umberto eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
umberto eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

yaşlılar için bir tasfiye listesi

Kuzey İtalyalı Umberto Eco acaba sonuncusu kendi ülkesini fena vuran salgınlar hakkında bir şeyler yazmış mıdır diye bakınırken beklemediğim türde bir yazısına rastladım. 

Daha önce okumuştum ama çok da ilgilenmeden geçmişim. Bir kehanet yazısı bu. Eco, 2011’in ilk günlerinde, “geleceğe dair öngürülere ait yadsınamaz verilerle ilgili, belki birazcık da abartarak, neden genellemeler yaparak eğlenmeyelim” demiş ve gençlerle-yaşlıların birbirleriyle ‘ölümüne’ çekişeceği bir geleceğe dair yazmış.

Anlatırken sözünü sakınmadığı, muhtemelen yazarken de kıs kıs güldüğü bir distopya… Gençlerle yaşlılar savaşsa kim kazanır?

Her iyi distopya gibi bugünkü hayattan fena halde izler taşıyor. 
Eco’yu dinleyelim:  

“ (…) En azından bizim ülkemizde (bununla sınırlı kalalım) yaşlı nüfus, genç nüfusu aşmış durumda. Bir zamanlar altmışlı yaşlarda ölünürken artık yaşam doksanlı yaşlara uzadı. Bu da otuz yıl daha fazla emeklilik anlamına geliyor. Bilindiği üzere bu emeklilik maaşlarını ödemek de gençlere düşüyor. Ama bu kadar fazla sayıda işgalci ve yaşama tutunmuş yaşlı insan varken birçok resmi ya da özel kuruluşun dümeninde de onlar yer almakta (en azından melekelerini yitirene kadar). Dolayısıyla gençlere çalışacak iş kalmıyor ve emeklilik maaşlarını ödemek için üretim yapılamıyor. 

Bu durumda ülke, davetkâr vergiler aracılığıyla piyasalara kimi zorunluluklar getirse bile, dış yatırımcılar güven duymayacak ve emeklilik maaşları için gereken kaynak bulunmayacak. Öte yandan da iş bulamayan gençlerin babaları ya da emekli akrabaları tarafından finanse edileceği hesaba katılmalı. Kısacası tam bir trajedi.  

İlk akla gelen çözüm en bariz olanı. Gençler varisleri bulunmayan yaşlılar için bir tasfiye listesi hazırlamak zorunda kalacaklar. Ama bu da yeterli gelmeyeceğinden ve koruma içgüdüsü nedeniyle, bu gençler varisleri olan yakın akrabalarını da, yani kendi ana babalarını da o listelere dahil etmek durumundalar. Çok zor olsa bir kere alışılınca kolaylaşır. Altmış yaşında mısın? Hiçbirimiz ölümsüz değiliz babacığım, güle güle dedeciğim, diyen torunlarınla birlikte hepimiz seni tasfiye kampına yapacağın son yolculuğuna uğurlamaya geliriz. Yaşlılar başkaldırırsa da, ispiyoncular eşliğinde yaşlı avı başlar. Yahudilerin başına geldiyse yaşlıların başına neden gelmesin ki? 

Ama acaba henüz emekli olmamış, hâlâ idari görevlerdeki yaşlılar bu tür bir kadere rıza gösterecek mi? En azından dünyaya muhtemel tasfiyeciler yetiştirmemek için çocuk yapmayacaklardır. Dolayısıyla da genç nüfus sayısı iyice azalacak. Ve en sonunda da sanayinin çeşit çeşit mücadeleye alışkın bu yaşlı kaptanları (ya da şövalyeleri) belki de yüreklerine taş basarak çocuklarını ve torunlarını ortadan kaldırma kararı verecekler. Tabii ki, hâlâ geleneksel ailevi ve vatani değerlere bağlı bir nesil olacaklarından, vârislerinin kendilerine yapacağı gibi temerküz kamplarına yollayarak değil de, bilindiği gibi yaşı en geç olanların yollandığı ve fütüristlerin tabiriyle dünya temizliği için tek yöntem sayılan savaşlar çıkaracaklar. 

