ilan nerede?

Basına verilen toplu imzalı ilanları önemsemiyorum. Ciddiye alan neden alır, hatta imza veren neden verir onu da bilmiyorum. Çok eski ve artık hükmünü kaybetmiş bir yöntem. 

Yalnız bu sayfa sayfa ilanların bir avantajı var. Zevzeklik yapmak isteyene güzel malzeme veriyor olmalılar ki (bazen ben de kendimi kaptırıyorum) bir süredir birer imzacı olarak Sean Penn'i, Susan Sarandon'u falan konuşup gidiyoruz. İlanlar, karşı ilanlar... Gerçekten sıkıcı değil mi? 

Dün muhafazakâr kesimden isimlerin verdiği söz konusu karşı ilanı da ciddiye almamıştım. Hatta "bizde çok adam vardır" pespayeliğindeki başlığı bile merakımı kışkırtmadı. Sonra mesele Twitter'da harladığında, ben de herkesle beraber tuhaflığı fark ettim. Karşı ilan, hükümeti eleştiren Sean Penn'li ilanın da verildiği Times gazetesine verilmemişti. Hatta en nihayetinde ortaya çıktığı üzere, hiçbir yere verilmemişti. 

Anladığım kadarıyla, ilanı Anadolu Ajansı yayımlamıştı (anladığım kadarıyla diyorum, çünkü gerçekten tam da anlayamadım.) Ajans bütün metni ve imzacıları kendisi yayımlamış, üstelik bir de "ilan verildi" diye haber yapmıştı (ki bence bu bir skandaldır.)

Buraya kadar zaten her şey saçmasapan. Esas tuhaflık bu konunun haberini yapan gazetelerde. Bugün Milliyet, Radikal ve Habertürk'ü okudum. Üçü de meseleyi haberleştirmiş, üçü de şu şu isimler, şöyle bir ilan verdi, yazıyor. 

Bu ilanı nerede vermişler? Hani 5N 1K'nın temel sorusudur ya... Nerede vermişler? 

Sosyal medyayla geleneksel medya o kadar iç içe girdi ki, en temel soruya cevap aramayı bile unutmuşuz. 

Komik, kimsenin bu soruya cevabı yok. Kimse merak da etmiyor. 


dalgacı mahmut'un çocukluğu


Bu animasyon harikası, Pixar'dan çıkma. Orhan Veli'nin "İşim gücüm budur benim / boyarım gökyüzünü her sabah" dizeleriyle anlattığı Dalgacı Mahmut'un çocukluğuna dair. Çıraklık günleri de diyebilirsiniz. Kasketini kafasına geçiriyor ve ustalarının gözetiminde ilk işine soyunuyor... 

Yönetmen Enrico Casarosa.

beni bu tatlı sözlerle kandıramazsın



Milli İstihbarat Ajansı yöneticisi yalan söylüyor. Siber Komuta Merkezi yöneticisi yalan söylüyor. Başkan yalan söylüyor.

Senato'ya yalan söylüyorlar. Gazetecilere yalan söylüyorlar. Vatandaşlara yalan söylüyorlar. Fark etmiyor. Vatandaşları hakkında bilgi toplamadıklarını ya az az topladıklarını, gerekmedikçe bu işe girmediklerini, bazen de sadece 'kötü adamlar' hakkında malumat derdine düştüklerini anlatıyorlar. Yalan.

Devlet sıkıştığında yalan söyler. Rutini bu, şaşırmaya gerek yok.

Benim ilgi duyduğum kâr amacı gütmeyen, bağımsız, araştırmacı gazetecilik kuruluşu ProPublica'nın basit taktiği. Söz söyleyenleri art arda sıralamış, yalanları işaret etmiş, ardından da gerçekleri yazmış. Beşer onar saniyelik görüntüler, üç beş cümle yazı. Sonra da daha fazlasını bilmek isteyen okuru/seyirciyi linke yolluyor (ki daha da okumak isteği bu noktada karşı konulmaz bir hâl alıyor.)

Hepsi bu kadar. En ağır, en teknik, en sıkıcı dosyaları yazan bir kuruluştan basit bir çözüm. Cesur olduktan sonra, uygulaması da hiç zor değil.

PS: Bir umudum devletin bulabildiği her bilgi kırıntısını toplaması. Toplasın, yedeklesin, biriktirsin bir kenarda. İşlenemeyecek kadar çoğalsın bilgiler. Ben gereğinden fazla bilgi topladığımda, haberi yazamıyorum.

  

tuhaf günler

Aşağıdakiler memleket basınında gördüğüm, bana tuhaf gelen hikâyeler.  Tam tarihleri not etmeyi unutmuşum ama son on günden diyebilirim. Özellikle ilk baştaki Gökçer Tahincioğlu haberi muazzam. 


                                                                       Milliyet


                                                                         Hürriyet

                                                                       Habertürk


                                                                           Hürriyet



                                                                         Milliyet
Habertürk 

Miliyet

ışık biraz daha ışık

Borrowed Light from Olivia Huynh on Vimeo.

Güne başlamak için, günü kapatmak için. Işık biraz ışık...

Ne zamandır ihmal etmişim kısa animasyonları. Biraz daha peşlerine düşeyim.

Terk edilmiş bir gözlemevinin son sakini, şehirlilere bir güzelliği hatırlatmak ister ve olaylar gelişir. Geliştiren Olivia Huynh isimli genç bir sanatçı.  Sade, sürprizli, sokulgan bir animasyon... Orijinal ismi Borrowed Light (Ödünç Işık).

alternatif bir sıkıntımız var

Bugün Milliyet'ten Can Dündar'ı kovdular.

O da oturup nasıl kovulduğunu ve şimdi neler hissettiğini yazdı. Bunu nerede yayımlatırım diye aranmasına da gerek yok, sonuçta kendi ismini taşıyan bir internet sitesi mevcut. Dündar da orada anlattı derdini.

Üzerinden muhtemelen dakikalar bile geçmemişken, Twitter'da bir Can Dündar bombardımanı başladı. Timeline'da birdenbire sayısız RT belirdi. Hepsi bir başka 'alternatif' haber sitesinden, hepsi de Dündar'ın açıklamaları, hepsi de doğal olarak birbirinin aynı.

Hiçbir site bu açıklamanın üzerine, bir iki sunuş satırından öte (üşenmediyse o da) bir şey koymamış, olduğu gibi kesip almış, yapıştırmış, sonra bir tweet halinde yayımlamış.

Çok basit bir soru: Niye okur doğrudan Dündar'ın sitesine yönlendirilmiyor?

Bütün mesele sıcak haberden tık almak. Dündar'ın istifasına kafası atan okuru kendi sitesine çekmek. Neye yarayacaksa...  Bugüne özgü bir mevzudan bahsetmiyorum. Hep aynı... Birisi bir haber yazıyor. Dakikalar içinde hoop bir başka sitede yayımlanıyor. Üstelik öyle alıntı falan da değil, haberin tamamı.

Tekrar edeyim. Bir muhabirin, bir blogger'ın veya bir köşe yazarının, 'emek' harcayarak ortaya koyduğu bir ürünün 'tamamı,' üzerinden daha beş dakika geçmeden, orijinal mecrasından başka bir yerde yayımlanıyor. İzin alınmadan yayımlanıyor. Bazen yazının sonuna (başına da değil) adet yerini bulsun diye orijinal link ekleniyor, hepsi bu kadar.

Yine tekrar ediyorum: İzin alınan durumlar haricinde, tamamı nakledilen bir yazının başına ya da sonuna link eklenmesi, o yazının tümünün başka bir siteden alınmış olma durumunu değiştirmez. Maksat alıntı yapmak değilse, makul uzunlukta bir parçadan hareketle başka bir analiz yapılmamışsa, kısaca orijinal bir eseri başka bir esere dönüştürecek bir çalışmaya rastlanmıyorsa, ortada ciddi bir sorun vardır.

Bugün çok kızılan Huffington Post bile, bir haberin sadece ilk paragraflarını kullanıp okuru orijinal siteye yolluyor. En azından hazırladığı kılıf bu.

Yani kimse kusura bakmasın ama bu hal için tek bir tanım var: Emek hırsızlığı. Dilerseniz, sadece hırsızlık da diyebilirsiniz. Kendini 'sol'da tanımlayanlar için emeğin bir kıymeti vardır diye altını çiziyorum sadece.

Bunlara alıştık artık, yine de üzülüyorum. Bu siteleri çoğunlukla, anaakım medyaya her gün sallayanlar, gerçek gazeteciliğin ancak alternatif medya'dan çıkacağını söyleyenler hazırlıyor.

Ama ne anladık biz bu işten?

Copy-paste tuşları anaakımda da var sonuçta.



ombudsman kovmak

Aklım almıyor halen. Bir gazete, kendisini eleştirdiği için ombudsmanını nasıl kovabilir? Bu nasıl bir cürettir?

