ne zaman gittin ruhum görmedim seni

Sürüp giden yol yenileme faaliyetinden, İstiklal Caddesi üzerinde rahat rahat yürüyebilmek mümkün değil. İş makineleri, bariyerler, öbek öbek hafriyat… Işıltılı vitrinleri, on bilerce dolar kira ödenen dükkânları dışarıya gıcırtılı, derme çatma tahta köprüler bağlıyor. Kimsenin keyfi yok. 

Yeni bir şey değil. İstiklal’in inşaatı ne zaman bitti ki… İş makineleri ne zaman rahat bırakmış orayı? Sürekli bir taş değiştirme faaliyeti… O taşlar, değiştirilmediği zamanlarda da kaydılar, su sıçrattılar, Cadde’de küçük, tatlı bir gezintiyi zehir ettiler. ‘İstanbul’a ihanet’ tarihinin kapsamlı bir bölümü bu taşlar üzerinden yazılacak.  

İki gün evvel, Yapı Kredi’nin Galatasaray’daki yeni binasını görmek için, yol çalışması ‘mevzilerini’ aşa aşa Galatasaray’a inmeye çalışıyordum. Eskiden insan kalabalığından bunalırdık, şimdi gün ortasında, pek kimse yok. Üstelik beş-altı saat sonra Beşiktaş’ın Monaco’yla Şampiyonlar Ligi maçı vardı. Maç öncesi İstiklal’e yolu düşen Beşiktaşlı taraftar sayısı hiçle az arasında gidip geliyordu. Monaco taraftarlarını hiç görmedim. Zaten maçta da görmedim onları.

Kendime sordum: Bir Fransız, maç öncesi yolunu İstiklal’e düşürse ne bulacaktı ki? Bir yabancı arkadaşımı orada gezdirmek istesem ne gösterecektim? The Marmara’dan başlayarak lokum, nargile, tek tip döner dükkânları, ağır avizeli Sütiş ve Saray, standart sinema Fitaş, herhangi bir AVM kabilinden Demirören, adımımı atmadığım, Madame Tussauds’lu  Grand Pera, kıyafet dükkânları, nargile, lokum… Böyle uzayıp gidiyor. 

Ara sokaklara sapmazsak, Tünel’e dek yol boyunca ilgi çekici bulduğum, hikâyesini anlatabileceğim (veya dinlemek isteyeceğim) tek unsur binalar… Konsolosluk binaları, fasatlar, Galatasaray Lisesi… Bir de Tünel’in kendisi.Tabii artık Yapı Kredi’nin yeni binası ve İlhan Koman’ın caddeye bakan Akdeniz’ini de saymalıyım. Başka hiçbir şey yok. Bir yabancıya ne anlatabilirim ki? 

Dahası, kendime ne anlatabilirim?

Beyoğlu’nun hikâyesi elbette İstiklâl’den ibaret değil. Hatta, Cadde hep en azını anlatır. Vitrindir ama. Ne olup bittiğini görmek açısından hep işe yarar. Dürüst bir vitrindir üstelik. İnsanıyla, binasıyla, havasıyla her şeyi olduğu gibi gösterir. Değişen hayatı iyi anlatır İstiklal. 

Ben Beyoğlu’nda yaşadım. Beyoğlu’nda çalıştım. İstiklal Caddesi’nin hayatımın ana damarı olduğu günler vardı. O zamanlarda da bugünkü gibi üstüme üstüme gelirdi Cadde; ara sokaklara, kıyı köşeye saparak kurtulurdum. Şimdi de sevdiğim yerler var elbette ama o zaman çok daha fazla kitapçı, kafe, bar, sinema vardı oralarda… Arkadaş evleri vardı. Tanışmış olsaydık arkadaş olacağımız insanların evleri vardı. ‘Bizimdi’ diyeceğimiz evlerimiz vardı. 

Bizimdi ama başkalarının da…  Herkese aynı uzaklıkta, umursamazlıkta, teklifsizlikte mekânlar vardı. Güzellik ve düşkünlük vardı. Sefalet ve büyü vardı. Bir ruh vardı. Hikâye vardı. 

Ağıt yakmak, romantize etmek istemem ama gitti çoğu. Ben de gittim. Geri dönmek için bir sebep göremiyorum. 

Lokumdan, nargileden, hafriyattan, sürekli değiştirilen taşlardan hikâye çıkmıyor. İstiklal’in taşlarının altında deniz yok. Üstünde de ruh kalmamış.   


Ya da kendini göstermiyor o ruh… Eminim, bir yerlerde kendini saklıyor, koruyordur. İstanbul bizden çok daha eski. Bereketli. Dayanıklı. Ne kadar ihanet edilse de yeniden toparlanacak kadar da becerikli. İnşaatı, sıradanlığı, saçmalığı aşıp geri gelecektir. Yollarımızı kesiştirebilirsek ne âlâ…

Fotoğraf: Ara Güler (1992)

vatan bir şehirdir, o da istanbul

Can Yayınları, bu yaz aynı anda üç Petros Markaris romanı birden yayımladı. Komiser Haritos’un üç polisiye macerası… Alan Savunması, Che İntihar Etti ve Batık Krediler (İlk ikisi daha önce de yayımlanmıştı)… Bu kitaplar vesilesiyle, Türkiye’den göç eden Rum-Ermeni kökenli, Yunanlı bir yazar olan Markaris’le tanıştım. Sanırım, yıllar sürecek bir okuma macerası olacak. Çünkü hem Komiser Kostas Haritos’a hem de Markaris’in devlet-siyaset ve iş dünyası arasındaki ilişkileri inceleme biçimine bayıldım. Bir de Yunan toplumunu ve başta Atina, Yunanistan’ın resmetmesindeki gerçekçiliğe. Markaris’in yaptığı,Türkiye’de yazılmasını hep istediğim bir polisiye usulü. Zeki, ferah, abartısız, gerçek… Evde aradığım güzellik meğer komşudaymış. Komşu dediğim de meğer benim evimmiş. Markaris sonuçta benden daha İstanbullu. 

