yüzden böyle. Komedi gibi başlayan her şey komedi olarak son buluyor."

Roberto Bolano, Vahşi Hafiyeler’de kitapta sadece bir defa görünen yazar Pere Ordonez’e söyletiyor. Mekan: Kitap Fuarı! (Metis Yayınları, çeviri Peral Bayaz)

sean penn'in haiti günleri



“Sean Penn, aktör, yönetmen… Çabuk kızar, insan sevmez… Peki hâlâ Haiti’de ne işi var?” New York Times’ın aylık eki Style Magazine’deki haberin spotu böyle diyor. Elde iyi görsel varsa, uzun haberlerin açılışına fotoğraf seçmek zordur. Bu haberde de muhakkak zorluk yaşadılar. Çünkü içerideki sayfalarda her gazetecinin rüyası fotoğraflar var. Beyaz oyuncu, siyah çocuklar falan filan… Penn güzel adamdır; böyle oyunlara hiç girmez, haberini yapan gazeteciler de girmemiş ve ortaya müthiş bir haber açılışı çıkmış. “Penn Haiti’de ne arıyor” karesi. Hem sürreel hem yeterince gerçek. Daha güzel anlatılamazdı…

Kapak da gayet iyi, gözden kaçmasın.

yolun sonu


Mac de olsan, bitince bitiyor işte. Bir gün senin sayende böbürlenirler; öteki gün kapı önüne koyarlar. Bu zavallıyı da Keizergracht'ta terketmişlerdi. O ıssızlıkta Wall-E gibi kalmış yavrucak.

Sosyal medya, insanları geri dönülmez bir şekilde kabalaştırdı. Bu kadar doğrudanlık bazı arkadaşlara balata yaktırıyor.

ABD’deki Fordham Üniversitesi “Bob Dylan ve Hukuk” başlıklı bir konferans düzenlemiş. Dylan’ın sosyal olayları hikâyeleme biçiminin hukuki açıdan geçerliliğini konuşmuşlar. Şarkılardan biri Hurricane. Dylan, orada 1960’larda cinayetten hüküm giyen boksör Robin “Hurricane” Carter’ın masum olduğunu anlatıyordu. Carter, 19 sene hapis yattıktan sonra, “pardon, ırkçılıktan böyle karar vermişiz” denilerek serbest bırakıldı. “Here comes the story of Hurricane…”

İnsanı seviyorum, insanları sevmiyorum. Sean Penn

nasıl vergi ödemeyiz - haftanın güzelleri 2



Bloomberg Businessweek meseleye damardan girmiş: nasıl vergi ödemeyiz, diye soruyor. Okurunun bu tür dergilerden beklediği zaten tam da bu; hiç kandırmaca yok, nokta atışı kapak. ABD’nin yerel dergisi, Denver merkezli Westword’un kapağı usta işi, anlattığı hikâyeyle uyum içinde. İtalyan gazetesi Il Sole’nin aylık eki Il, Japonca kapakla… Hiç fena değil. New York Times Magazine ile New York Magazine zaten hep formunda, bu hafta da keyifleri yerinde görünüyor.




yağmurcu



20 yıldır telif hakları için uğraşıyordu; sonunda başardı. Kate Bush, James Joyce’un Ulysess’inde Molly Bloom’un söylediklerini şarkılarına aktaracak. Bu vesileyle Bush’un güzelim şarkısı Cloudbusting'in güzelden öte video klibiyle güne başlayalım. Bir şarkıya çekilmiş en güzel video bu olabilir mi? Donald Sutherland döktürüyor. Yönetmen Julian Doyle da Terry Gilliam’ın ekibinden.

İnsanlığın en kötü buluşu sanırım bulaşık makinesi. Halbuki en güzel fikirler, bulaşık yıkarken akla geliyor.

Radikal’in üniversite giriş sınavı rezaletini üst üste üç gün manşet yapmasına bayılmıştım. İyi de ön sayfalardı. Bugün bırakmışlar artık.

Bu dünyaya hiçbir şeyi allak bullak etmemek için gelmiş olan kişi, ne dikkate alınmayı ne de tahammül edilmeyi hak eder. Rene Char

dünyanın en uyduruk gazetesi



Artk yok. İngiliz Daily Sport nihayet kapandı. Türkiye basınındaki en uyduruk, en kafadan atma manşetleri alın; onları beşle, yok yetmez, onla çarpın; işte bu gazeteye ulaşırsınız.

Gerçi derdi haber vermek değildi; biraz soft porno, biraz at yarışı. Elbette futbol da var ama esasen futbolcu eşi dedikodusu… Son sayısı 1 Nisan’daydı. Bitişi de şaka gibi oldu demek ki. Ama can çıkmadan huy çıkmaz işte. Yukarıda gördüğünüz bu "koleksiyoner edisyonunda" halen milletin bacak arasında dolanıyorlar.