Böylelikle genç nüfustan yoksun, şehitler için anıtlar dikmeye ve vatan için bonkörce yaşamından feragat edenleri anlamaya niyetli süslü ve gürbüz yaşlılarla dolu bir ülkeye sahip olacağız. İyi de emekli maaşlarını ödemek için kim çalışacak? Tabii ki İtalyan vatandaşlığını kapmak için her şeyi yapmaya amade, düşük ücretle çalışmaya gönüllü, eski ticari yasalar çerçevesinde taze işgücüne yer açmak için ellili yaşlarda ölmeye aday mülteciler. 

Bu sayede iki nesil sonra ‘bronzlaşmış’ tene sahip milyonlarca İtalyan, doksanlıkların oluşturduğu, artık yalnızca renkli tene sahip, TV’de reklamı yapılan çamaşır suyuyla kafayı bulan zombilerin işgal ettiği kentlerin kargaşasından uzak, nehir ve deniz kıyısındaki kolonyal tarz malikânelerinde viski ve soda yudumlayan, kırmızı burunlu beyaz ırktan bir seçkinler sınıfının ve namlı gözdelerin (dantelli ve tüllü kadınlar) refahını garantileyecek.” 

Pape Satàn Aleppe - Budalalıktan Deliliğe (Kırmızı Kedi Yayınları, Çev: Feza Özemre)


bugünleri en iyi kim anlatır?

Salgın sonrası, insanların içinden salgın hakkında okumak, izlemek gelip gelmeyeceğini sormuştum. İki önceki postta

Düşündüm de, ben özellikle bir kişinin yazdıklarını okumayı çok isterdim. Maalesef mümkün değil. 

Yaşasaydı, Umberto Eco ne yazardı acaba?

Kuzey İtalya’da Alessandria doğumlu, hayatının çoğunu Milano’da yaşamış Eco, sevgili şehirlerini kasıp kavuran salgın hakkında ne derdi? Ortaçağ’ın vebasıyla, kendi romanlarının fonuyla, bugünü nasıl karşılaştırırdı? Dünyayı salgından da hızlı saran aptallığı nasıl yorumlardı? Tam da onun konuları. 

Ama yaşıyor olsaydı, Milano’da bir hastanede solunum cihazına bağlı yatıyor da olabilirdi. 

Eskileri okumakla yetineceğiz artık (Aslında okumaya başladım Eco’yu, bir iki enteresan notunu da buldum; belki yazarım buraya da).  

*
Hızımı almışken, iki isim daha sayayım. Bu konunun David Mitchell’ın zihninde nasıl dolaştığını çok merak ediyorum (Kemik Saatler’in sonunda benzer bir atmosfer var). 

Bir de Latife Tekin’i merak ediyorum. Böyle bir salgını yoksulu vurduğu yerden, en zor yerinden, en iyi o yazar.

Belki o da aklında evirip çeviriyordur.

*
Siz kimi sayarsınız?

kitaplardan ne zaman kurtulacağız?

Dünyanın en çileli işlerinden biri: Kitapları başka bir eve taşımak. Ya da kitaplarla taşınmak. 

Koli bul, kitapları tasnif et, koli doldur… 
Koli aç, kitapları tasnif et, kitaplığa yeniden yerleştir…

Eh, en ağır yük zaten hep kitap kolisidir; beynim bunu nedense hâlâ öğrenemedi ama belim, sırtım, kollarım çok iyi biliyor. 

Sonuncu taşınmada, bu yüke ilk defa isyan ettim. Belki aynı sokakta başka bir eve taşındığımızdan… Kısa mesafeye yolcu götürmek istemeyen taksici gibiydim. Sonuçta deniz aşırı gitsen de 100 metre öteye taşınsan da hesap değişmiyor. Emek aynı. 

İlgi bekleyen yüzlerce kitap… Elbette hepsine ihtiyacım yok. Hatta çoğuna ihtiyacım yok. Bazılarının kapaklarını bile kaldırmış sayılmam. Peki neden onlardan kurtulamıyorum?  

Ne diyeyim, birçoğunun anısı var. Bazı kokular, şarkılar, görüntüler gibi; birer zaman makinesi onlar. Sizi zahmetsizce hayatınızın belli bir dönemine götürüyorlar. Sırf varlıkları, orada olmaları buna yetiyor. Bir de kapağını kaldırıp yeniden okumaya başladığınızda, sizi götürdükleri zamanı büküyorlar, esnetiyorlar, genişletiyorlar; şimdiyi, şimdiki sizi de içine alıveriyorlar. 