Bu romanların başarısındaki temel unsur elbette baş karakterin kimliği. Komiser Haritos… Petros Markaris’in yarattığı Atina Cinayet Masası komiseri… Emekliliği yakın, büyük ihtimalle altmışlarının başında (Markaris, komiserin yaşını yazmıyor hiçbir yerde; rütbesine ve huylarına bakarak tahmin yürütüyorum, bir de Selanik’te doktora yapan bir kızı olduğunu biliyoruz). Haritos huysuz, inatçı, eski usul bir polis. Siyaseten belki solda değil ama sağda da sayılmaz. Hemen hemen her yenilikten huzursuzluk duyuyor. Atina trafiğinden nefret ediyor. Mirafiori’sinden (bizde basitçe ‘Fiat 131’ olarak bilinir) vazgeçmesi imkânsız; 2000’lerin başında geçen macera ‘Che İntihar Etti’ye kadar cep telefonu da kullanmıyor (Sonrakilerde bir telefon ediniyor mu, bilmiyorum). 

Alametifarikası, sözlükleri… Yatak odasında tuttuğu Yunanca sözlükleri okumaya bayılıyor. Başkaca kitap okumaktan da nefret ediyor. Arada bir tüm gazeteleri toplayıp bir fincan kahve eşliğinde, basının ‘yalanlarını’ okumaktan hoşlanıyor ama. Haberleri, daha az ‘yalancı’ olmasa da televizyondan almayı seviyor. Karısı Adriani’yle sürekli bir didişme içinde (Haritos’a taş çıkartacak huysuzluğu, kimseyi beğenmezliği, dediğim dedikliği ve zaman zaman baş gösteren fırsatçılığıyla Adriani de muazzam bir karakter). Kimseye güvenmiyor, ne suçlulara ne de polislere; hatta ekip arkadaşlarına bile… Becerisi, tecrübesi, yanılgıları ve güçsüzlüğüyle gerçek bir insan Haritos… 

Gelelim yazarın kendisine, yani günün birinde onunla bir röportaj yapmayı çok istediğim Markaris’e. Heybeliada doğumlu. Avusturya Lisesi’nden mezun. Büyük yönetmen Theo Angelopoulos’un filmleri ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’,  ‘Ağlayan Çayır’ ve ‘Leyleğin Geciken Adımı’nın senaryosunu o yazmış. İstanbul’la bağı kopmamış hiç. Geçen mayıs, Agos’tan Evrim Kaya’ya verdiği röportajda söyledikleri çok önemli: 

“ (…) ‘Vatan’ sözcüğü bana bir şey ifade etmiyor. Yurdum neresi bilmem. Çünkü Türkiye’de milliyetçilik zamanında büyüdüm ben. Beni bu sözcükten soğuttu o milliyetçilik. Yunanistan da yurdum olmadı, çünkü orayla bağlantım sadece dildir. Şimdi Yunanlı arkadaşlarımla tartışırken, “Siz Yunanlılar” diye kızıyorum onlara. “Ya sen nesin?” diye soruyorlar, “Ben İstanbulluyum” diyorum. Haymatlos (vatansız) değilim ama benim için Heimat (vatan) bir şehirdir, o da İstanbul…”


İstanbul’un bereketi işte… Bağrından çok kıymetli evlatlar çıkartıyor. Sağa sola savrulsa da bu evlatlar, ne başka bir deniz bulabiliyorlar ne başka bir şehir… İşte bakın, günümüzde yaşayan Atinalı bir komiseri okurken bile, tuhaf bir memleket duygusuyla, nostaljiyle burnunuzun direği sızlıyor. Memleketteyken bile… 



mahcup etmemek için

İskenderiyeli yaşlı, bilge bir Yunanlı, bir zamanlar bana şu sırrı vermişti: “Yunanlılar herkese her zaman bir içki ısmarlayabilir, ama karnın aç ve meteliksizsen, asla sana yemek ikram etmezler - mahcup etmemek için.”

Byron Ayanoğlu, İstiridye Üstü Girit 

Fotoğraf: Nick Karvounis (on Unsplash)

geceleri yaşamaya çalışırız

Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri yaşamaya çalışırız. 
Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü

Fotoğraf: Louis Amal

bir kitap okudum ve hayatım kurtuldu

Hayatı zenginleştirmeye, keyif almaya, ukalalık yapmaya, anlam aramaya, sevgili bulmaya yarar. İstersek, yüzlerce faydasını daha sayabiliriz. Bir kitap hayat kurtarmaya da yarar mı peki? Eduardo Galeano’nun ‘Gölgede ve Güneşte Futbol’u kurtarmış. Müteveffa yazarın bizzat kendisi Türkçe’de henüz yayımlanan ‘Hikâye Avcısı’ isimli kitabında anlatıyor: 

"(…) Aradaki duvarları yıkmak için ‘Gölgede ve Güneşte Futbol’ adlı kitabımı yazdım. Okuma fanatiklerinin futbol korkularını, futbol fanatiklerinin de kitap korkularını yenmelerine yardımcı olmak istedim. Ama bundan fazlasını hiçbir zaman düşünmedim. 
Ne var ki, Meksikalı federal milletvekili Victor Quintana’nın anlattığına göre, bu kitap onun hayatını kurtarmış. Quintana 1977 ortalarında, kirli işlerini ortaya çıkardığı için onu cezalandırmak isteyenler tarafından tutulan kiralık katiller tarafından kaçırılmıştı. 
Katiller onu bağlayıp yüzükoyun yere yatırmışlar, öldüresiye tekmeliyorlarmış ve nihai darbeyi indirmeden önce verdikleri son molada, futbol üzerine bir tartışmaya tutuşmuşlar. Bunun üzerine, diriden ziyade ölü olan Victor da kaşığını çorbaya daldırıp benim kitaptan hikâyeler anlatmaya başlayınca, anlattığı her hikâye karşılığında, -bin bir gecelik yaşamın her bir gecesi için bir masal anlatan Şehrazat misali-, yaşam dakikaları kazanmış. 
Saatler ve hikâyeler geçmiş. 
En sonunda katiller onu terk edip gitmişler, eli kolu bağlı, dövülmüş olarak ama canlı bırakmışlar. 
Giderken şöyle demişler: “Seni sevdik.”
Ve mermileriyle birlikte oradan çekip gitmişler.”