Yine de başta bahsettiğim manşetler, gazeteyi İngiltere’de efsane yaptı; gazete değilse de ibret vesikası şeklinde.

İşte birkaç örnek:

Dünyanın en çirkin kadını aynaya baktıktan sonra öldü
İkinci Dünya Savaşı’na katılan bombardıman uçağı Ay’da bulundu.
İki katlı Londra otobüsü Güney Kutbu’nda gömülü bulundu.
Uzaylılar çocuğu balığa çevirdi.

Bu nasıl bir dünya? Bu gazeteyi okuyanlar nasıl insanlar? Daha beş sene evvel, Daily Sport 200 bin satıyordu. Nedenini “içeriden biri” açıklasın. Gazetenin ilk kadın genel yayın yönetmeni Pam McVitie diyor ki: “Erkekler seksi kızların fotoğraflarına bakmayı sever. İsteyen inkâr edebilir, ama durum budur.”

McVitie de halden vazife çıkarmış zaten; dilden dile dolaşan bir yöntemi var mesela. Gazete baskıya yollanmadan evvel, sayfalarda tek tek meme sayarmış, 26’dan azsa yeni fotoğraf aranırmış. Altın oran 26 yani; ilgililere –ki çok var- duyurulur.

Fotoğraf: James Winfield

günlerin köpüğü

Dün yere tüküren bir kadın gördüm ilk defa. Ama siyahlara bürünmüş asalı adam o şoku aldı götürdü.

Sabah gözünü açar açmaz Twitter’dan sağa sola bağıranlar, şikâyet edenler, sızlananlar, küfür sallayanlar var. Bu da bir sosyalleşme şekli elbette ama nedense içim burkuluyor.

REM’in yeni albümü Collapse Into Now’ı dinliyorum. Her albümlerinde, bu defa beğenmem diye başlıyorum; ama hep onlar kazanıyor. İyiler. Bu defa da iyiler. Üstelik Patti Smith ve Eddie Vedder de yanlarında.

Bugün bir arkadaşım internetteki eski gözdemi hatırlattı. Epigraf. Yıllar var ki bakmamışım. Sitenin sorumluları, Epigraf’a el birliğiyle şiirler, öyküler, pasajlar yüklerdi. Öyle kes-yapıştır değil, el emeği göz nuru. Fena Edip Canseverciler'di diye anımsıyorum. Kapanmış tabii artık, güncellenmiyor. Üniversitedeydim; yıllar geçmiş, büyümüşüz. O zaman söylememiştim, şimdi söyleyeyim: Ellerinize sağlık arkadaşlar, çok makbule geçti.

Biraz korkunç, değil mi? Hem muhteşem hem korkunç. Tüm aşklarda olduğu gibi çılgın, öyle değil mi? Sonsuza bir sonsuz daha eklenirse sonuç sonsuzluk olur. Korkunçluğa muhteşemlik eklenince sonuç korkunçluk oluyor. Doğru söylemiyor muyum? (Roberto Bolano, Vahşi Hafiyeler)

dünyanın en güzel gazetesi



Tazecik bir gazete... 2009’da kuruldu. Portekizli. Adı i. İkinci yaşını doldurur doldurmaz, Society for News Design tarafından dünyanın en güzel tasarıma sahip gazetesi seçildi.

Saygın gazetecilerden oluşan seçici kurul, i’nin dergi ve gazete arasında müthiş bir denge tutturduğunu anlatıyor. Sizin de fark edeceğiniz gibi görsel yoğun bir yayın; ama söylendiğine göre haberciliği de sağlammış. Dünya basınının geleceği bu gazetenin tasarımında mı gizli diye soruluyor şimdi.

Bir de neşeli not: Seçici kurulun bir üyesi Jose Saramago’lu ön sayfa için “o kadar beğendim ki yemek istiyorum” demiş. Yukarıda da gördüğünüz o sayfayı ben aylar evvel şurada da kullanmıştım efendim.



almanlar acımaz - II




Bir alttaki post'ta "Almanlar acımaz" derken bunu kastetmemiştim ama acımamışlar gerçekten. Schalke gitti, Inter'e Milano'da beş attı. Dünya değişiyor. Bir İtalyan takımı evinde beş yemezdi eskiden. La Gazzetta Dello Sport, haklı olarak "bir devrin sonu mu?" diye soruyor. Corriere Dello Sport ise soruya dahi gerek görmemiş: İnter paket!