Sabah'ın Yavuz Baydar'ı kovmasının sonuçları olacak. Unutulup gitmesin, bu, memleketin basın tarihine geçecek kadar büyük bir mesele. Nitekim uluslararası medyada da yankılar üretmeye başladı.

Cengiz Çandar, Radikal'deki dünkü yazısında şahsen tanıdığı bir gazetecinin, Guardian'ı geçmişte 20 yıl boyunca yönetmiş Peter Preston'un (Uluslararası Basın Enstitüsü'ne başkanlık etmişliği de var) bu konuya dair yorumlarına yer verdi. İnsan okuyunca üzülüyor.


"(...) Başbakan'a hayranlık duyan büyük bir Türk sanayicisiniz. Nitekim, onun damadını CEO'nuz yapmışsınız. Ve aynı zamanda İstanbul'da yayımlanan bir büyük gazetenin sahibi olmuşsunuz ve ciddiye alınmak istediğiniz için ülkenin en saygın gazetecilerinden birini ombudsmanınız yapmışsınız." 


O, editoryal özgürlük için, sizin dışa dönük ve görünür garantörünüz. Ama bir süre sonra, çok sayıda hayal kırıklığının ardından, New York Times'a bir makale yazıyor ve 'hükümetler ile medya şirketleri arasındaki kirli ittifaklar ve perde arkasındaki verdiğinden ve onların adam kayırmacılık ve iktidarın kötüye kullanılmasını irdelemelerini önlediğinden..' söz ediyor. 


Bundan sonra ne oluyor? Gazeteniz Sabah'ın genel yayın yönetmeni, ombudsmanı Yavuz Baydar'ı çağırıyor ve işten atıyor. Özgürlük oraya kadar. Ve eğer aramızda Başbakan Erdoğan'ı üzerlerindeki gizli baskıdan ötürü protesto eden Türk muhabirler ve yayın yönetmenlerinin abarttıklarını düşünen varsa, buna kuşku bırakmayacak durum ortaya çıkmış oldu. İddia kanıtlandı. Bu, ikinci-sınıf bir baskı bile değildir. Sadece aptallıktır (...) " 




en havalı gazeteciler

Taze papa Francis, bir Alitalia jetinde Brezilya'dan Vatikan'a beraberinde uçan gazetecilere sağlam sürpriz yaptı. Uçak Atlantik'in üzerinde seyrederken, yanlarına gitti ve tam 80 dakika (Vatikan ölçülerinde rekor) muhabbet etti. Üstelik Katolik dünyası için epey reformist sayılan o meşhur demeci de verdi: Bir insan gay'se ve Tanrı'yı arıyorsa, ben kimim ki onu yargılayayım.

Uçaktaki gazeteciler için pastadaki çilek tam da budur. Brezilya dönüşü umulmadık bir bonus... Guardian gazetesi de halden vazife çıkarmış; bu sürpriz uzunluktaki buluşmanın ardından, medyanın en 'havalı' işinin, yani devlet büyükleriyle uçakta söyleşmenin nasıl başladığına göz atmış.

Haberden öğrendiğimize göre, her şey zaten bir sürprizin sonucu. 'Making of the President' kitap serisinin efsane yazarı, gazeteci Theodore White, 1960'daki Wisconsin ön seçimlerinde kimsenin başarı göstereceğine ihtimal vermediği Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış ve olaylar gelişmiş... İstikbaldeki başkanla havada saatlerce bir başına seyahat eden White, ilk kitap için gerekli malzemeyi böyle toplamış (İlginçtir, Temmuz başında ölen ünlü Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas da zamanının 'esaslı' gazetecileri hep favori Nixon'un çevresinde dört döndüğü için Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış, kariyeri de onun başkanlığa ulaşmasıyla sıçramıştı.)

Bugünkü durumu biliyorsunuz. Uçakta olmak bizde genel yayın müdürü düzeyinde bir sıkıntı. Biz fani gazeteciler endişe etmiyoruz ama onların uykularının "acaba başbakan, cumhurbaşkanı vs. Çin'e uçarken beni de davet eder mi" diye kaçtığı vakidir. Hele bugünlerde... Uçakta söyleneceklerin haber değeri pek yok da, devlet büyükleri medyaya nizamı bu davetlerle veriyor. Bir gazetenin temsilcisi uçağa alınmıyorsa, mesaj verilmiş oluyor. Neyse, karışık işler, girip de tadımızı bozmayalım.

Dönelim Guardian'ın haberine. Yazar, devlet adamlarıyla bindiği uçaklarda dönen geyiği de (hep haber haber, nereye kadar tabii) ufaktan anlatmış. Bir tanesi çok iyi. Zamanında BBC'nin siyaset muhabirliğini yürüten, son zamanlarda da ünlü televizyon şovu Strictly Come Dancing'le tanınan John Sergeant'tan gelsin... Gazetecilere, Başbakan John Major'un birazdan aralarına katılacağı anons edilince, Sergeant'ın "film bitene kadar bekleyemez mi" dediği söyleniyor.

Gerçekten dediyse, kalbimi kazandı.

Yukarıdaki fotoğraf, Cumhurbaşkanı Gül'ün ABD gezisinden. Sene 2008. Kareye girenler soldan sağa: Milliyet Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin, Vatan Genel Yayın Müdürü Tayfun Devecioğlu, Star Genel Yayın Müdürü Mustafa Karaalioğlu, Zaman Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Sabah Genel Yayın Müdürü Ergun Babahan ve Hürriyet Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu. Medyada tablonun beş senede ne kadar değiştiğini buradan anlayın. Fotoğrafı da cumhurbaşkanlığı danışmanlığını halen yürütmekte olan Ahmet Sever çekmiş. 

Aşağıdaki fotoğraf Papa'nın uçağından 

Guardian'ın haberi için buraya


billie holiday neden tek başınayken dinlenmez?



Müzik eleştirmeni John Bush zamanında Billie Holiday için "Amerikan vokalistlerin şarkı söyleme biçimini sonsuza dek değiştirdi" demiş. İddialı laf, ama konu Strange Fruit'i, God Bless the Child'i, Good Morning Heartache'i söyleyen kadın olunca cuk diye oturuyor.

Kimin ne zaman doğduğunun, ne zaman öldüğünün notunu tutan biri değilim. Ama Amerikan romancı Darryl Pinckney'in New York Review of Books'ta geçen hafta yayımlanan anma yazısında gördüm; 17 Temmuz 1959'da henüz 44 yaşındayken ölmüş Holiday. Söyleyecek daha çok şarkısı varken... Aradan çok zaman geçmiş ama iyi ki yazmış Pinckney. Yoksa Holiday'e çok yakışan şu satırlardan mahrum kalırdık:

"(...) Lizzie tek başınıza opera dinleyebileceğinizi, ama cazın bazı türlerini yalnızken dinlemenin mümkün olmadığını söylerdi. Örneğin, Billie Holiday çalarken, yanınızda birisinin olması gerekir. Yoksa kendinizi öldürebilirsiniz. Ama yanlış kişiyle dinliyorsanız, yine vurabilirsiniz kendinizi. Bu durumda bir başkasını bulun."

Yukarıda, Good Morning Heartache var, aşağıda God Bless the Child  ... Hadi ikincisi o kadar kanırtmaz ama ilkinde aman diyeyim... Birini bulmanızı istemek de anlamsız, Good Morning Heartache kadar şahsi şarkı azdır. Neyse, başınızın çaresine bakarsınız.

gaz sıkıp travma yaşayan polis

Yazması bile tuhaf geliyor ama yine de yazayım: Occupy Wall Street gösterileri sırasında, gençlere şiddet uyguladığı (doğrudan gözlerine gaz sıktığı yani) belgelenen polis, tazminat isteğiyle mahkemeye gidiyor. Gerekçesi, hadiseden sonraki süreç sırasında psikolojik travma yaşamak... 

Kendi yaşadığı bir kenara, gençlere yaşattığı neydi hatırlayalım: 

Söz konusu gösteriler sırasında, elindeki biber gazını arabasının camına püskürtüyor rahatlığıyla önündeki gençlerin gözüne sıkan polisi hatırlarsınız. Bilmiyorsanız da, yukarıdaki, işte bu olayın fotoğrafı. California Üniversitesi'nin Davis kampüsündeki hadise, basınımızda o çok sevilen tabirle 'infial' yaratmıştı. Sadece ABD'de değil üstelik. Fotoğraf, dünyanın dört bir yanındaki polis şiddetinin sembollerinden biri haline geldi. 