Eduardo Galeano, Hikâye Avcısı, Sel (Çeviren: Süleyman Doğru)


bir gazetecilik rüyası



Suffolk, İngiltere’den Andy Longhurst isimli bir Twitter kullanıcısı bir seri fotoğraf çekip BBC England hesabına ‘mention’ yaparak tweet atmış. Fotoğraflar, bir Ryanair uçağıyla bir savaş uçağını aynı karede gösteriyor. O sırada sadece 11 takipçisi olan Longhurst’ün yorumu: “Bunu her gün göremezsiniz. Ryanair uçağının kuyruğunda bir savaş uçağı… Bir şeyler mi oluyor? Umarım Suffolk üzerinde her şey yolundadır.”

Gerçekten sıra dışı bir görüntü… Ama Twitter bu tip vatandaş gazeteciliği işlerine açık bir zaten. Bizim açımızdan esas sıra dışı olansa tweet’in altına yazılan sorular…

Onur Erdem, bu tweet’i alıntılayıp yazdığı kendi tweet’inde meseleyi açıklıyor: “Basın kuruluşları ve gazetecilerin 11 takipçili bir hesaba yaklaşımını görmek için alttaki mesajlara bakabilirsiniz.”

Independent gazetesi, Mirror gazetesi, BBC, ITV, Standard News, daha birçok gazete ve gazeteci fotoğrafları kendi sitelerinde, Longhurst’ün ismini de vererek kullanmak için ondan izin istiyor. 

Müthiş bir hız ve gürültü ortamında yerle yeksan edilen gazetecilikte bir vaha bu tweet. Bizim için de halen bir rüya. Hatırlayalım diye arada bir, şuracıkta dursun. 

sí o no barcelona

Yarın başta Barcelona, tüm Katalonya’da bağımsızlık referandumu için sandıklar kurulacak. Ama nerede? Şu anda bilinmiyor. Madrid hükümeti, illegal saydığı bu referandumun ‘yapılmayacağını’ söyledi. Bölgeye ciddi miktarda polis sevk edildi; baskınlar ve tutuklamalar yapıldı; referandum hakkında bilgi veren websiteleri kapatıldı; sandıklar ve pusulalar imha edildi. Bazı sandıkların kurulduğu okullar, şu an veliler tarafından işgal altında ama oralarda oy kullanılabilecek mi, belli değil. 

Oy verebilecek Katalanların pusulada muhatap olduğu tek bir soru var: Katalonya’nın bir cumhuriyet yönetimi altında bağımsız olmasını istiyor musunuz? ‘Sí’ ya da ‘no’ diyecekler; hepsi bu kadar. 

Ama öyle tulum çıkarılacak bir ortam da yok bölgede. Herkes bağımsızlık yanlısı değil. “Biraz daha otonomi bize yeter de artar” diyen çok kişi mevcut. Şöyle söyleyeyim: Nüfusun yarıya yakını “Bağımsız olalım” diyor (5.4 milyon seçmende 2.5 milyondan azı). Ama Madrid hükümetinin bu baskısı ve ayrılıkçıların coşkulu gösterileri oranı yükseltebilir. Kendi dilleri var, yaklaşık bin yıl bağımsız yaşamışlar, toplam nüfus 7.5 milyon… İnat ederlerse, Avrupa’da yeni bir ülke için büyük mücadele başlayabilir. Bir ulus-devlet daha!

Gelelim gazetelere. Lider gazetelerden ‘La Vanguardia' ve ‘El Periodico’, alınan önlemleri manşet yapmış; şiddete başvurulmadan müdahale edilmesi emrini tartışıyorlar. ‘Evetçi’ El Punt Avul, sandığı taşımış manşete: “Her şey hazır” diyor. Ama en güzeli spor gazetesi L’Esportiu… Gazete, ‘sözde’ Barcelona manşeti yapmış; koca puntolarla “Doğru Yoldalar’ diyor… Esasen, takımın ardındaki tribünlerden sarkan koca pankartı gözümüze sokuyorlar: “Sí - Evet.” Hoş bir gazetecilik taklası…


Pazartesi manşetleri bakalım ne olacak?




adamsın ryan gosling!

Doğup büyüdüğüm şehrin hiç görmediğim bir mahallesindeyim. Bir berber dükkânında…

Neredeyse ekim geldi ama hava halen çok sıcak.  Uyuklayan berber, dükkândan içeri girdiğimde yattığı yerden sıçradı. Eskiden saçakları, ipleri aralayarak (bunun bir ismi olmalı ama neydi) girerdiniz bir yere, tavanda işe yaramaz bir pervane dönerdi, buram buram tüterdi yaz; içeride müşterinin geldiğine pek sevinmeden yarım göt doğrulan bir berber olurdu… Klimalı dükkânlarında bu egzotik hazzı yaşamıyorsunuz. Yine de berberin biraz mahcup, üstüne başına çekidüzen vermesini fark etmek hoşuma gidiyor. 