İtalyan spor basını herhalde kontrpiyede. Normalde kızacaklarının beşte birini bile kızamamışlar.

almanlar acımaz


Bir alttaki post'ta yaprak dökümü demiştim, devam ediyor. Almanya'nın Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Merkel koalisyonunun küçük ortağı olan partisi FDP eyalet seçimlerinde çuvallayınca, parti başkanlığından ayrıldı. Nükleer karşıtı lobi de, böylece iş çevrelerinin çok sevdiği FDP'nin böğrüne bıçağı saplamış oldu.

Almanya'nın iki zengin eyaletinde yapılan eyalet seçimlerinin esas kaybedeni Angela Merkel. Müdanasız Alman basını, Merkel düştükçe vurmaya devam ediyor. Yukarıda gördüğünüz haftalık dergi Focus'un kapağı. Bir tarafta Bayan Başarı (Miss Erfolg), diğer tarafta başarısızlık (Misserfolg). Güzel kelime oyunu doğrusu. Doğru zamanda yapılan doğru bir kapak. Alman basınının eline düşmeyeceksin, kimseye acımazlar.

ayakkabıcı da gitti


Klasik tabir yine iş başında. Avrupa politikasında yaprak dökümü... Almanya’daki eyalet seçimlerinde Angela Merkel’in canına okuyorlar; 2013 genel seçimlerinde gidebilir. Fransa’da Sarkozy, faşist Marine Le Pen karşısında oy kaybediyor; 2012’de sosyalistlere geçilebilir. İtalya’da Berlusconi seçim bile göremeden, fuhuş davası sürerken, yani bu sene gidebilir.

Ama İspanya’da Zapatero gitti bile. İki dönemdir başbakandı; gelecek sene aday olmayacağını açıkladı. Sosyalist Parti’dendi; Katalanlar’a ve eşcinsellere tanıdığı haklarla, İspanyol askerini Irak’tan çekmesiyle, kabinesine erkekten çok kadın bakan almasıyla ve ülke ekonomisini batırmasıyla hatırlanacak. Biz bir de bizim başbakanın sırtına pat pat vurmasını akla getirebiliriz.

Uzaktan, sevimli bir adama benziyordu. Mehmet Ali Aybar’ın güleryüzlü sosyalizm tarifine uyar mı bilmem ama en azından güleryüzlü bir sosyalistti.

*zapatero'nun Türkçe'deki karşılığı ayakkabıcı.

haftanın güzelleri



Dergi kapağı birçok gazeteci ve okur için fetiş objesi. Benim için de aynen öyle. Kapak üretmek çok tuhaf bir süreçtir. Bazen beş dakikada çıkar; bazen kafa kafaya verip saatlerce düşünseniz de tatmin olmazsınız.

Lafı uzatmayayım, haftanın güzellerine buyurun.




amsterdam'da çalınacak ilk bisiklet



Amsterdam, evet, bir bisiklet şehri. Ama aynı zamanda da hırsızlar şehri. Geceleri ortaya çıkıyorlar. Bisikletinizi bağlamayacak kadar üşengeç ya da cahilseniz alıp gidiyorlar. Basitçe bağlamanız da yetmiyor. Zinciri ön tekere dolamanız, arka tekeriyse ayrıca kilitlemeniz gerekiyor. Yoksa gövdeyi bırakıp tekeri alabilirler. Güzel görünüyorsa seleyi, arkadaki çantayı, feneri de…

Vittorio de Sica’nın hüzün verici hırsızları gibi değiller, yaşama tutunmak için çalmıyorlar. Burada ikinci el bisiklet piyasası çok canlı ve çoğunlukla çalıntı bisikletlerden besleniyor. Amsterdam ahalisinin geneli işte bu yüzden dikkat çekecek kadar güzel bisikletlere binmiyor. Güzellerin bu cangılda yaşama şansı çok az. Sokaklarda kırık dökük, zinciri paslı, selesi yırtık, gidonu eğik bisikletler hüküm sürüyor.

İşte bu yüzden yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz bisiklet, sokağa indiği anda, Amsterdam hırsızlarının gözünde bir numaraya yükselecektir. Bu talihsiz ve alımlı güzel, Van Gogh Müzesi dükkânında sergileniyor. Üzerinde ressamın Badem Çiçekleri tablosundan bir kesit var. Rengini de o resimden almış. Ama dedim ya, yazık olacak… İki gün Amsterdam sokakları, üçüncü gün yan sanayi… Parçalarına ayrılmak ve yeniden boyanmak üzere…