Hikâyenin buraya kadarki kısmı bizim için tanıdık ama sonrası maalesef bilmediğimiz topraklar. Kasım 2011'deki vakanın ardından açılan davada, mahkeme, üniversitenin, söz konusu polisin, ya da adıyla sanıyla John Pike'ın sıktığı gazdan etkilenen 21 gence otuzar bin dolar ödenmesine karar verdi (bir 100 bin dolar da sonradan mahkemeye başvuran eylemci olursa diye kenara kondu; davaya bakan avukatlarsa toplam 250 bin dolar kazandı.)

Mevzu yine de kapanmadı. 

Şimdi polis memuru John Pike gidiyor mahkemeye. Bütün bu olaylar sırasında psikolojik travma yaşadığı için tazminat talep ediyor. 13 Ağustos'ta bir uzlaşma komisyonu toplanacak, uzlaşma çıkmazsa polisin dava açması bekleniyor. 

Bir küçük dipnot vereyim, Pike, söz konusu olaya kadar,  yılda 121, 680 dolar kazanıyormuş. Kendisine önce sekiz ay ücretli izin verilmiş. Geçtiğimiz yılın Temmuz ayı itibariyle de sözleşmesi feshedilmiş. 

Son olarak, Pike'ın başvurusunun ardından, gençleri savunan avukatlardan Bernie Goldsmith'in ne söylediğini dinleyelim: "İdeal bir demokraside, konuşma hakkını şiddetle bastıranlar hapse atılır, ödüllendirilmez."

Bu avukatı bir de Türkiye'de dinlemek isterdim.  




inceden bir algı inşası


Batı basınının Mısır'la ilişkisi sıkıntılı. Arap Baharı diyerek adlandırdığı sürecin ilk günlerinde de böyleydi; şimdi de aynı. O günlerde meseleyi anlayana dek, züccaciyeci dükkanındaki fil gibi çok kırıp döktüler, ama bu defa sebep farklı. Darbeye darbe diyene kadar çok vakit geçti. Kendi hükümetlerinin pozisyonunu anlayıp (özellikle ABD'de) ona ayak uydurana dek etliye sütlüye dokunmayan çok haber yazıldı. Bugünkü durumda da, sokağa dökülen insanları birbirlerinden ayırmaya başladılar. Daha fenası, onları tarihsel özne konumundan soyutlamaya çalışıyorlar.

Bu sonuncusu epey incelik istiyor. İlk bakışta hissedilmeyen bir tür algı inşası...

Yukarıdaki imaj dünkü Observer'ın (ipad edisyonu) açılış sayfasından. Ordu müdahalesi sonucunda hayatını kaybedenler için 'scores' ifadesi kullanılmış. Bu denli muğlak bir ifade ('çok sayıda' anlamına geliyor), çocuklar bile bilir, ciddi bir gazetenin standartlarında böylesi bir olaya uygun değildir. Örneğin kimse 11 Eylül'de 'scores of people - çok sayıda insan' öldü demez, diyemez. Bu ifade, insanı nesneye endeksleyen, dahası yüksek bir rakamı vermekten kaçınarak algıyı tahrif eden bir ayıptır. Üstelik olayı haberleştirme imkânı çok da zor değilken... Örneğin, haberin içinde tahmini rakamları görüyoruz.. 

İkincisi, gazete olayları daha başlıkta Müslüman Kardeşler ve ordu arasında geçen bir mesele şeklinde gösteriyor ki, bu da başlı başına bir ayıp. Söz konusu başlıkta meydanları dolduran göstericiler, itiraz eden insanlar yok, sadece Müslüman Kardeşler var. Ordu, savunmasız insanlara değil, Müslüman Kardeşler'e (yani bir örgüte) saldırıyor. Protestocu kimliklerinden arındırılmış, bir örgütün dar ve belirleyici tanımına hapsedilen insanlar... Bu önemli. İnce bir iş. Haberin devamını okuyanları boş verin, sadece başlığı gören ve geçen binlerce insan için konu orada bitiyor. Sanki ortada denk bir mücadele varmış gibi...

Son olarak, alttaki fotoğrafa geçelim. International Herald Tribune'un bugünkü açılışı. Kan ve Mursi. Kanı döken ordu ortada yok. Romantik belki ama değil. Silah yok, ateş eden yok, vurulan da yok. Kan ve Mursi eşitlenmiş sadece. O kadar olaydan sonra seçilecek fotoğraf sizce bu mudur? 

Daha çok örnek var. Gördükçe üzülüyorsunuz. 

don't tell the girls that he's back in town


Amsterdam'ın harika kitabevi American Book Center'da dolaşırken gördüm. Pride and Prejucide'in yepyeni bir baskısı... Kapaktaki espri pek güzel. "Aman kızlarınızı eve kapayın, Darcy etrafta dolanıyor" deniyor. Biraz abartılı bir yorum olabilir; zira bu fotoğrafı Twitter'da paylaştığımda kızlarımız tepki gösterdi. Darcy'i yedirtmeyiz, diyen var mesela (canımsın Baharcım, selam.)  Belli ki Darcy konusunda bir hassasiyet mevcut. Bu sarsılmaz inançta özellikle Colin Firth'in Darcy'sinin payı olduğunu düşünüyorum. Adam çıtayı çok yüksellti sonuçta.

Her neyse Pulp'un esprili bir yorumla bastığı diğer klasikler aşağıda. Naçizane favorim Robinson Crusoe.






tek grafikte müteahhit muhafazakâr türkiye

2013'ten memleket manzarası...

2 adet yat limanı
2 adet beş yıldızlı otel
AVM
Kongre merkezi
Cami (muhafazakâr camiayı 'ecdad yadigârı' tersanenin halline ikna etmek için mi?)
Otopark
Restoranlar, sinema
Bir de, sosyal ve kültürel alanlar parantezine sıkışmış ne olduğu belirsiz birkaç yapı...

Yukarıdaki, müteahhit muhafazakâr memleketimizin tek grafiklik izahı.

Haliç Tersanesi alanına bunlar inşa edilecek. İhaleyi alan şirket, şehirdeki tecrübeli kuruluşlar ve kişilerle beraber hareket edeceklerini, kimseyi karşılarına almak istemediklerini söylemiş. İhaleden sonra bizlere de fikir sorulacak yani... Burası da gitmiş demektir, geçmiş olsun.

İhalenin sonuçlarıyla ilgili Milliyet haberi, 'Tamince'nin çılgın projesi' şurada. 

Pınar Öğünç'ün Haliç Tersanesi'nin şehirdeki anlamına dair, Radikal'deki muazzam yazısı ('Bunlar' tersane AVM'ye de mi karşı?' da burada. 

Grafik de Milliyet'ten (25 Temmuz 2013) 

bayrakları bayrak yapan...

Tamam, her dergi kapağını önemser ama en iyi kapak bile dergiyi sattırmaya yetmiyor. İki şey daha lazım: insanların ürünü konuşması ve reklam. İlki bu işin en mühim öğesi elbette ama reklamsız da bir hayat yok. 

Peki iyi dergi reklamı var mı? 

Çok az. Ama birazdan okuyacağınız benim bugüne kadar gördüğüm en iyi kampanya ve estetik eşiklerinin neden bu denli yüksek olduğunu bilmediğim Portekiz'den çıkma (bkz: dünyanın en güzel gazetesi

Reklama konu derginin adı Grande Reportagem. İş sahalarına uygun şekilde, beş dakikada bayraklarla dünya turu yapıyorlar.  Rakamlar, bayraklar, habercilik... Hepsi işin içinde (bazı rakamların konsepte uysun diye biraz abartıldığını söyleyebilirim, ama günahı yok) 

Somali, Çin, ABD, Kolombiya... Hiç hesapta yokken yeni bir şey öğrenmediniz mi? Haber dergisi tam da bunu yapar zaten. 

Reklamcı arkadaşlar için not: Reklam ajansı FSB, Lisbon. 










blöfçünün edebiyat rehberi

İtiraf herkesi rahatlatır... Book Riot'takiler de itiraf edip (biraz da başkalarının itiraflarını didikleyip) rahatlamış. Bir dolu kitabın yanından bile geçmediğimiz halde kendimizi onları okumuş gibi gösteriyoruz, diyorlar. Yukarıdaki grafik işbu blöfçülüğün belgesi... Muhteşem Gatsby, 1984, Gurur ve Önyargı, Bülbülü Öldürmek, daha niceleri... Birçoklarının, okumadığı halde üstüne atıp tuttuğu kitaplar.

Grafiğin sağ yarısında da "sürekli aklımda ama bir türlü fırsat bulup okuyamadım" denilen kitaplar duruyor. Bence pek fark yok. O kitaplar da ilk fırsatta sol tarafa, yani blöfün serin, püfür püfür koridorlarına geçiyor.

Derdim şu: Memleket için de böyle bir grafik hazırlansa keşke. Dün bu dileği (ve grafiği) Twitter'da paylaştığımda, mevzu biraz harladı. Birkaç itiraf geldi bile. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı mesela epey itirafa konu olacak, belli. Bilimum Orhan Pamuk ve Elif Şafak kitapları da...