Sakal traşı istediğimi söylüyorum… O, sıcak su hazırlarken etrafa göz gezdiriyorum. Dükkâna özgü hiçbir şey yok. Yazık. ‘Erkek kuaförü’ tabelasının altına, vitrine yapıştırılmış stil, şekil erkek fotoğraflarına gözüm takılıyor. Brad Pitt, Ryan Gosling, Tom Cruise (evet, hâlâ), George Clooney, David Beckham… Fotoğrafların arkasından bakınca bile belli oluyor tipleri… İçlerinden Ryan Gosling bir tek, sanki oraların çocuğu gibi… Almış yürümüş ama memleketi de unutmamış gibi… Saçları efendice taranmış, abartısı yok, semtin çocuğu. Buralarda olsa halen kovalıyor olurdu arkadaşlarıyla. Berberin onun fotoğrafına bakıp bakıp “Adamsın Ryan Gosling!” dediğini hayal ediyorum. 

“Adamsın” demiyor ama “Sen ne iş yapıyorsun abi” diye soruyor berber. “Gazeteciyim” diyorum. “İstanbul’da.”

Hangi gazetede çalıştığımı soracak diye düşünüyorum. Soruyor. Yorum yapacak diye düşünüyorum. Yapmıyor. Konuşmuyor da. Çok fazla dövmesi var. 20 yıl önce, ben buralarda tıfıl bir yeniyetmeyken hiçbir berberin dövmesi yoktu. 

Aklına birden gelmiş gibi tekrar giriyor lafa: “Abi niye bizim buraların hiç haberi yapılmıyor? Ne gazetelerde var ne de televizyonlarda.” Yerel muhabirlere ihale ediyorum mevzuyu. “İyi çalışmıyorlar belki de” diyorum. “O kadar çok olay yaşanıyor ki” diye hayıflanıyor.

Ne yaşanıyor ki burada? Haberim olurdu, diye düşünüyorum. 

“Ne oldu mesela” diye soruyorum. Cevap hızlı geliyor: “Abi daha üç gün önce bir adam yevmiye yüzünden üç kişiyi vurdu pompalı tüfekle, geçen hafta bir kadın damdan atladı, aha şuradan, mahallede her gün vukuat, cinayet. Bunlar niye yok televizyonda?”

“Eh, eksik olsun” diyemiyorum. Ama gülüyorum, “Bu muydu kardeşim derdin?” “Bu abi” diyor. O da gülüyor. “Bu mahallede üç cinayeti olmayana kız vermiyorlar!”

Ryan Gosling iyi yırtmış… Hem mahalleden çıkmış hem çıktığı yeri unutmamış hem her gün gazetelerde, televizyonda. Adamsın Ryan..

dünya birden küçük mü?

En eskisi şunun şurasında üç hafta önceye gider: Karayiplerin üzerinden dört kasırga geçti, Meksika iki defa depremle yıkıldı, uzay aracı Cassini Satürn’e intihar dalışı yaparak görevini bitirdi, Almanya’daki seçimler sonucu aşırı sağcılar ilk defa parlamentoya girdi… 

Hangisi bizde bir gazetenin manşeti oldu? Hadi manşeti geçelim, hangisi ön sayfada doyurucu bir şekilde yer aldı… 
Tamam derdimiz bize, bizdeki bir yıllık olaylar silsilesi de bir İskandinav ülkesine ömür boyu yeter ama hep kendi kendimizle uğraşmaktan da gına gelmedi mi artık? Bu kadar yerli ve milli olmak da biraz fazla değil mi? 

Televizyonda ve gazetelerde Kapıkule’den sonrasına dair bir fikri olan, Rusya’yı, İran’ı, Asya’yı bilen, Irak ve Suriye hakkında sınırın ötesinde o sıra olanlardan başka şeye kafa yoran kaç kişiye rastlıyorsunuz? Yok. 

Onları geçelim, gazetelerin dış haberler sayfalarında (kimisi ‘Dünya’ da diyor) şu an Kuzey Irak’taki referandum dışında kaç haber var? Kaç ülkenin adı sayılıyor?

Bu memleketin çok sıkıntısı var, geçmişte vardı, ileride de olacak ama en ciddisi bence içimize çökmek… Dışarıya bakmamak, merak etmemek, sadece kendimizle uğraşmak… Oyalanmak. 

İşte bugünün konuları: Suudi Arabistan’da kadınlara otomobil kullanma hakkı verilmesi, İspanya ve Kuzey Irak’taki referandum, Suriye ve yaralarını sarmaya çalışan Meksika… Dünyadan birçok gazete bu olup bitenleri ya manşete çekmiş ya sürmanşete… Bizden daha mı meraklılar? Bizden daha mı dertsizler?

Cumhurbaşkanı Erdoğan sürekli “Dünya beşten büyüktür” deyip duruyor ama bizim açımızdan dünya birden de küçük belli ki…

Bir not da meslektaşlarıma: Siz de sıkılmadınız mı? 


En üstteki, Suudi Arabistan’da kadınlara verilen otomobil kullanma hakkını işleyen Mısır gazetesi Al-Akhbar. 





dünyayı gerçekten kurtaran adam

26 Eylül 1983... Rusya’da, Moskova Oblastı’nda yer alan Serpukhov-15 isimli yasak şehirdeyiz… 
Tam 34 yıl önce, bugün, burada Stanislav Petrov isimli bir yarbay, dünyanın sonunu getirecek bir nükleer savaşı tek başına engelledi…
Yarbay Petrov’un hikâyesi, bugün dünya üzerinde nefes alıp veren her bir canlının hayatının nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunun hikâyesi… Bugün gülüp ağlıyoruz, yazıp çiziyoruz… Yarın pofff… İki dengesiz ve cahil insan yüzünden, onları oraya koyan biz insanoğlunun yüzünden her şeyin sonu gelebilir… Dünya, üzerinde uygarlık kuracak bir sonraki hayat formu için milyonlarca yıl beklemeye başlayabilir. Tabii o kadar ömrü kaldıysa. 