Eh, bazılarının kapakları güzel.
Bir kısmı imzalı; istesen de atamazsın. 
Kimisi de her daim danışılmak için bekliyor.
İyi kötü bir işleve sahipler yani.  

Twitter’da da yazdım; Umberto Eco’nun bir parçası olduğu bir söyleşi kitabı vardır, ismi ‘Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’.* Kurtulmayalım tamam da çok ağırlar, onu ne yapacağız? 

Birkaç gün sonra kitaplarımı yeniden kitaplığa dizerken (ve sinirlerim biraz daha gevşemişken) raftan aldım da o kitabı okumaya başladım. 

Bakın ne diyor Eco: “Söylemiştim, [kitaplar] tek kişilik bir günahtır. Esrarengiz sebeplerden dolayı bir kitaba duyabileceğimiz bağlılığın, onun değeriyle hiçbir ilgisi yoktur. Çok bağlı olduğum kitaplar var ama ticari değerleri pek büyük değil.”

Kitapta, Eco ile karşılıklı söyleşen Fransız yazar Jean-Claude Carrière’in cümleleri de çok güzel: 

“Suçumuzu haklı göstermek için şunu söyleyeyim: Orijinal kitapla neredeyse bir insan gibi ilişki kurabilirsiniz. Bir kütüphane, bir arkadaş toplululuğu, yaşayan arkadaşlardan, bireylerden oluşan bir grup gibidir. Kendinizi biraz yalnız, biraz çökmüş hissettiğinizde, onlara başvurabilirsiniz. Oradadırlar. Hem arada sırada kazı çalışmaları yapar, orada olduğunu unuttuğum gizli şeyleri keşfederim.”

Bu kadarı beni -yeniden- ikna etmeye yeter. İnsan arkadaşını sokağa atar mı? Hem ev içinde, dolu dolu bir kitaplıktan daha iç açıcı bir görüntü var mıdır? Hayır, kitaplardan kurtulmaya niyetim yok.


*Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Umberto Eco, J.-C. Carrière, Can Yayınları, Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe de Tonnac, Çeviri: Sosi Dolanoğlu 


radyo dinleyenler, poker masası ve kafası dolu bir kadın

1.
Umberto Eco’dan okudum; ilk zamanlarında radyo tiyatrolarının karanlıkta oturarak dinlenmesi tavsiye edilirmiş. 

2.
Yeni nonfiction kitabı için poker öğrenen Maria Konnikova, 200 bin dolar kazanmış masada. Harikulade bir çaba. Amerikalı nonfiction yazarlarının işini fazla ciddiye aldıklarının da göstergesi. Amerikalı yazar Joshua Foer de (kendisi Jonathan Safran Foer’in kardeşidir) hafıza teknikleri üzerine yazdığı ‘Moonwalking with Einstein’a hazırlanırken, eski şampiyonlardan işin tekniklerini ve inceliklerini öğrenmiş, sonra da kendisi şampiyon olmuştu.

3.
Dino’yla kaldırımda bisiklet sürerken, yanımızdan başının üstünde ağzına kadar dolu, siyah bir çöp torbasıyla bir kadın geçti. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi. Elleri de boştu üstelik.  

4.
Gece gece, hiç hesapta yokken ‘Tomboy’ diye bir film izleyip bitirdim. 2011. Céline Sciamma. Usuldan akıyor, hikâyesini sündürmeden anlatıyor, ders vermeye kalkmıyor. Çocuk oyuncuları (şimdi ne yapıyorlardır acaba) kendi naifliklerini katmayı becererek oynamış. ‘Sciamma’nın, filmin her yerine homojen dağıttığı bir üslubu var. Akmadan kokmadan götürüyor filmi. Düşününce, bu özellik o kadar çok işte eksik ki. 