Korkak güreşmek yok. Kendi itirafımı buraya düşmeyecek değilim: İnce Memed'in sadece ilk cildini okudum ama sorsanız tümü hakkında ahkam keserim (neyse, buraya kadarmış demek ki!)

Eşelersem daha da çıkar.

Siz de eşeleyin!

Book Riot'taki yazı için buraya.

yalancılar kayıt altına


Bu aralar yalanlarla yürüyoruz. En üst düzey siyasetçiler gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Her zaman böyleydi, tamam da, bu denli pervasız hiç olmamıştı sanki. En basiti Dolmabahçe'deki cami.  Ayrıntıları biliyorsunuz...

Bundan sonra ne olacak peki? Hiç söylenmemiş gibi mi davranacağız? 

Newsroom'un ilk sezonundan dördüncü bölüm tam da bu konuyu işler. Mesele Obama'nın Hindistan gezisi masrafları. Birdenbire ortaya çıkan bir haber, gezinin ABD'ye günlük 200 milyon dolara patladığını söyler. Kaynak yok, kanıt yok, sadece bir cümle... Bu da ülkenin kadrolu faşistlerini azdırmaya yeter. Obama'nın vatandaş parasıyla sefa sürdüğü üzerine sayfalarca yazılıp çizilir, yayın yapılır.  

Müdahale gecikmeli de olsa Newsroom'dan gelir. Anchorman Will McAvoy ve ekibi konuya el atar ve iddianın asılsızlığını kanıtlarla çürütür. Haberi kapatırken, McAvoy, konuyu en çok harlandıran üç kişiye, Temsilciler Meclisi üyesi Michelle Bachmann ile iki ünlü neocon radyocu Glenn Beck ve Rush Limbaugh'ya atfen şunları söyler: 

"Halka bile isteye ve sadece kendi çıkarlarını gözeterek yalan söylediler. Bu kişiler bundan sonra tıpkı cinsel tacizciler gibi yasalarca kayıt altına alınmalı ve hayatlarının sonuna dek isimleri önce bu yalanla anılmalı."

Dizi belki, kurgu murgu ama söylenmesi gereken bazen tam da bu. Yoksa unutuyoruz. 

Bu arada, Newsroom çok eleştirildi ama söz konusu dördüncü bölümün finali bence en iyi kapanışlar arasına girer. Mevzu Kongre üyesi Gabrielle Giffords'un vurulması. Eşlik eden şarkı Coldplay'den Fix You. Yukarıda izleyebilirsiniz. 

şeyh uçmaz mürit uçurur







dinle sayın başkan


Varlığı, gazeteci veya değil, hepimiz için ilhamdı, ilham olmaya devam edecek. Efsane Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas 92 yaşında öldü. Üç yıl evveline kadar görevine devam ediyor ve Amerikan başkanlarına muhatap oldukları en sert soruları yöneltiyordu.

Öyle böyle değil, başkanların kursaklarında daimi bir kılçık olarak kalana dek bir gazetecinin gidebileceği en zor yollardan yürüdü. Elbette kadın olduğundan. Popüler bir karşılaştırma için şöyle diyeyim: Mad Men'deki kadın reklamcıların yaşadığı sıkıntıları düşünün ve misliyle çarpın. Kariyerinin ilk on iki yılı boyunca, sabah beş buçukta iş başı yaptırılıp, radyolar için kadınlara yönelik basın bülteni yazmaya zorlanan birinden bahsediyoruz.  

Devamı bir ömür... Kariyerinin sonunda geldiği noktada, Beyaz Saray toplantılarının sadece ona mahsus, sırtında adını taşıyan ön sıra koltuğu, ilk soruyu sorma ayrıcalığı, dahası başkanın konuşmasını durdurma hakkı... Bize inanılmaz gelecek ama Thomas, başkanın basın toplantısında yeterince anlattığını düşündüğünde, "Thank you Mr. President" diyerek soruları başlatıyordu. En saf halinde gazeteci inisiyatifi...

İlk fırsatta okuyacağım son kitabının ismi bile (Listen Up Mr. President - Dinle Sayın Başkan) bugünlerde içime bir ferahlık veriyor. Toprağı bol olsun. 


Hayat hikâyesi içinse Guardian'da çıkan şu anma yazısına bakabilirsiniz.
  


kendi kapağını kendin yap - gezi özel




Al Jazeraa Magazine'nin Temmuz'daki özel Türkiye ve Gezi Parkı sayısını biraz geç gördüm. Dergi sadece ipad'de olduğu için sanırım memlekette de yankı uyandırmadı ama epey emek var. Özellikle de alternatif kapaklarında. Tasarlayanlar, okurun figürleri sürükleyerek kendi kapağını ortaya çıkarmasını mümkün kılmış. İyi iş. Aşağıda alternatifleri göreceksiniz. Sonuncuya özel dikkat. 





fremdschamen

Almanca'da var bu sözcük, bizde yok. Yine de karşılığı her insana yük. İçinize ince ince işliyor.

Başkası adına utanmak demek. Birisi kendini rezil ederken, onun için utanmak.

Bugünlerdeki hissim bu. Hiç geçmeyecek gibi geliyor. Geçsin. 

yüzde elli ne istiyor?

Bütün bu hengame içinde cevabını çok merak ettiğim bir soru var. Hiç kimseden de duymadım.

Malum, Başbakan Gezi Parkı'nda Topçu Kışlası'nı ille de istiyor. Protestocular ise parkın olduğu gibi kalmasını, hiçbir ağaca zarar verilmemesini talep ediyor. Erdoğan ilkin şunları söylemişti: "Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel. Yap işlet devret modelini düşünüyoruz."

Yukarıdaki alıntı geçtiğimiz Şubat'tan. Başbakan şimdilerde bunların bahsini bile etmemiş gibi davranıyor.  Mahcup bir geri adım attı ve artık oranın sadece şehir müzesi olacağını anlatıyor. Tabii yargıdan izin çıkar, plebisitten de istediği sonucu alırsa...

Gelelim cevabını merak ettiğim soruya. AKP seçmeninin Gezi Parkı tasarrufu nedir gerçekte? Orada Topçu Kışlası'nı mı görmek istiyorlar? Başka bir alternatif düşünürler miydi? Park mı? Cami mi? Kütüphane mi? AVM mi? Başbakanın tabiriyle 'yüzde elli'ye Taksim'de ne istedikleri gerçekten hiç soruldu mu?

Bir talep duymamamız "Başbakan ne isterse biz de onu istiyoruz" anlamına mı geliyor? Hiç sanmıyorum.

kayıp ses

1990'lar bu ülkenin en karanlık yılları. Sadece devletin aşırılıklarından, değdiği her şeyi yakan hadsiz gücünden dolayı değil, o bazen örtük bazen aşikâr gücün yedeğinde ortaya çıkan bir başka belanın, komplo teorilerinin yüzünden de. Bu zihniyet ezelden beri mevcuttu elbette ama doksanlarda yerleşti, bir türlü de gitmiyor.

Bugün Gezi Parkı'nın neden yaşandığını bir çocuğa anlatsan anlar ama hayır, dış odaklar, derin güçler, gizli servisler, "siz kimin maşası olduğunuzu bile bilmiyorsunuz" imaları... Hep bir oyun oynanıyor, hep birileri hain bir şeyler planlıyor.

Hayatı komplo teorileri üzerinden görenleri hiçbir şeye ikna edemezsin. Dinlemezler, öfkelenirler, seni biraz seviyorlarsa kandırıldığını düşünürler.

Oysa basit: siyasetin temelinde kendi sesini bulmak, kendi eyleme gücüne sahip çıkmak var.

Bu kadar temel bir meselede bile çok geriden geliyoruz. Gezi'de kendi seslerinin peşine düşenler, eninde sonunda komploperverlerin de kayıp seslerini bulacak.

Ama şimdi onlardan özür dilenmediği gibi, bunun için teşekkür eden de çıkmayacak. 

soluk yeşil başbakan

Bir zamanlar Newsweek Türkiye'de Başbakan'ın çevre karnesini yazmıştım (Burçak Belli'yle birlikte, 15 Şubat 2009 tarihli sayı.) Erdoğan'ın "ben çevrecinin daniskasıyım" dediği günlerdi. Kendini yeşil başbakan diye lanse ediyordu; biraz araştırınca durumu pek parlak görünmedi. Aradan dört yıl geçti ama Gezi Parkı'ndan başlayan meseleyi getirip orta refüje diktiği ağaçlara dayandırdığı için buraya alıyorum. Uzunca bir yazı. 