***

Petrov’un hikâyesine geri dönelim biz… O zaman, yani Soğuk Savaş’ın civcivli günlerinin yaşandığı 1983’te 44 yaşını süren Petrov, Serpukhov-15’te bu soğuk ve sinsi savaşın en ciddi işlerinden birini yürütüyordu. Rusya’yı vurmak üzere ABD’den ateşlenecek nükleer füzeleri saptamak onun işiydi. İsmi ‘Oko’ (Türkçe’de ‘Göz’) olan erken uyarı sisteminin –çalışırsa- Rus ordusuna zaman kazandırması bekleniyordu. Bu sayede misliyle karşılık verilebilecekti.

Füzenin ABD’den ateşlenmesi ve Rusya’da bir bölgenin isabet alması arasındaki zamanın 25 dakika olduğu tahmin ediliyordu. Ne yapılırsa işte bu 25 dakikada yapılacaktı. Rusya gardını alacak, karşı füzeler ateşlenecek, devlet adamları saklanacaktı. Hepsi 25 dakikada… Dünya o 25 dakikadan sonra asla aynı dünya olmayacaktı.


***

Dünya o günlerde zaten asla eskisi gibi olmamak için çırpınıyordu. New York Times’ın Petrov hakkındaki makalesinden aktarıyorum: Daha üç hafta önce, Sovyetler Birliği, ülkenin hava sahasına giren bir Kore Havayolları uçağını vurmuş, uçaktaki 269 kişinin tümünü öldürmüştü. Yolculardan biri ABD’nin Georgia eyaletinden bir kongre üyesiydi. Dönemin ABD başkanı Ronald Reagan bu olaydan sonra, Sovyetler’i ‘evil empire (kötülük imparatorluğu)' diye nitelemiş ve silahlanma yarışının dondurulmasına yönelik çağrıları reddetmişti. Sovyetler Birliği’nin başındaki Yuri Andropov’un da zaten silahsızlanmaya pek niyeti yoktu: Amerikan saldırısından fena halde korkuyordu.  
26 Eylül 1983 sabahında Petrov’un sorumluluğu altındaki bilgisayar sistemi Sovyetler’i vurmak üzere havalanan beş Amerikan füzesini haber verdiğinde dünya işte böylesine gergindi. 
Petrov ve ekibi şaşkına dönmüştü. Daha sonra “İlk on beş saniye tamamen şok halindeydik” diye anlatacaktı Petrov. Şimdi ne olacaktı? Ne yapması gerekiyordu?
Aslında önünde çok fazla seçim şansı da yoktu. Olayların şu sırayı takip ederek gelişmesi beklenirdi: 
Petrov telefona uzanacaktı. Üslerini bilgilendirecekti. “Efendim, sistemler efendim, ABD’den füze ateşlendiğini gösteriyor; evet efendim, beş füze görünüyor efendim, emredersiniz efendim” diyip aradan çekilecekti. Hepsi bu kadar! Tarihin gidişatı üzerinde bir etkisi olmayacaktı. Suçu da olmayacaktı. Sonuçta ellerindeki en gelişmiş bilgisayarlar bunları söylüyordu. Silsile üzerinden en tepedeki Andropov’a kadar gidilecek; devlet başkanı da acil karşılık verilmesini emredecekti. 25 dakika... Bunların hepsi 25 dakika içinde olup bitecek ve bildiğimiz dünyanın sonuna gelecektik. 

***

Ama bunlar yaşanmadı. İyi ki yaşanmadı!
Petrov, beş dakika boyunca elinde telefon bekledi. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Önünde ekranlar çıldırtıcı bir şekilde yanıp sönerken, nihayet kimseyi aramamaya karar verdi. Bunun yanlış alarm olduğuna hükmetmişti. Çok da emin değildi ama sezgileri bu yöndeydi. Sistem çok yeniydi; güvenilir bir aşamaya gelmemişti. “Şansım yüzde 50’ye 50’ydi” diye anlatacaktı daha sonra. Neredeyse yazı tura! Petrov’un seçtiği taraf gelmişti. Şanslıydı. 

***

Sadece o değil, hepimiz şanslıydık. Siz ya da anne-babanız o günü atlattıysa bu yüzde 50’lik talihimizin tutması yüzündendi.  
Çünkü ABD o füzeleri aslında hiç atmamıştı. Amerika’yı gözleyen uydu, sonbahar ekinoksunun da etkisiyle, bulutların üstündeki güneşin yansımasını, ateşlenen füzelerle gibi algılamıştı! Güneş, bulutlar, yansıma! Bu kadar işte… Bulutlara değen ışık huzmesi dünyanın sonunu getirecekti! Aptalca bir faciadan, soğukkanlı bir adamın muazzam baskı altında verebildiği doğru karar sayesinde kurtulduk. 
Petrov’un bulutlar üzerinde oynaşan ışıkları bilmesine imkân yoktu elbette. O “Bu işte bir yanlışlık var” diye vermişti kararını. İşte sonradan Washington Post’a anlattıkları: “İnsanlar bir savaş başlatmaya karar verdiğinde bunu beş füzeyle yapmaz. Bunu düşündüm. İçimde tuhaf bir his vardı. Hata yapmak istemiyordum ve bir karar verdim. Hepsi bu.” 

Alman Spiegel dergisine ise "Biz makinelerden daha zekiyiz; sonuçta onları biz yarattık" diyecekti. 

Bu güzellik cezasız kalmadı elbette! Yarbay, o an her şeyi kayıt altına almadığı için bir soruşturmaya uğradı ve kınama cezası aldı.