PS: Fotoğraf 'Tomboy'dan. Jeanne Disson ve Zoé Héran


umberto eco'nun kitaplığında



Umberto Eco'nun okuma önerilerine geçmeden evvel, kitaplığına ısınalım. YouTube'da yorum bırakan biri 'Borges'in rüyası bu' demiş. İyi demiş...

başkalarının hayatları

Murat Gülsoy’un yeni romanı Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’ten önceki postlardan birinde bahsetmiştim (şurada). Bugün yayımlanan Hürriyet Cumartesi için Gülsoy'la bir mini röportaj da yaptık (şurada okuyabilirsiniz). 

Başkasının zihnine girmenin, orada yaşamanın mümkün olup olmadığını konuştuk (mümkün değil elbette ama ne muhteşem olurdu).

Kimsenin bana sorduğu yok ama fırsat olsa zihnine girip birkaç gün kalmak istediğim bir iki insan var; ben de onları not düşeyim. 

Daniel Pennac: Dünyanın en tatlı ailesinin, Malaussène’lerin maceralarını artık yazmıyor Pennac. Aile, yazarın zihninin bir yerinde yaşamaya devam ediyordur muhtemelen. Hem Pennac’ın eserlerindeki teklifsiz, dolaysız hümanizmin nereden ilham aldığını da görmüş olurdum (Tesadüf, daha önceki Murat Gülsoy postunda da yine Pennac geçmişti). 

Lawrence Block: Aynı sebepten… Bernie Rhodenbarr’ın yeni maceralarını okumak için Block’un zihnine girerdim (diyecektim tam, biraz karıştırdım emin olmak için ve voilà! Bir Rhodenbarr polisiyesi daha çıkmış ya 2013’te… ‘The Burglar Who Counted the Spoons’. İlaç gibi geldi. Block’u tanımayanlara, tanısa da ‘Hırsız’ serisini okumayanlara ‘Mondrian Gibi Resim Yapan Hırsız’ı özellikle öneririm. 

Bu arada, Oğlak Yayınları basmaz mı acaba bu yeni ‘Hırsız’ı?

Bir de Umberto Eco’nun zihninde dolaşmak isterdim… Bütün o manastırları, mezarlıkları, adaları, ormanları, müzeleri, binaları, vadileri, ovaları, kentleri, köyleri, koridorları, mahzenleri, kuyuları, kütüphaneleri, karargâhları, postaneleri, katedralleri, şapelleri, sinagogları, yani aklıma gelen gelmeyen her yeri Eco’nun zihninde yaşattığı, keyfimce bir daha görmek isterdim. Artık mümkün değil. 

Kitap okuyoruz işte bu yüzden. 

sen her zaman doğruyu söylersin bana

(...) 

Beni Lia kurtardı, en azından bir süre için. 
Piemonte yolculuğuyla ilgili her şeyi (ya da hemen hemen her şeyi) anlattım ona. Her akşam, çapraz göndermeli dosyama eklenecek bilgilerle dönüyordum eve. “Yesene” diyordu Lia, “iğne ipliğe döndün.” Bir akşam, yazı masasının yanına oturdu, gözlerimin içine doğruca bakabilmek için alnına düşen perçemlerini ortadan ayırdı, ellerini tıpkı bir ev kadını gibi kucağına koydu. Onun hiç böyle oturduğunu görmemiştim: bacakları yana ayrık, eteği dizleri arasında gerilmiş. Hiç de zarif bir duruş değil, diye düşündüm. Ama sonra yüzünü gördüm; yüzüne bir parlaklık gelmiş, bir pembelik yayılmış gibi göründü bana. Onu -nedenini henüz bilmiyordum- saygıyla dinledim. 
“Bum,” dedi, “şu Manizio işini ele alış biçimin hiç hoşuma gitmiyor. Önce denizkabukları toplar gibi topluyordun olguları. Şimdiyse loto sayıları işaretliyorsun sanki.”
“Bu Şeytancıları beni gittikçe daha çok eğlendiriyor, hepsi bu.”
“Eğlenmiyorsun, tutku haline getiriyorsun onları; başka bir şey bu. Dikkat et, hastalanırsın sonra.”

(…) 
Eliyle karnına, kalçalarına, alnına vurdu. Böyle, bacakları yana ayrık, eteği gerilmiş otururken, karşıdan bakıldığında -öylesine ince, öylesine kıvrak Lia- sağlam, sağlıklı bir sütanneye benziyordu; dingin bir bilgelik onu aydınlatıyor, anaerkil bir yetke veriyordu ona. 