Almanya ile Polonya arasında yıllarca ihtilâfa neden olan bir baltık kenti, tuhaf ama Türk siyasi literatürüne aniden yerleşti. Bunun nedenini anlamak için kelimelerin kökenine doğru dolambaçlı bir yolculuğa çıkmak gerek. Avusturyalı Türkolog Andreas Tietze’nin hazırladığı ve Türkçe’nin en yetkin kaynaklarından kabul edilen etimoloji sözlüğü, bugün Polonya sınırlarında yer alan liman kenti Gdansk’ın (Almanca Danzig) eskiden buğday ticareti için önemli bir merkez olduğunu söylüyor.

Tietze’ye göre, kentin adından türeyen “daniska” kelimesi Türkçe’ye önce iyi bir buğday cinsinin adı olarak yerleşti, sonra da argoda “bir şeyin en iyisini, en güzelini yapmasını bilmek” haline dönüştü. Nadir kullanılan bu kelimeyi siyasete kazandıran ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan oldu. Başbakan geçen Ağustos sonunda Rize’de yaptığı konuşmasında AKP’nin yenilenebilir olmayan enerji üretimi konusundaki plan ve uygulamalarına sürekli muhalefet eden çevre örgütlerine öfkesini saklamayıp şöyle diyordu: “Ben çevrecinin daniskasıyım. Asıl çevreci benim.” Dünyanın çeşitli yerlerinde böyle çevrecilerin olduğunu anlatan Başbakan Erdoğan “Bunlara ‘ne yaparsınız’ dersin, inanın şöyle ele avuca gelecek bir şey yok. Sadece onların boş vakitlerini değerlendirmek için yaptıkları iş bu…” diye de ekliyordu.

Erdoğan hükümeti, TBMM’nin Şubat başında ilgili yasayı onaylamasıyla Türkiye’nin iklim konusunda küresel sorumluluk üstlenen ülkeler arasına katılmasını sağladı. Geciken Kyoto adımının zamanlaması epey manidar ve açıkçası Türkiye tarihinin bir başka anını çağrıştırıyor. 2. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin başbakanı olan Winston Churchill, Birleşmiş Milletler’i kuracak olan San Francisco Toplantısı’na yalnız 1 Mart 1945′e kadar Mihver Devletler’e (Almanya, İtalya, Japonya) savaş ilân edecek olan ülkelerin katılması koşulunu önermişti. İsmet İnönü Hükümeti de bu çağrının gereğini yerine getirerek, 23 Şubat 1945′te, Türkiye’yi savaş bitmek üzereyken Müttefik Devletler’in yanında savaşa soktu. Nitekim Kyoto’ya da besbelli 2013′ten itibaren başlayacak olan yeni dönemde aktif biçimde var olabilmek için imza atıldı. Türkiye’nin o tarihe kadar sera gazı salımı konusunda herhangi bir yükümlülüğü bulunmuyor. Ama katılım sayesinde Türkiye, bu sene Kopenhag’da yapılacak ve yeni iklim rejimini belirleyecek toplantıda yer alma hakkını kazandı. Erdoğan artık yeşil portföyüne “Türkiye’yi Kyoto’ya sokan başbakan” ibaresini ekleyebilir.

Ama istatistikler “en iyi” çevreci olduğunu iddia eden Başbakan’ı pek doğrulamıyor. ABD’nin Yale ve Columbia üniversitelerinin ortak çalışmasıyla yayımlanan ve alanında en yetkin verilere sahip olduğu kabul edilen Çevresel Performans Endeksi’ne (EPI) bir göz atmak Erdoğan’ın moralini bozabilir. Çünkü ülkelerin çevre sorunlarına karşı ne ölçüde mücadele ettiğini 25 ayrı gösterge kullanarak değerlendiren endeksin 2008′e ilişkin rakamları Türkiye açısından iç açıcı değil. Bugün 75,9 puanla 149 ülke arasında 72. sırada yer alan Türkiye’nin çevre performansı, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri hızla geriliyor. Bu başka bir açıdan ülkenin sanayileştiğini de gösteriyor; ama eski, “yeşil olmayan” teknolojilerle.

EPI’nin öncülü sayılabilecek 2002 Çevresel Sürdürülebilirlik Endeksi’nin (ESI) hava ve su kalitesi, biyolojik çeşitlilik ve sera gazı salımı gibi unsurları içeren göstergelerinin tümünde, Türkiye’nin performansı çok daha iyiydi (2006 EPI endeksinde ise Türkiye 49. sırada yer aldı). Newsweek Türkiye’nin gö-rüştüğü çevre kuruluşlarının tamamı, AKP Hükümeti’ni makro ölçekli bir çevre planına sahip olmamakla ve altı yıllık iktidarında çıkardığı yasalarla çevreyi ekonomik önceliklere kurban ettiği gerekçesiyle kıyasıya eleştiriyor. Çevrecilerle kavgası bir kenara, Erdoğan’ın AKP’si günlük siyasette çevre meselelerine dair ciddi bir açmaza sıkışmış durumda. Aslında Hükümet, AB’ye uyum sürecinin gerektirdiği çevre mevzuatını oluşturmak için her ne kadar son dönemde Avrupa perspektifinin zayıflamasıyla hızı kesilse de gözle görülür bir çaba harcadı. Çevre ve Orman Bakanlığı bürokratları gırtlaklarına kadar belgeye gömüldü. Türkiye, çevrenin en azından ‘teknik’ anlamda bütün alt dallarına kadar kapsandığı bir mevzuata sahip oldu. Ama bu çabaların ne kadar işe yaradığı tartışmalı. Üstelik mevzuatın etkili sonuçlar doğurması öngörülen kısımları halen hazırlanmış değil.

Ankara Üniversitesi’nden çevre yönetimi uzmanı Bülent Duru, AKP’nin temel probleminin herşeyi birden istemesi olduğunu söylüyor. Duru’ya göre ekonomik etkinliklerin çevreye duyarlı biçimde gerçekleşmesini sağlayan önlemleri öngören AB mevzuatıyla, büyüme uğruna doğal değerleri ekonominin işleyiş sürecine denetimsizce sokma hevesi birbiriyle çelişmekte; AKP de bu yüzden birbiriyle tutarsız icraatlara imza attı. Örneğin bir yandan Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nu çıkarıp yıllardır çözüm bekleyen bir meseleyi halletme yolunda önemli bir adım atarken, sonrasında tarım topraklarının işgalini affetti. Çevre Kanunu’nu değiştirip güncelledi; ama petrol, jeotermal kaynaklar ve maden arama faaliyetlerini Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) kapsamı dışında tuttu.

AKP’nin parti ilkelerini ve önceliklerini belgeleyen dokümanlarına göz atıldığında da çevrenin ön sıralarda olduğunu söylemek mümkün değil. Kurumsal kimlikteki çevre vurgusu çok zayıf. Parti sadece duyarlı olduğunu ilân ediyor; hükümet programında ve acil eylem plânında ise mesele esasen ‘sürdürülebilir kalkınma’ temelinde ele alınıyor, ağaçlandırma ve arıtma faaliyetlerine önem verileceği vurgulanıyor. Başbakan da zaten, çevrecileri aylaklıkla itham ettiği konuşmasında, kendi çevreciliğinin ispatı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki ağaçlandırma faaliyetlerini ve İstanbul’a 180 kilometre ötedeki Istranca Dağları’ndan içme suyu getirmesini referans göstermişti. Enerji Bakanı Hilmi Güler ise bir konuşmasında “En büyük çevre kirliliğinin fakirlik” olduğunu söylemişti. Bu bağlamda AKP’nin kapsamlı çevre yasalarına imza atması beklenmiyordu. Ama iktidara gelmesiyle beraber, AKP çevre yönetiminde kökten değişiklikler gerçekleştirdi.

Partinin ilk adımı 2003 yılında Çevre ve Orman bakanlıklarını birleştirmek oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleştirilen birleştirme işlemi, Ankara bürokratları arasında hantallığıyla alay konusu olan Orman Bakanlığı’nın ormanları koruyamamasıyla gerekçelendirildi. Arka planda ise AKP’nin temel politikalarına damga vuran bir başka unsur işliyordu. Kamu yönetimini liberal ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandırma ve partinin sıkı ilişki içinde olduğu uluslararası finans çevrelerinin “devleti küçültün” çağrıları.

Çevrenin henüz Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık ile yönetildiği günler de dahil olmak üzere Bakanlığın hemen her kademesinde çalışmış ve TBMM’de çevre danışmanı olarak görev yapmış eski bir bürokrat olan Nuran Talu ise iki bakanlığın birleştirilmesinin AKP’nin dünyada bugün çevreye yüklenen kavramları doğru algılayamadığının göstergesi olduğunu söylüyor: “Çevre, müsteşarlıktan müstakil bir bakanlığa doğru evrilince başta çevreciler herkes çok sevindi. Halbuki başbakana bağlıyken daha etkili olursunuz. Şimdi, güya denkler arası bir mücadelede, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı her fırsatta Çevre ve Tarım bakanlıklarını ezer.” Akademisyen ve bürokrat kökenlilerin ağırlıkta olduğu Küresel Denge Derneği’nin başkanlığını yürüten Talu, birleştirme işlemiyle iki bakanlığın sorumlu olduğu konulara ayrı ayrı verilen önemin zayıfladığını söylüyor.