***

Stanislav Yevgrafovich Petrov, bu senenin 19 Mayıs’ında, Moskova banliyösü Fryazino’da, zatürre sonucu hayata gözlerini yumdu. 77 yaşındaydı. Dünyayı gerçekten kurtaran adamdı. Bugün de o gün gibi bir füzenin onun yaşadığı topraklardan ateşlenildiğini öğrenmek beş dakika bile almıyor; o füzenin karşı tarafa isabet etmesi de hepi topu 25 dakika. Petrov’un ölüm haberiyse Batı’ya dört ayda geldi. 

1984'te, Sovyet ordusundan albay unvanıyla emekli oldu Petrov. Erken uyarı sistemini üreten enstitüde kıdemli mühendis olarak çalışmaya başladı. Karısı Raisa'nın kansere yakalanması üzerine o işi de bıraktı; evine çekildi. Raisa 1997'de öldü.

Ona ulaşmak isteyen Batılı gazeteciler, Petrov'u aksi, huysuz bir adam olarak tanıdı. Onun tek söylediği görevini yaptığıydı. (İlgilisine: Walter Cronkite, Kevin Costner ve Robert De Niro'lu, Peter Anthony imzalı yarı dökümanter yarı kurgu 'The Man Who Saved The World  - Dünyayı Kurtaran Adam', Petrov'un detaylı bir portresini çiziyor.)


*** 
O tuhaf günün üzerinden 34 yıl geçti. Ne Reagan ne Andropov kaldı ortada. Soğuk Savaş da bitti. 
Ama elimizde Donald Trump ve Kim Jong-Un bulunuyor şimdi. Dünya, güneş ışınlarının azizliği yüzünden bile mahvolabilecekken, iki çılgın devlet adamı birer nükleer cephaneliğe hükmediyor. Birbirlerini saçmasapan sözlerle kışkırtmaya çalışıyorlar. Ellerinin altında her şeyi sona erdirecek birer düğme var. 
Üstelik dünyayı kurtaran adam da yok artık.   

tek adam tek millet tek manşet

Gündüz Alman basınının seçim sonrası manşetlerine bakmıştık. Bu da bizim halimiz...
Cumhurbaşkanı bir şey diyor; sonra gelsin dokuz sütuna manşetler… Bu kadar kolay pişti olmanın arkasında sadece iki şey olabilir: Ya herkes gerçekten aynı şekilde düşünüyor ya herkes başka bir şey söylemeye korkuyor… 

gelecekler, geliyorlar, geldiler

Almanya’da parlamento seçimleri yapıldı. Merkel, oyların yüzde 33’ünü alarak seçimleri kazansa da, en kötü performansını sergiledi. Partisi CDU/CSU (Hristiyan Demokratlar) ve bir önceki meclis aritmetiğininin ‘büyük’ koalisyonunda hükümet ortağı olan Sosyal Demokratlar (SPD) yaralı çıktılar seçimden. Tartışmasız kazanan aşırı sağcılar (AfD-Almanya için Alternatif Partisi) oldu. Irkçılık hiç yükselmemesi gereken bir ülkede yükselirken, AfD üçüncü parti olarak Bundestag’a (parlamento) girdi. 

Spiegel’in seçim kapağı, başka hiçbir şeyle değil, işte bu tartışmasız galiplerle ilgileniyor. “Oradalar” diyor, Bundestag’ı kast ederek. Biraz Game of Thrones hissi veriyor kapak. Aşırı sağcılar duvarın ötesinden geliyorlar gibi! Zaten başka bir yerden de gelemezler. Irkçılıkla zombilik iyi örtüşen bir ikili. (Almanca’daki ‘wahl’ yani ‘seçim’ sözcüğü ile İngilizce’deki ‘wall’ yani ‘duvar’ sözcüğü arasında da, “Çok zorlama oldu” demezseniz bir bağlantı var gibi). 

Kısacası, “Gelcecekler, geliyorlar” denilen ‘aşırılar’ geldiler. Üstelik en çok da mülteci meselesi üzerine oynayarak geldiler. Almanya’da ‘yabancı’ meselesini kaşıyan herkes bu işin sorumlusu. Bizim siyasetçilerimiz de bu işe dahil!  

Bir de seçim sonrası Alman gazetelerin bakalım. Aşağıda örneklerini göreceksiniz. Her zamanki gibi serin, sakin ve soğukkanlılar (‘Cool’ sözcüğünün tüm karşılıklarını taşıyorlar yani). Birinci sayfaları okuyunca, tüm seçimi okuduğunu düşünüyor insan. Benim favorilerim bugün olası bir Jamaika Koalisyonu’nu anlatan manşetiyle çıkan Die Tageszeitung ile seçim sonrası grafikle harika bir sayfa yapan Süddeutsche Zeitung. 

Peki ‘Jamaika Koalisyonu’ nedir? Özetleyeyim. Sosyal Demokratlar (SPD), seçimden ciddi sıkıntıyla çıktıkları için artık koalisyon ortağı olmak da sorumluluk da istemiyorlar. Muhalefete geçiyorlar. Üçüncü parti olan aşırı sağcıların (AfD) hükümete girme şansları yol. Bu yüzden Merkel (CDU/CSU), küçük ortaklarla yoluna devam edecek gibi. Yani Liberaller (FDP) ve Yeşiller… Bu üç partinin renkleri, sırasıyla sarı, siyah ve yeşil. Jamaika bayrağının renkleri…






ursula k. le guin'in sevdiği kitaplar

İki hafta evvel, “daha sonra devam ederiz” diyerek Şerif Mardin ile Mete Tunçay’ın okuma listesine girmiştim. Bir düşününce, o zaman bile, bu liste işine halihazırda başlamış sayılırdım. Röportaj yaptığım iki yazardan, Yuval Noah Harari ve Madeleine Thien’den aldığım listeleri unutmuşum… (Harari'nin listesini burada, Thien'inkini de şu linkte bulabilirsiniz). 