“Bum, ilk örnekler diye bir şey yoktur; beden vardır. Karnın içi güzeldir, çünkü bebek büyür orada, çünkü senin kuşun sevinçler içinde içeri dalar, tadı güzel besin aşağı iner; işte bunun için, mağara da, girinti çıkıntılar da, kanal da, yeraltı da güzeldir, önemlidir; hatta bizim o güzelim barsaklarımızın imgesine göre yapılmış olan labirent de. Biri önemli bir şey icat etmek istediği zaman, oradan getirmek zorundadır onu; çünkü sen de oradan geldin, doğduğun gün. Üretkenlik bir kovuğun içindedir her zaman; orada önce bir şey çürür, sonra karşında bir küçük Çinli, bir hurma, bir baobab beliriverir. Ama yukarısı, her zaman aşağıdan daha iyidir; çünkü başaşağı durursan kan başına sıçrar; çünkü ayaklar kokar, saçlarsa daha az kokar; çünkü bir ağaca çıkıp meyve toplamak, sonunda yeraltına girip kurtlara yem olmaktan daha iyidir; çünkü yukarıdaki bir şeye çarptığında çok seyrek olarak incitirsin bir yerini (bunun için tavanarasında olman gerekir), oysa düşünce genellikle bir yerini incitirsin. İşte bu nedenle, yukarısı meleklere, aşağısı şeytana özgüdür. Ama az önce karnım hakkında söylediklerim de doğru olduğundan, bunların ikisi de doğrudur; bir anlamda aşağısıyla içerisi güzeldir; bir başka anlamda da yukarısı ile dışarısı. Hem bütün bunların Merkür’ün ruhu ya da evrensel çelişkiyle hiçbir ilişiği yok. Ateş insanı ısıtır, soğukta bronşit olursun, hele dört bin önce yaşamış bir bilginsen. Bu yüzden de ateşin gizemli özellikleri vardır, tavuk kızartmanın yanısıra. Ama soğuk aynı tavuğu bozulmaktan korur, ateşe dokunursan kocaman bir kabarcık olur elinde; bunun için bilgelik gibi binlerce yıldır saklanmış bir şeyi düşünürsen, yüksek bir dağın üstünde (yüksekliğin iyi bir şey olduğunu biliyoruz) ama aynı zamanda bir mağaranın içinde (bu da iyi bir şeydir), Tibet’teki karların sonsuz soğukluğunda (en iyisi de budur) düşünmelisin. Sonra da bilgeliğin neden İsviçre Alpleri’nden değil de doğudan geldiğini bilmek istersen, bunun da nedeni şu: Atalarının bedenleri sabahları uyandığında ortalık hâlâ karanlıksa doğuya bakıyordu, güneş çıksın, yağmur yağmasın diye umarak. Anlaşıldı mı?”

“Evet, anneciğim.”

“Elbette, yavrum. Güneş iyidir, çünkü bedenimize yararlıdır; akıllı olduğu için her sabah yeniden çıkar. Demek ki geri dönen her şey iyidir; geçip giden, bir daha da görünmeyen şey iyi değildir. İnsanın geçtiği yere, aynı yoldan geçmeksizin geri dönmesinin en kolay yolu bir daire çizerek yürümektir. Halka biçiminde kıvrılabilen biricik hayvan yılandır, yılanlarla ilgili birçok tapımlarla söylencelerin varlık nedeni de budur; çünkü güneşin geri dönüşünü göstermek için bir suaygırını halka şeklinde kıvıramazsın. Öte yandan, güneşi çağırmak için bir tören yapmak gerekirse, en iyisi bir daire çizerek devinmektir; çünkü düz bir çizgi üzerinde yürürsen evinden uzaklaşırsın, bu yüzden de törenin çok kısa kesilmesi gerekir. Bir kuttören için en uygun biçim dairedir; panayırda ateş yutan hokkabazlar da bilir bunu, çünkü daire biçiminde sıralanınca, herkes ortada kimin durduğunu görebilir; oysa bütün bir kabile bir manga asker gibi düz bir çizgi üstünde sıralanırsa uzakta kalanlar onu göremezler; işte bu nedenle, daire, dönemsel devinim, dairesel dönüş, her tapımda kuttörenin temel öğelerini oluşturur.”