Çevre ve Orman Bakanlığı, 2007′de Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün de bakanlık bünyesine bağlanmasıyla çok daha çetrefil bir hal aldı. Adının açıklanmasını istemeyen bir bakanlık yetkilisi, Bakanlığın “çevreciler”, “ormancılar” ve “sucular” gibi hiziplerin iktidar oyunlarına sahne olduğunu söylüyor. Bugün bakanlıkta “su”dan gelme bir isim, Başbakan Erdoğan’ın belediye başkanlığı günlerindeki yakın çalışma arkadaşı, İSKİ’nin eski genel müdürü Veysel Eroğlu ve ekibi var. Bir önceki bakan Osman Pepe döneminde olduğu gibi Eroğlu’nun da önceliği AB müktesebatına uyum çalışmaları.

Bakanlık Çevre Yönetim Genel Müdürü Prof. Lütfi Akça, Bakanlık’taki kurumsal yapılanma çalışmasının halen devam ettiğini söylüyor. Sadece kendi bölümünün yazdığı yönetmelik sayısının 2008 sonu itibariyle 50′yi bulduğunu anlatan Akça, yine de uzman personel eksikliği çektiklerinin altını çiziyor. Akça’nın biriminde 350 kişi çalışıyor, bağlı il müdürlüklerinde ise 650 kişi. Türkiye’deki bin kişiye karşılık Fransa’da aynı görevi yapan tam 10 bin personel var.

Eksiklikler hemen sırıtıyor tabii. Türkiye’nin Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan ile katıldığı bir AB projesi, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın üzerinde harıl harıl çalıştığı mevzuat uyumunun Ankara dışında çok da hükmü olmadığını ortaya çıkardı. Resmi adı “Yerel ve Bölgesel Yönetimlerin Çevre Uygulama Kapasitelerinin Güçlendirilmesi” olan ve sonuçları henüz açıklanmayan proje, mevzuatın ülkenin dört bir köşesindeki dört ayrı büyükşehir belediyesinde (Bursa, Samsun, Mersin, Erzurum) ve bağlı yönetim birimlerinde ne kadar uygulanabilir olduğunu ölçtü. Sonuç tatmin edici olmaktan çok uzak; bugüne dek yazılan mevzuatın sadece yüzde 35′i uygulanabiliyor.

Projede Türkiye lideri olarak görev alan Nuran Talu durumu basit bir örnekle açıklıyor. “Ankara ‘bitkisel atık yağların toplanması’ üzerine mevzuatı yazıyor ama Erzurum’da bunu yürütecek yetkin bir firma veya firmayı denetleyecek resmi bir birim yok.” Örneğin Bursa’daki sanayi atıkları için de durum aynı. Çevre Bakanlığı’nın yazdığı mevzuat sahaya çıktığında sınıfta kalıyor.

AKP’nin en büyük siyasi icraatlarından biri olmasıyla övündüğü, bugüne kadar merkezi idarenin gördüğü hizmetlerin bir bölümünü mahalli idarelere devreden Kamu Yönetimi Reformu (2004′te yasalaştı) bu sonuca neden olmuş olabilir. Çevre Mühendisleri Odası Onur Kurulu Başkanı Ethem Torunoğlu’na göre, merkez ve çevre arasındaki görev, yetki ve sorumlulukları tanımlayan yasa kaotik bir şekilde tasarlandı; bu yüzden kimse ne yapacağını bilmiyor. Kendisine birdenbire yetki devredilen İl Özel İdareleri ise ne yeterli kaynağa ne de yeterli personele ve deneyime sahip.

Ne yapılacağı pek bilinmese de ne kadara yapılacağı konusunda birtakım tahminler mevcut. Bakanlık’tan Akça, sanayinin uyumlulaştırılması için 15, belediyeler içinse 43 milyar Euro’ya ihtiyaç olduğunu söylüyor. 34 milyar Euro da su ve atık mekanizmalarının yenilenmesi için gerekiyor.

Çevre Bakanlığı mevzuatla boğuşurken, Hükümet 7 yıl içinde çevre yönetimiyle ilgili çok tartışılan yasalara ve uygulamalara imza attı. Başbakan’ın öfkeli olduğu çevreciler, Erdoğan ve ekibinin çevreye duyarlılığını en çok bu icraatlar üzerinden sorguladı. Örneğin AKP, Ceza Kanunu’ndaki çevreye karşı işlenen suçlar konusunda eksikliği, 2004 yılındaki bir düzenlemeyle hapis cezasına varan yaptırımlarla giderirken, bu kuralların uygulanmasını iki yıl sonraya bıraktı. Hükümet, aslında kimseye ceza kesmek istemediğini de bu şekilde beyan etmiş oldu. Turizmi Teşvik Yasası’nda 2003′te yapılan bir değişiklikle, orman ve meralar turizme açıldı; kamu yönetimi reformunun tersine, bu bölgelerdeki yerel yönetimler devre dışı bırakılarak Kültür ve Turizm Bakanlığı imar ve planlamayla ilgili tek sorumlu haline geldi. Maden Kanunu’ndaki değişiklikle de (2004) orman alanları, koruma bölgeleri, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları, turizm bölgeleri gibi alanlar madencilik faaliyetlerine açıldı. Aynı yasayla, bu tür faaliyetler için gerekli Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu’nu almak için gereken maksimum süre kısaltılarak “en geç iki ay” olarak belirlendi. Ayrıca bazı faaliyetler ÇED dışına çıkarıldı. Bülent Duru; “diğer iktidarlar döneminde olduğu gibi, altın madenleri, petrol ve maden arama, işletme faaliyetleri gibi alanlarda Hükümet’in kanuni düzenlemelerle ÇED sürecini devre dışı bırakıp rahatlamak istediğini” savunuyor.

AKP Hükümeti’nin bir önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den iki defa geri döndüğü için uzun süre yasalaştıramadığı “2/B Orman Arazilerinin Satışı”yla ilgili tasarı da Kyoto Protokolü imzalanmadan kısa bir süre önce, Ocak ayı ortalarında yasalaştı. 20 milyar Euro civarında gelir getirmesi beklenen tasarı, orman niteliğini yitirmiş alanların satışına, devlet ormanlarının da gerçek ve tüzel kişiler eliyle işletilmesine olanak sağlıyor. Sultanbeyli, Ümraniye, Beykoz gibi İstanbul’un bazı büyük semtleri bu arazilerin sınırları içinde. Çevre örgütleri, 2/B diye kodlanan bu arazilerin büyük ölçüde tekrar orman niteliğini kazanabileceği argümanıyla, yasaya karşı çıkıyor.

AKP’nin en çok tartışılan icraatlarından biri de Erdoğan’ın en büyük başarılar arasında lanse ettiği Karadeniz Sahil Yolu. 1992′de ihale edildikten sonra yedi başbakan eskiten 542 km. uzunluğundaki otoban 2007′de bitirildi ve toplam 4,2 milyar dolara mal oldu. İhale sürecinden beri tartışılan bu yolun üstünde AKP’nin de ısrarcı olması ve bitirmesi, Karadeniz’in özgün doğasının katledildiği iddiasıyla çevre örgütlerinin şimşeklerini AKP’nin üzerine çekti. Başbakan Erdoğan’ın yolu açtığı günlerde, dönemin Çevre ve Orman Bakanı AKP’li Osman Pepe “Bu yolu yapanların eli kolu kırılsın; yol Karadenizlileri Karadeniz’e hasret bıraktı” derken, Başbakan yolun ileriki yıllarda Batı Karadeniz ayağının da tamamlanmasıyla İstanbul Boğazı’nda inşa edilecek üçüncü köprüye bağlanaca-ğını deklare ediyordu. Bir not düşelim: Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında üçüncü köprü yerine tüp geçidi savunuyor, Koç Üniversitesi’nin de ormanlık alanda kurulmasına karşı çıkıyordu.

“Bilmeden konuşuyorsunuz. Gelin ben size çevre nedir anlatayım. Silahlı Kuvvetler’e öğrettik, size de öğretiriz.” Newsweek Türkiye’ye aktarılan bu sözlerin sahibiyse TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca, muhatabı Başbakan Erdoğan. Karaca, Erdoğan’ın bu teklifi kabul ettiğini de ekliyor. Çevre konusunda tavsiyeler, dünya genelinde siyaset ve sanayi daha yeşil yapılmaya başlamışken Hükümet’in akıntının tersine yüzmemesini sağlayabilir.

memleket ünlülerinin aşırı acıklı hikâyesi


A'dan Z'ye... 14 Nisan 2013 tarihli Sabah Pazar'da yayımlandı.  