Bugün de en sevdiklerimden Ursula K. Le Guin’in okuma tavsiyelerine bakalım. Le Guin bu kitapları şöyle açıklıyor: “Bu benim ‘favori kitaplar’ listem değil. Bu sadece, son zamanlarda okuduğum, yeniden okuduğum, beğendiğim ve herkese anlatmak istediğim kitapların listesi.” Aşağıda bulacaksınız (Bu listenin, dokuz sene önceden geldiğinin notunu düşeyim ama güncellikle ilgili bir sorun yaşadıklarını düşünmüyorum. İkinci bir not: Türkçe’de olanları Türkçe ismiyle verdim, YB). 

  • Görmek, Jose Saramago (Bu kitap, ‘Körlük’ün devamı. Le Guin, “Körlük’ beni dehşete düşürmüştü ama karanlıktan aydınlığa muhteşem bir şekilde çıkıyordu; ‘Görmek’ bunun tam tersi ve çok korkutucu bir kitap” diyor.)
  • Changing Ones, Will Roscoe (Amerikan’ın yerli toplumlarında ‘cinsiyet’in nasıl inşa edildiğiyle ilgili bir kitap; Le Guin’in ilgisini çekmesi tesadüf değil.) 
  • Age of Bronze - The Story of the Trojan War (İki ciltlik bir çizgiroman. ‘Harika’ olduğunu söylüyor yazar. Ben de peşine düşeceğim.)
  • Michael Chabon - The Yiddish Policemen’s Union (Müthiş bir kurgu bu. Chabon’u okuması zor ama zahmete değiyor. Bu kadar popüler bir kitabın Türkçe’ye çevrilmemiş olması da tuhaf geliyor bana.)
  • Suffer the Little Children - Donna Leon (Leon’un Venedik’te geçen polisiye eserlerinden biri; Le Guin’e göre en iyisi.) 
  • The Higher Patron of Lucky - Susan Patron (Bu bir ilk gençlik -Young Adult- kitabı)
  • Weedflower - Cynthia Kadohata (Bu da ilk gençlik romanı; ‘okuyunca unutamayacaksınız’ diyor yazar. Enteresan bir konusu var: Japon kökenli Amerikalılar’ın tümü,1942’deki Pearl Harbour’dan sonra Amerikan hükümeti tarafından çalışma kamplarına gönderilir ve olaylar gelişir.)
  • 1491-Charles Mann (Kitaba ismini veren yıla dikkat; eser, Avrupalılar gelmeden önceki Amerikalılar hakkındaki bilgimizi ve bu bilgimizi nasıl edindiğimizi anlatıyor.)
  • Etobur-Otobur İkilemi - Michael Pollan (Bu kitap sadece yiyecekler, tarlalar hakkında değil, temelinde ciddi bir kapitalizm eleştirisi; bir önceki kitabı ‘Arzunun Botaniği’ni de şiddetle öneriyor yazar.)
  • Nickel and Dimed - Barbara Ehrenreich (Ehrenreich’in üç ayrı şehirde, düşük ücretli üç işte çalışarak -garsonluk, ev temizliği ve AVM’de bir iş- yaşadıklarını anlattığı kitap. Bundan da haberim yoktu benim. Okumalı).  
  • Persepolis -  Marjane Satrapi (Yetişkinler için iyi çizgiroman -ya da grafik roman- bulmak zor, diyor Le Guin. Yukarıdaki ‘Age of Bronze’ ile birlikte Satrapi’nin hepimizin bildiği eserini türün iyi bir örneği olarak gösteriyor.)  
  • The Rabbi’s Cat - Joann Sfar (İki cilt, altı hikâye. Le Guin Sfar’ın hayal gücüne bayılmış; o bayıldıysa, muazzam demektir.)



insan bu dünyada ne kadar kaybolabilir?

Biraz gecikmeli bir post olacak ama dursun burada. Oyuncu Harry Dean Stanton 15 Eylül’de öldü. En sevdiğim filmler kare asına giren (zaman zaman ‘en sevdiğim’ de olur) ‘Paris, Texas’ın muhteşem Travis’iydi. 

İnsan bu dünyada ne kadar kaybolabilir? İşte o kadar kayboldu Travis. O kadar kaybolmayı oynayabildi Harry Dean Stanton… Hayatımızda yer etmiş büyük, güzel ve korkunç düşlerin parçası olan herkes gibi onun da üzerimizde emeği var. 