Van Gogh'un uygun gördüğü renk üstüne renk olur mu? Olmaz elbette, üstelik dün müzede söz konusu tablonun hikâyesini öğrendikten sonra fikrim daha da pekişti. Van Gogh bu tabloyu, kardeşi ve hamisi Theo’nun oğlunun doğumu şerefine yapmış. Badem çiçekleri, elbette, baharın gelişini simgeliyor. Hele buralarda daha da erken, Şubat başında açtıklarından durum fena halde sembolik (tablo Şubat’ta yapılmış.) Zarif bir hediye. Ne diyeyim, kıyak adammışsın Vincent… Bisikletini çalacak o hırsızları şimdiden esefle kınıyorum.

guardian'dan nisan bir başyapıtı


1 Nisan şakası yapacağım diye başyazı döşenilir mi? Guardian yapıyor işte. İngiltere’de her sene epey malzeme çıkartılan 1 Nisan geyikleri bu seneyi de boş geçmedi. Independent’ın "Portekiz Ronaldo’yu İspanya’ya sattı" haberini duymuşsunuzdur. Guardian’ın başyazısından da ben bahsedeyim.

Ön bilgi: Guardian, bugünlerde bütün İngiltere’yi saran kraliyet düğünü çılgınlığına fena halde gıcık oluyor ve fırsat buldukça hem Kraliyet’e hem de kraliyet sevdalılarına geçiriyor. Ama dün ne yaptılar, bakalım.

Guardian, başyazısında, özetle şöyle diyordu: Bugüne kadar kraliyeti çok eleştirdik, ama artık biraz özeleştiri yapalım. Prens William’ın çok düzgün bir kral olacağı şimdiden belli. Hem dünyanın şimdiki liderlerinde de iş yok. Kings Speech filmi bazen kralların ne kadar önemli olduğunu ne güzel anlatıyordu, hatırlayın. Ayrıca William çok özel bir adam, bir defa helikopter falan kullanıyor. Zamanı geldiğinde babası Prens Charles’ı devreden çıkaralım; tacı William’ın başına geçirelim, ne dersiniz? Biz kendi payımıza, dünyanın Kuzey Afrika ve Güneydoğu Asya gibi önemsiz bölgelerindeki muhabirlerimizi kraliyet düğününden haber geçsinler diye Buckingham’a atamaya karar verdik. Artık sinik eleştirilerin değil, monarşiyi kucaklamanın zamanı.

Yukarıdaki özetti, tadımlık bir iki cümleyi de aynen çevireyim: "Sol cenahta, uzun süredir, kraliyetin büyüsü ve harikalarını takdir etmenin, ilerlemeye bağlılıkla yürümeyeceğine inanan bir eğilim vardı. Ama bu ekonomik tedbirler çağında, biraz daha mutlu ve görkemli olmayalım mı? Bugün haklarına kast edilen kamu çalışanları ve devlet yardımıyla geçinenlerin moralini düzeltecek şey, Kate Middleton’un kesinlikle muhteşem görünecek elbisesi değilse nedir?"

Mutfağında tamam bir numara yok ama İngilizler’in mizahına kimse laf etmesin… İngilizce bilenlerinizin de şuradan yazının tamamını okumasını öneririm, çok eğlenirsiniz.

Unutmadan… Independent’in Ronaldo oltasına, Queens Park Rangers’tan bir futbolcu, Wayne Routledge fena takılmış. Routledge yememiş içmemiş, twitter’dan şu mesajı atmış: “Biri bana ne gördüğümü anlatabilir mi? Ronaldo’yu İspanya’ya satmışlar!!! Yahu insan ülke değiştirip nasıl İspanya’da oynar?”

evdeki ses

Alper Görmüş, Darbe Günlükleri’ni Nokta’da yayımladıktan sonra, nasıl yaptığını soranlara, “esas diğerlerine neden yayımlamadıklarını sorun” diye cevap vermişti.

Aldığı karşılık başka bir soruydu: Neden şimdi? Bu soru Ergenekon sürecinin her safhasına eşlik etti.

Murat Belge, sürecin henüz başındayken, “Üçüncü ses” başlıklı bir yazı yazmıştı. “Eskiden tek ses vardı” diyordu özetle. “Şimdi öyle görünüyor ki, tek sesi dengeleyen bir ikinci ses daha beliriyor. Ama ancak üçüncü bir ses geliştiğinde, ulus olarak, düzgün ve sağlıklı konuşmaya başlayabileceğiz.” Katıldığım bir değerlendirmedir.

Ahmet Şık’ın kitabının internette dolaşmaya başlamasından sonra, Yıldıray Oğur dün bir tweet atmış. Aynen şöyle diyor: “Bu kitabın internete düşüş zamanlamasının manidar olduğunu söyleyen oldu mu? savcı düşürüldükten bir gün sonra..”

Kaldık mı yine tek sese? Yoksa hep tek ses mi vardı?

bir köy var çok uzakta



okuyup bitirdiyseniz, umudunuzu tazeleyin diyedir.

ay sarayında