“Evet, anneciğim.”

“Elbette yavrum. Şimdi, yazarlarınızın çok hoşuna giden büyüsel sayılara gelelim. Sen birsin, iki değil, şeyin de birdir, benim şeyim de birdir, bir burnumuz, bir yüreğimiz var; görüyorsun ne çok olumlu şey bir tane. Ama iki gözümüz, iki kulağımız, iki burun deliğimiz var; benim memelerim, senin taşakların, bacaklarımız, kollarımız, kabalarımız hep iki. Üçe gelince, bütün sayıların en büyüselidir üç; çünkü bedenimiz bu sayıyı bilmez, hiçbir şeyimiz üç değil, hem sonra nerede yaşarsak yaşayalım, Tanrı’ya verdiğimiz en gizemli sayı olmalı bu. Şimdi düşünelim: senin şeyin bir tane, -sus şimdi, şakayı bırak- bu iki şeyi bir araya getirirsek yeni bir şey ortaya çıkar; böylece üç oluruz. Yeryüzündeki bütün kültürlerin üçlü yapıları, üçlemeleri olduğunu bilmek için ille de üniversite profesörü olmak gerekmez. Ama dinler bilgisayar kullanmıyorlardı bunun için. O insanların tümü de, senin benim gibi insanlardı; gerektiği gibi çiftleşiyorlardı. Üçlemelerin hiçbiri bir gizem değildir; bizim yaptığımızı, onların bir zamanlar yaptıklarını anlatırlar. Ama iki kol, iki bacak daha dört eder; bu yüzden dört de güzel bir sayıdır; hele hayvanların dört ayağı olduğunu, bebeklerin dört ayak üstünde emeklediklerini düşünürsen; Sfenks’in de bildiği gibi. Beş sayısından söz etmemize gerek yok; bir elde beş parmak vardır, iki elin parmaklarını toplarsan bir başka kutsal sayıyı, on sayısını elde edersin. Hatta On Emir bile zorunluydu; çünkü on iki emir olsaydı, parmaklarıyla, bir, iki, üç, diye sayan papaz, sıra son iki emre gelince, kilisenin kutsal eşya bekçisinin elini ödünç almak zorunda kalacaktı. Şimdi, bedenimizi al, gövdeden çıkan her şeyi say: kollar, bacaklar, baş, penis, toplam altı eder, kadınlarda ise yedi; bu yüzden de bana öyle geliyor ki, şu sizin yazarlarınız arasında altı sayısı hiçbir zaman ciddiye alınmaz, üçün iki katı olması dışında. Yalnızca erkekler için geçerlidir bu; çünkü hiç yedileri yoktur onların. Bu yüzden erkekler yönetirken, yediyi kutsal sayı olarak görmeyi yeğ tutarlar; kadınların memelerini unuturlar, ama çaresiz, katlanacağız. Sekize gelince -sekiz… sekiz… dur, bir dakika, kollarla bacakları birer değil, ikişer sayarsak, dirseklerle dizleri de ekleyince, sekiz oynak organımız olur. Bu sekize gövdemizi de eklersen dokuz eder, başı da sayarsan on. Yalnızca bedenimizi alırsan, istediğin sayıyı elde edebilirsin; delikleri düşün, örneğin.”
“Delikler mi?”
“Evet, bedenimizde kaç delik var?”
“Bilmem” saymaya başladım. “Gözler, burun delikleri, kulaklar, ağız, popo: sekiz.”
“Görüyorsun, değil mi? Sekiz sayısının güzel bir sayı olmasının bir nedeni de bu. Ama benimkiler dokuz! Bu dokuzuncuyla da seni dünyaya getiriyorum, işte bu yüzden, dokuz sekizden daha kutsaldır! Bundan sonraki sayıları da açıklamamı ister misin? Ya da şu senin yazarların sözünü edip durdukları senin şu menhiri inceleyelim istersen. Gündüz ayakta, gece yataktadır; şeyin de öyle; geceleri ne yaptığını söylemene gerek yok; dikleşince çalışır, uzanınca da dinlenir. Demek ki dikey durum yaşamdır, güneşi gösterir. Dikili taşlar da ağaçlar gibi dik durur; oysa yatay durumla, gece uykudur, ölümdür. Bütün kültürler anıtlara, piramitlere, sütunlara taparlar, balkonların ya da parmaklıkların önünde kimse eğilmez. Sen hiç kutsal parmaklık diye bir arkaik tapımdan söz edildiğini işittin mi? Görüyor musun? Hem insanın bedeni de elverişsizdir buna; dikey bir taşa taparsan, insanların tümü de görürler onu. Oysa yatay bir şeye tapacak olursan, yalnızca ön sıradakiler görebilirler onu; ben de, ben de diye  birbirlerini itip kakarlar; bu da büyüsel bir tören için hiç de güzel bir görünüm değildir…” 
“Peki ya ırmaklar…”
“Irmaklara yatay oldukları için değil, içlerinde su olduğu için tapınılır; suyla beden arasındaki ilişkiyi anlatmama gerek yok sanırım… Her neyse, böyle yaratılmışız bir kere. Bu nedenle, birbirimizden milyonlarca kilometre uzakta da olsak, hepimiz aynı simgeleri geliştiririz. Bu simgelerin hepsi de zorunlu olarak birbirine benzer. Bu yüzler, kafalarının içinde beyin diye bir şey olan insanlar, bir simyacının fırınını görünce, her yanı kapalı, içi sıcak olduğundan, çocuğu üreten ananın karnını düşünürler. Karnında bebek İsa’yı taşıyan Madonna’yı görünce, bunun simyacının fırınını anıştırdığını düşünenler yalnızca senin Şeytancılar’ındır. Bir iletim yolu arayarak binlerce yıl geçirdiler; oysa her şey apaçık ortadaydı; aynaya bakmaları yeterliydi.”