istanbul'un çirkin yılları

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş dün, neden istifa ettiğini söylemeden istifa etti. İstifa, AKP iktidarında alışık olmadığımız bir mevzu… Şaşırdık; bakalım bu sebebin ardındaki gizem perdesi aralanınca daha da şaşıracak mıyız?
Topbaş’ın istifa konuşmasından bana kalan, seçildiği 2004 yılında belediye başkanlığının kendisine partisi ve başkanı tarafından ‘tevdi’ edildiğini (verildiğini) söylemesiydi. Halk, seçim, sandık, demokrasi… Bu kelimelere başvurmadı. Halbuki onu, doğal olarak, milyonlarca İstanbullu seçmişti. Bu bir dil sürçmesi belki ama bir yandan doğru da. Erdoğan, bir zamanlar kendisinin oturduğu o koltuk için başka herhangi birini önerse, o da seçilmeyecek miydi?  
Sonuçta Topbaş, İstanbul’u 13 yıl yönettikten sonra gitti. Ben İstanbul mesaimin çoğunu onunla geçirdim. Bu şehre yaşamak için 1997’de gelmiştim. Şehri o sırada Recep Tayyip Erdoğan yönetiyordu. Erdoğan, hakkındaki hapis cezası kararının kesinleşmesi nedeniyle 1998’de görevini bırakınca, Ali Müfit Gürtuna geldi. AKP’nin kurulmasının ardından yapılan ilk yerel seçimde de (2004) Topbaş. 
Yani bugün birçok gencin tüm hayatı boyunca AKP’den başka iktidar görmemesi gibi, ben tüm İstanbul hayatım boyunca, şehrin yerel yönetiminde AKP iktidarı gördüm. En çok da Topbaş’ın iktidarını. Peki ondan ne kaldı bana? 
İktidar yanlıların ve seçilmiş yöneticilerin ikide bir dillendirdiği temizlik, su, metro gibi hizmetleri bir zahmet geçelim. Bunlar çünkü artık büyük oranda çözülmüş meseleler. Ve kabul etmek istemeseler de onların insanlığa lütfu değil, hizmetlerinin özünü oluşturuyor. Bütçe, borçlanma gibi konular da ileride daha iyi aydınlanacak (Topbaş, istifası sırasında borçsuz bir belediye bırakmakla övünüyordu, kazın ayağı öyle değil gibi görünüyor). 
Ben, isminin önünde ‘yüksek mimar’ unvanını taşıyan Kadir Topbaş’ın şehre bıraktığı estetik mirasa bakıyorum. 
Daha onlarca şey var ama bende en çok iz bırakan (olumlu anlamda değil) üç eseri sayayım: 
Haliç Metro Köprüsü…
Kabataş Martısı…
Yeni vapurlar… Ah o yeni vapurlar…  
Hâlâ her gördüğümde yolumu değiştirmeye çalıştığım, deniz motoruna yöneldiğim, vaktim varsa sonraki vapuru beklediğim, estetik fukarası yeni vapurlar… İşlevsel olduğu söylenen ama dünyanın en güzel en estetik geleneklerinden birini yıkmaktan başka bir işlevi olmayan yeni vapurlar. 
Sadece Kadir Topbaş iktidarının değil, tüm AKP iktidarının özeti gibi gördüğüm yeni vapurlar… 
Hoşuma gitmeyen bir özet… Aslan payı “Bir durağın bile yeri değişecek olsa, halka soracağım” diyen bir başkanın, Kadir Topbaş’ın döneminde yer alan bir özet… Benim İstanbul’da yaşadığım yıllar, İstanbul’un estetik açıdan en çirkin, tarihe, kültüre, şehrin dokusuna sahip çıkma açısından belki de en aciz yıllarıydı. Sadece İstiklal Caddesi’nin dönüşümüne, Taksim Meydanı’nın son haline, traşlanan Kuzey Ormanları’na, en önemlisi Gezi günlerinde izlenen politikaya bakarak da bunu görebiliriz. 
13 yıl içinde iyi şeyler de yapmıştır muhakkak; dün giden Topbaş elbette bu çirkinliğin tek müsebbibi değildi. İstanbul’un bugünkü estetik düşüklüğünün üzerinde tüm iktidarın sorumluluğu vardır. Sonuçta Topbaş’ın da söylediği gibi, bu iş ona, ‘tevdi’ edilmişti. 

dağlarına nazi gelmiş memleketimin

Siyah bir adamdan yumruk yiyen bir Amerikan Nazi hakkında bir tweet var. Kısacık, beş-on saniyelik bir videoyu içeriyor: Adam küstah küstah konuşurken tam çenesine alıyor darbeyi; sonra yerde kıvranıyor. İnternette tüm dünyayı dolaşmıştır bu görüntü. Haber de oldu. Olaylar Seattle’da geçiyor. 

Ben videoyu ilk defa ekşisözlük'te gördüm; sonra da altındaki onlarca yorumu okumaya giriştim (Gazetelerin internet sayfalarında, Twitter’da, Facebook’da yorum okumak bende alışkanlığa dönüşmeye başladı; çok da rahatsızım bundan, siz yapmayın). Forumlar, tweet'ler derken, oradan oraya sıçradım... 

Mesele şu: Gördüklerimin bir kısmı, tweet’teki küstah Nazi’den daha karanlık… Faşisti, ırkçısı bu memleketten eksik olmamıştı hiç ama Naziler? 

Hiçbir şey bir günde olmuyor elbette. Hitler’in ‘Kavgam’ı bir dönem Türkiye’de peynir ekmek gibi satıyordu. Demek ki bu kitaplar, raflarda süs diye durmamış, okuyanı varmış gerçekten. Şimdi yazıyorlar da… Kendilerini anlatıyorlar. İnternet forumlarında, ekşisözlük’te,Twitter’da… 

Siyahlara kötü muameleyi reva gören de var içlerinde, Hitler’in Nazizminin yanlış yorumlandığını söyleyen de… Sorunun solcularda olduğunu anlatanlar, Naziler hakkında bugüne dek anlatılanların tamamen yalan olduğunu iddia edenler… 

Niye Hitlerci bu insanlar? Niye ırkçılığın kendilerine uzak (en azından coğrafi ve tarihsel olarak uzak) bir formunu benimsemek için böylesi gönüllüler? Bugüne kadar gördükleri, okudukları azıcık da mı sızlatmadı mı kalplerini; bunca şeye nasıl ‘yalan’ ya da ‘fabrikasyon’ diyebilirler? Aklım almıyor. Sadece troll olamazlar. 

Nazizm yükselişteyken bıyıklarını Naziler gibi kesenler vardı bu ülkede… Bıyıksız oldukları için belki, torunlarını fark etmiyoruz. 

Bu arada, yumruğun öncesi ve sonrasının hikâyesi de varmış. Şurada görebilirsiniz. O kadar enteresan ki, üzerinde daha fazla konuşmak gerekiyor. 

Fotoğraf, Auschwitz toplama kampından.


umberto eco'nun kitaplığında



Umberto Eco'nun okuma önerilerine geçmeden evvel, kitaplığına ısınalım. YouTube'da yorum bırakan biri 'Borges'in rüyası bu' demiş. İyi demiş...

umutsuzların hatırı


“Sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir”
Walter Benjamin



ay sarayında