Aşk’ın A’sı: Yaygın inanış şu: Ünlüler aşık olmaz. Bunun aksine ikna olmamız için yaşadıkları ilişkinin en az bir on yılı aşması ve ardından yıllar boyu bir ikinci ilişkinin gelmemesi gerekiyor. Peki hangimizin hayatında bu kadar katı bir kural var?

Baba’nın B’si: Henüz kaybettiğimiz Müslüm Gürses ‘baba’ydı. Orhan Gencebay da öyle. Ama Ferdi Tayfur’u en bağrımıza bastığımız anlarda bile samimi bir ‘Ferdi’ deyip geçiyoruz. İbrahim Tatlıses, baba unvanı kendisine verilmeyince bizzat ‘imparator’a yöneldi. Erkin Koray’ın babalığı sanki ezelden geliyor ama Cem Karaca ve Barış Manço’ya babalık düşmedi. Halk ilgisinin Şampiyonlar Ligi seviyesinde yaşandığı bu zirvenin farklı bir matematiği var. Çok zorlu bir formül: Hiç hata yapmayacaksın, hiç dalaşmayacaksın, hep kendin olacaksın, hep ilk günkü gibi kalacaksın. 

Cinselliğin C’si: Burası gri bölge, zorlu bir alan. Memlekette ünlülerin her şeyine izin var ama cinsellik söz konusu olunca hep kırmızı kart. Caddede, sokakta, sette öpüşmek zinhar yasak. Bir mekândan el ele de ayrı ayrı da çıksan içeride neler döndüğüne kafa yorulur. Ünlüler cinselliği ancak sımsıkı kapalı perdeler ardında yaşayabilir. Şahan Gökbakar ile Berrak Tüzünataç’ın balkon görüntülerini hatırlayın. Evde bile geçit yok.

Çocuk’un Ç’si: Çocuk arabasının peşinde bir çift ünlüyü görmek isteyenin gideceği yer belli: Pazar günü Bebek sahili… Mutluluğun formülü çok açık ama bu formül iki tarafı keskin bir bıçak. Çünkü önce ‘Bebek’ fotoğraflarına sempatiyle bakar, sonra bu aileyi unutmayı seçeriz. Sağlama yapmak için, Çağla Şıkel – Emre Altuğ çiftinin bebek sonrası ün barometresine bir göz atın.

Dostluğun D’si: Ün gelince yola eski dostlarla devam etmek zor. Önce vakit azalır, ardından araya aşılmaz mesafeler, aman vermez menajerler girer. Ünlülerin dostu yine ünlülerdir ki onları bir arada tutan bile pamuk ipliğidir. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen Prestij Ailesi’ni hatırlayın. Ne kaldı o tantanalı dostluktan geriye?

Estetik’in E’si: Sokaktaki insan kendini bir ünlüden üstün görmek istediğinde önce burnuna bakar. O burun havada bir bıçak marifetiyle duruyorsa ilk eksi puan…Botoks, liposuction, meme büyütme, bu liste uzar gider. Sarkık gıdı veya selülit zaten hepten faul. Yani estetiğin sadece ünlülere değil, topluma da faydası var. Ajda Pekkan, Gülben Ergen, Deniz Akkaya’nın operasyonları bu denli konuşulduysa, insanların kendi ruh sağlığını koruma ihtiyacından. 

Fotoğraf’ın F’si: Evet onları çok seviyorsunuz ama dışarıya her çıktığınızda, bir bara, restorana, havaalanına her gittiğinizde hayranlarla yanak yanağa yüzlerce fotoğraf vermenin sıkıntısını bir düşünün. Hele de cep telefonlarından sonra… Ebru Çapa GQ Türkiye’de, Halit Ergenç’in bu işte müthiş ustalaştığını ve telefonu hayranlarından alıp fotoğrafları bizzat çektiğini yazmıştı. Yine de bir numara, samimi gülümsemesi sayısız fotoğraftan sonra bile bir milim solmayan Tarkan.

Gece’nin G’si: Genç insan geceleri dolaşmayıp da ne yapacak? Ama işte her mekân çıkışı patlayan fotoğraflar, ‘sadece arkadaşız’ demeçleri, beş adım mesafeyle yürümeler… Kabak tadı verse de hiç eskimiyor. Bu iş belli değişmeyecek, yine de Tolga Karel görüntülerinden sıkılmadık mı?

Hastalık’ın H’si:  Bir ünlü ne zaman acile taşınsa haberimiz var. Durum kritikse, hastalığın tüm aşamalarını ilk ağızdan, hastanesinin logosu önünde özenli bir açıyla duran başhekimden öğreniyoruz. Beterin beteri, Twitter’da Facebook’ta öldürüyor, diriltiyoruz ünlüleri. Şöhretin seviyesi ne olursa olsun, bu, ödemek için büyük bir bedel.

Israr’ın I’sı: Gündemden hızla düşerken ne yapmalı? Ünlülerin katıldığı yarışmalar düşüşteki şöhrete ilaç. Ama o ilacın da son kullanma tarihi yakın. Reçete dolunca nasıl ısrar etmeli? Seren Serengil ve Nihat Doğan’ın rotalarına bakın. Biri Tanzanya biri Venezuela’ya gitti. Projeler bitmez.

İtibar’ın İ’si: Andy Warhol’un milyon kere tekrarlansa da eskimeyen sözüdür: “Bir gün herkes on beş dakikalığına ünlü olacak.” Peki itibar sahibi de olacak mı? Aslında ölçmesi çok kolay. İtibar ancak bir şey üretildiğinde gelir. Survivor’a katılınca geleneyse ün deniyor. 

Jüri’nin J’si: Ünlüler için oyunun kuralları değişti, sisler arasından yeni bir imkân belirdi. Bülent Ersoy ve Orhan Gencebay gibi sarsılmaz isimler bir yana, ünlüler kendilerinden bahsettirmek için bir yarışmanın jürisine girmeleri gerektiğini anladı. İşin kolay yanı, yeni bir şey üretmek de gerekmiyor. Hülya Avşar, Mustafa Sandal bu kulvardan epey faydalandı. Şimdi sıra Serdar Ortaç ve Demet Akalın’da.

Kusur’un K’si: “Bu kadar kusur kadı kızında da bulunur” derken, ünlüleri kastetmediğimiz açık. Estetisyen neşteri değmeden güzel, yüz binlerce hayranları olsa da doğal, kariyerleri kırk yıla dayansa da ilk günkü kadar taze ve heyecanlı olmalarını bekliyoruz. Kimse mükemmel değil. Yıllar ilerledikçe kusurlarıyla barışanlar devam edebiliyor. İnanmayan Yıldız Tilbe’nin Twitter hesabına göz atsın.

Layık’ın L’si: Bir futbolcu atasözü: “Bu camiaya layık olabilmek için elimden geleni yapacağım.” Cümleyi, toplumun karşısına çıkan hemen her ünlüye uyarlayabilirsiniz. Sadece kendine, zekâsına, dostlarına layık olmak isteyen yok mu? Var ama söyleyebilen çıkmadı.

Mahkeme’nin M’si: Mahkemeye düşen ünlünün tek dostu avukatı. Siyasi davalar daha önde diye kimse kendini kandırmasın, gazetelerde en hevesle okuduğumuz dava dosyaları ünlülere ait. İlgili ünlü, toplumun genelince kabul görmeyen bir işe karıştıysa durum fena (Deniz Seki’yi hatırlayın.) İlginç olan, maddiyata dayalı meseleleri umursamamamız (bkz. Haluk Levent’in sonu gelmez davaları.)

Naz’ın N’si: Bu maddenin sıkıntısını en çok röportaj peşindeki gazeteciler çekiyor. Şöhretin zirvesindeki bir ünlü, yaşadığı sıkıntıların bedelini en çok gazetecilere ödetir. Formülse bin dereden su getirmektir. Yalnız aynı gazeteciler o şöhretin aşağıya giden eğrisini takip etmeyi de sever. Şöhret kötü yönetildiğinde ‘kapak yoksa röportaj yok’tan ‘bir projem var, haber yapar mısınız’a çok hızlı geçilir.

Olgunluğun O’su Ünlülerin yaş aldıkça olgunlaşmasını beklersiniz, ama pek prim yapmadığından ‘içindeki çocukları’ hep muhafaza ederler. Şifa niyetine bir iki örnek yine de mevcut. Öncelik, olgunluk standartlarını belirleyen Şener Şen’e ait. Genç kuşaktan Olgun Şimşek’in belki isminden dolayı üstüne yapışan olgunluğuna şahit olmak isteyen verdiği röportajlara baksın. Geleceğin standart belirleme adayıysa Kıvanç Tatlıtuğ. Bu satırların yazarı, daha kariyerinin başındaki Tatlıtuğ’u bir İtalya uçağında tatsızlık çıkaran ve tehlikeli görünen bir yolcuyu etkisiz hale getirip, yolcuları tek tek rahatlatırken de gördü.