“Sen her zaman doğruyu söylersin bana. Benim aynadaki Ben’im sensin; Sen’in gözünle görülen, benim Kendi’msin. Bedenin bütün gizli ilk örneklerini ortaya çıkarmak istiyorum. Birbirimize en yakın olduğumuz anları belirtmek için ‘örnekleri oluşturmak’ deyimini ilk kez o gece kullandık. 

Tam uykuya dalarken, Lia omuzuma dokundu. “Unutuyordum,” dedi. “Gebeyim.”

Foucault Sarkacı, Umberto Eco, Can Yayınları (Çeviren: Şadan Karadeniz)

babalarımızın boş zamanlarında

İnsan her zaman yanlış bir burç altında doğar; dünyada onurlu bir biçimde kalmaksa, kendi yıldız falını gün gün düzeltmek anlamına gelir. 

Babalarımızın bizi eğitme kaygısı duymadıkları boş zamanlarında bize öğrettikleri neyse, o olduğumuza inanıyorum. Bilgi kırıntılarıyla oluşur insan. On yaşındaydım; annemle babamın beni yazın başyapıtlarını fotoroman biçiminde yayımlayan bir haftalık dergiye abone etmelerini istiyordum. Cimrilikten değil, belki de çizgi romanlardan kuşku duyduğundan, babam yan çizme eğilimindeydi. “Bu derginin amacı,” diye karşı çıkmıştım, dizininin simgesini alıntılayarak, -kurnaz, kandırmasını bilen bir çocuktum çünkü- “eğlendirerek eğitmektir.” Babam, gözlerini gazetesinden kaldırmaksızın, şöyle demişti: “Senin derginin amacı, bütün dergilerin amacıdır, yani olabildiğince çok satmak.”

Kuşkucu olmaya o gün başladım. Kolay inanır olduğum, kendimi zihinsel bir tutkuya kaptırdığım için pişmanlık duydum. Kolay inanırlık böyledir. 

Umberto Eco, Foucault Sarkacı (Çev. Şadan Karadeniz)

Resim 'kuşkusuz' Caravaggio'nun. 

dünyanın en edebi ülkesi

Belki hayalleri süsleyen o tropik ada değil… Azgın dalgaları aşıp ulaşması zor. Üzerinde hiçbir şey yetişmiyor. Su yok. Korsanların sakladığı efsanevi hazineler yok. Hiçbir şey yok… Pardon var, orada bir tek deniz kuşlarının dışkılarını bulabilirsiniz. O da işinize yaramaz. Tabii patlayıcı madde imal etmiyorsanız veya “Tarlamda sadece 19. yüzyıl gübrelerini kullanırım” diyen bir çiftçi değilseniz.  