Öfke’nin Ö’sü: Evet herkeste biraz var, ama bu öfke eskilerden bir Yılmaz Güney’le yan yana getirince hava cıva kalıyor. Söz konusu olan, en fazla “bar çıkışı muhabirleri karşısında görünce sinirlendi” başlığının altına yazılacak türden bir öfke. Memlekete bir hayrı yok.

Plaj’ın P’si: Kural belli: Görünür olmak istiyorsan, Bodrum’da plaja (günümüz tabiriyle beach’e) inecek, havlunu serecek, uzak yakın kameraların karşısında sere serpe güneşleneceksin. Ondan sonra da basının nefes aldırmadığından şikâyet edeceksin. Magazin basını da ünlüler de bu riyakârlığın farkında. Kimin ne kadar ilgiye muhtaç olduğunu bizzat ölçmek istiyorsanız, havluların serildiği noktaya dikkat edin. Suya en yakın olanın sahibi akşam televizyona çıkmak istiyor.

Rıza’nın R’si: Kimse şöhret trenine kazara binmez. Yolun nereye çıkacağını, mahremiyetin ne kadar aşınacağını bütün ünlüler biliyor. Bir nevi evlilik öncesi sözleşmesi… Ama sözleşmede kendi kurallarını dayatanlar da mevcut. Bu kategorinin kralı Okan Bayülgen.

Sosyal Medya’nın S’si: Ünlülerin ne hissettiğini sosyal medyadaki hesaplarınızda bilfiil tadıyorsunuz. Kaç takipçiniz var; kaç adet RT, kaç like’ınız var? Sizinkisi bir yana, diğerlerinin ne kadar var? Twitter hesapları sanatçıların da kabusu. En rahat uyuyansa sadece sekiz tivitle dört milyona yakın takipçi toplayan Cem Yılmaz.

Şans’ın Ş’si: Ne kadar çalışsan yetmez. Milyon dolarların döndüğü sektörde şans da yanında olacak. Empati kurmak isteyen üst üste dördüncü dizisi geçenlerde yayından kaldırılan Burcu Kara’yla kursun.

Taciz’in T’si: Hayran var, hayran var… Ünlüleri evlerine kadar izleyen, gece yarısı telefonla rahatsız eden, hatta canlarına kast edenleri biliyoruz. Tacizin memleketteki bir versiyonu da aktörü oynadığı rolle özdeşleştirip laf atmak. ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’de tecavüz mağduru bir kadını oynayan Beren Saat’in dışarıya çıktığı bir gece ‘bir güzellik de bize yapsana’ diye sıkıştırılması bu işin uç örneği.

Utanma’nın U’su: Bir ünlü yediği golü çıkartabiliyorsa, yani skandaldan sonraki kötü izleri hayranlarının zihninden silebiliyorsa kademe atlamış demektir. Yoksa geriye sadece utanç kalıyor. Hande Ataizi’nin tuvalete sıkıştığı anı halen hatırlıyor musunuz? Cevabı “‘Mum Kokulu Kadınlar’ın üzerine pek bir şey koyamadım” diyerek kendisi verdi zaten.

Üzüntü’nün Ü’sü: Ünlü insanın kötü günü olmaz. Hanginiz işe gittiğiniz bazı günler size kimseler dokunmasın diye içinizden dua etmediniz? Üzüntünüzden hiçbir cümle kuramadığınız ve sadece kabuğunuzda kalmayı istediğiniz o anlar var ya, ünlüler hiçbirini yaşayamıyor.

VIP’nin V’si: Binlerce uçuş mili biriktirmeniz neye yarar? Business uçarsınız, VIP locasında beklersiniz. Ünlülerin yaşam kalitesi işte sizden ancak bu kadar fazla. Bir kadeh şampanya, arkaya iyice yatan bir koltuk… Uçak sonuçta herkesi aynı yere götürüyor.

Yaşlanma’nın Y’si: Erkeklerden ziyade kadınların düşündüğü bir konu. Basit bir hesap yapın: Gazete ve dergilerde sadece bir ayda, ilk dizisinde, filminde oynayan kaç kadın oyuncu röportajı çıkıyor? Aynı rakam erkek oyuncular için nedir? Cevap: Yeni kadın oyuncu sayısı erkekleri katlıyor. Peki bu yeni isimler kimlerin yerine geçiyor dersiniz?

Zor’un Z’si: Düşünün, sevdiğiniz bir insanla dünyanın bir ucuna, kimselerin olmadığı ıssız bir sahile gitmişsiniz. Kimbilir aklınızda neler var. Konuşup gülüşüp yürüyorsunuz. Ertesi gün fotoğraflarınız bütün gazetelerde. Orhan Pamuk’un Kiran Desai’yle Goa sahillerinde görüntülenmesinden bahsediyorum. Dünya küçük, katlanmak zor.

İllüstrasyon: Serhat Gürpınar

canetti neden haklı?

Memleketten gelenler sağolsun, yanlarında Uykusuz, Penguen falan da getiriyorlar. Ben de hemen Vedat Özdemiroğlu'nun Bebek Kafası'nı açıp okuyorum. Hatta bazılarını birkaç defa okuyorum (ne yapalım, elde az sayı var.)

Bir sabaha Özdemiroğlu'nda gördüğüm şu güzel Elias Canetti cümlesiyle başladım: Gerçek yazarlar kahramanlarına ancak onları yarattıktan sonra rastlarlar.

Tesadüf bu ya, akşamına da şu bilgiye rastladım: Balzac ölüm döşeğindeyken, başucuna kendi romanlarındaki doktor Dr. Bianchon'u çağırmış.
 
Canetti haklıymış.

gazeteci çölde şuurunu kaybederse

yağmur neden güzel kokar?



Bazı bitkilerin kurak dönemlerde salgıladığı yağların karışımı, yağmurun o kendine has kokusunun nedenlerinden biridir. Kuraklığın ardından yağmur geldiğinde, zaman içinde kayaların üzerinde ve toprakta biriken yağ bileşimleri havaya karışır.

Tamamını Smithsonian.com'da okuyabilirsiniz.

siste saklanan kasabaya güvenme



Bu aralar kısa animasyona sardım, daha günlerce böyle giderim. Meksikalı Emilio Ramos'un Niebla'sı mücevher gibi bir film, çevirip çevirip izliyorum. Sisiyle, koyunlarıyla, gelmeyen Rosario'suyla Marquez'in akrabası. Yedi dakikada büyülü gerçekçilik.

köşesizlik endişesi

Uzmanlık alanı üzerine görüşlerini paylaşanları seviyorum. "Bu onun konusu, ne demiş acaba" diye twitter'da kovaladığım insan çok.

Beğendiği, kıymet verdiği şeyleri paylaşanlara da bayılıyorum. Hele yağmur gibi yağmayıp, her gördüklerini değil, gerçekten önemsediklerini anlatanlar, gösterenler, link verenler... Yeni şeyler için gözümü açıyor onlar. Keşfettiriyorlar, ne güzel. 

Ama sosyal medyayla ortaya çıkan bir tür var ki, katlanamıyorum. Gelişen her mevzuya bir tırnak atanlar, gündemin hiçbir halinden eksik kalmayanlar, saniyesinde görüş üretenler... Bir insanın bu kadar çok fikri olabilir mi? Hadi, üstün bir beyinle karşı karşıyayız diyelim, bir fikir bu kadar hızlı şekillenir mi?

Hükümet, barış, savaş, PKK, uluslararası ilişkiler, tıp, hukuk, bilişim, magazin, diziler, her şey... Her şey hakkında konuşuyorlar. Üstelik başkalarını dinlemiyorlar. Sadece konuşuyorlar. Arkadaşlık, tanışıklık belasına kaçamıyorsun da (bir de sürekli mızmızlanan, ilenen, kötüleyen tipler var ki, daha da beter.)

Memleketin en çok ve düzenli şekilde topa tutulan esnafı köşe yazarları. Eskiden görüş bildirsin diye para ödenen bu insanlara yönelik tepkiyi samimi zannederdim. Değilmiş. Meğer çoğu insan, kendi görüşlerini bu şekilde üzerimize yığamadıkları için kızıyormuş yazarlara. Dertleri köşesizlikmiş. 

Yarın yine yeni bir olay gelişecek. Hiç yoktan atıp tutmaya, ilenmeye başlayacaklar. Kendi köşelerini yazacaklar. Sonra dönüp yine köşe yazarlarına bok atacaklar. 

ay sarayında