Ama sonuçta bir ada. Hem de ada gibi ada. Karayipler’de (resmi olarak adalar ülkesi Antigua ve Barbuda’nın bir parçası) yer alıyor. Kristof Kolomb bile buraya uğramış. Ve hiç oyalanmamış! Ama 1865’te yolu oraya düşen bir tüccar, bu gariban adanın kıymetini bilmiş ve onu sekiz kızdan sonra doğan ilk oğluna hediye etmiş (Efsaneye göre, zamanının İngiltere Kraliçesi Viktorya’ya da “Ben burada krallık ilan edebilir miyim” diye sormuş, o da “Bana isyan etme de ne yaparsan yap” diye cevap vermiş).

Yani tüccarın 1865’te dünyaya gelen oğlu Matthew Shiel, doğrudan tahta doğdu. Sonra da gidip hiç görmediği ülkesinin düşünü kura kura (ve de kendiyle dalga geçe geçe) bir fantastik bilimkurgu yazarı oldu. Ölene dek, tam 67 yıl boyunca hayali dalgalardan oluşan tahtında oturdu. Ve sonunda tacı devretti. 

Peki ama kime? İşte burası hikâyenin gerçek bir edebiyat adamına yakışan noktası. Taç, onu kibarca isteyen herkese gidebilir! Peki onu kim istiyor? 


Kim istemiyor ki? An itibariyle, tartışmalara açık da olsa, ünlü İspanyol yazar Javier Marias tahtın sahibi. Marias’ın unvan verdiği soyluları da sayalım ki dünyanın bu en entelektüel ülkesi sahipsiz sanılmasın. Listenin bir kısmı şöyle: Pedro Almodovar, Francis Ford Coppola, Alice Munro, Umberto Eco, J.M. Coetzee, Frank Gehry, Ray Bradbury, Philip Pullman, Eric Rohmer… Gel de bu ülkeye vatandaş olma!

***

Bu post, GQ Türkiye'nin Haziran 2015 sayısı için mikroülkeler üzerine yazdığım, 'Pasifik'e Doğru Ülkemi Göreceksin Sakın Şaşırma' başlıklı yazıdan. Üstteki fotoğraftaki 'Kral Javier Marias'.




umberto eco gazetecilere karşı



Kuru varsayımlar için, Umberto Eco'nun şapkasında her zaman bir tavşan vardır. Kitap ölüp gidecek diyenlere, hayır ölüp gidecek olan sizsiniz, kitaplar kalacak, diye saydırmıştı (tabii kibarca.) Guardian'a verdiği son röportajdaysa "basit ve az yazın"cıları şöyle kalaylıyor:

"Basit şeyler isteyenler sadece gazeteci ve yayımcılardır. İnsanlar basit şeylerden bıktı. Kendilerine meydan okunsun istiyorlar."

Koca gazeteleri metro gazetesine çevirmeye gerek yok yani. Yazı, okurunu her zaman bulur. Yok birader, o günler geçti, demek de bir tercih tabii. Ama adamın kitapları ortada. "En basit yazdığım en az satanıydı" diyen de Eco. Hangisi olduğunu röportajdan çıkartırsınız artık.

Eco'nun röportajının tamamı için: Guardian

Foto: Mark Larson / Some rights reserved


umberto'nun kâğıttan dürbünü


İki sayı önce yüklü bir kitap dosyası yayımladık. Bu senenin olmazsa olmaz kitapları, matbaaya karşı e-reader, Salinger, Eco, Sait Faik vs... Ama en önemlisi, 40 yaşın altında en iyi 20 yazar dosyası vardı dergide. Zor dosyaydı, zor seçki oldu... Genelde olumlu tepkiler aldı.

En sevdiğim, bir okurun dergiyi okuduktan sonra kitapçıya koştuğunu söylemeseydi. Yeni yazarlarla tanışmak için. Yine de daha iyisini yapabilmeliyiz.

Bir de dergiyi şu fotoğraftaki gibi basabilsek.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...