koyu kahve şarkıları



Bisikletle sokaklarda turluyorum. Bazen ergen gibi. Kulağımda White Stripes’ın ilk albümü. Bu (şimdi eski olan) ikiliyi çok seviyorum. Hafiften ham denecek kadar sade, hatta çiğ, katır kutur bir müzik yapmışlar. Koyu, ağır bir fincan kahve gibi. Farklı sebeplerden koyu kahveye benzettiğim müzikler arasında onlar da var yani. 

Başka kim? Mesela Tom Waits. 

Mesela Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’da Mazhar Alanson…




kimse müzikten söz etmiyor


Türkiye giderek içine kapanıyor. Bu cümleyi hep kuruyoruz ama her kurduğumuzda bir eşik daha atlanmış oluyor. Kapıları pencereleri sımsıkı örtmeye acaba ne kadar kaldı? 

Sonuçları var bu halin: Bunca sıkıntı, tutuklama, depresyon, hukuksuzluk, intihar yaşanınca, insanlar işlerinden atılınca, KHK’lılar diye bir kavram hayatımıza girince, bilime set çekilince insanın canı dışarıdaki güzel, hoş şeylere bakmak da istemiyor. 

Bakan da baktığını göstermek istemiyor. Komşusu açken tok yatanın utanması gibi. Utanıyorsa tabii.

Bunları gördüğümüz veya görmediğimiz yer sosyal medya. Eh, ortada bir basın da kalmadığına göre, New York Times’ın kendini tanımladığı şekliyle, ‘kendi kendiyle konuşan ulus’un karşılığını en çok sosyal medyada buluyoruz.

Orada konuşmadıklarımıza gelince… Bu çok, çok uzun bir konu. Kısa keseceğim. Sosyal medyada güzel şeylerden konuşma oranı sanırım azaldı.

“Şu film güzeldi”, “Aman bu kitabı okuyun”lar giderek buharlaşıyor. 

Ama en çok müzikten gitti. Nedenini bilmiyorum, kimse müzikten söz etmiyor artık. Film, kitap yine var da (belki görsel yanları da olduğu, fotoğrafa geldikleri için); müzik konuşan pek yok. 

Geçen ay Elbow albüm çıkarmıştı. Klasik Elbow albümü, net, rahat. Bugün de Tindersticks…  Kapalı, gri Kasım günleri gibi kapalı, gri… Olması gerektiği gibi… Spotify söylemese, fark etmeyeceğim. 

Eskiden bu haberi son ben duyardım, bana gelene dek herkes on defa dinlemiş, on defa anlatmış olurdu. 

Artık kimse bunları anlatmıyor. Azar azar azalıyoruz.

PS: Video, albümden 15 gün evvel yayımlanmıştı. Pinky in the Daylight. Albümdeki ilk favorim de bu. Doyamıyorum bu şarkıya. 

hangi aylak adam?

Yıllar sonra Aylak Adam’ı yeniden okudum. Üslup ve teknik olarak yine güzel buldum, Yusuf Atılgan’ın çağını aşan ustalığına diyecek yok ama roman beni ilk defaki gibi heyecanlandırmadı. 

Toy zamanlarımın aksine, aklımda yeni bir soru, bir ikilem var şimdi: 

Aylak Adam’ın Bay C.’si acaba hayattan, sanattan, insandan iyi anlayan, sistem ve toplum karşıtı huzursuz bir anti-kahraman mı?

Yoksa ekmek elden su gölden yaşayan, emeğe yabancı, kadın düşmanı, bencil, maço ve ukâlâ, kendiyle dolu, düz bir herif mi?

İkincisi değildir, diyemiyorum. 

Belki ben büyüdüm, sisteme karıştım; C.’nin söylediği gibi ‘eli torbalı’ biri haline geldim… Ama C. de pek matah biri değilmiş.  Bir rakı masasında karşılıklı otursak, ikinci kadehte kalkardım. 

O da herhalde bir yandan kulağını kaşır, bir yandan arkamdan atıp tutardı.

karşı pencerede

Amsterdam’daki yeni evimiz bir okulun karşısında. Binası ufak, iki katlı, ancak birkaç sınıflık, kendi halinde bir ilköğretim okulu. Pencereleri çocukların elinden çıkma, kağıt süslemerle bezeli. Pervazlarda yine öğrencilerin marifeti rengârenk, minik maketler duruyor. Otomobiller, uçaklar, gemiler, kaleler, kuleler…

Sabah yedi gibi, karanlık dağılmadan daha, bir-iki öğretmen ve görevliler geliyor. Hemen işlerine koyuluyorlar. Okulun ışıkları sapsarı yanıyor. Elektrik düğmesinin döndüğü o ilk anda, sanki pencerelerden dışarı, karanlıkta uzun süre bekleye bekleye yoğunlaşmış bir huzur hissi yağıyor. İçinde bir gün önceden kalma çocuk kahkahaları, telaşlar…

Öğretmenler kâğıtlarını karıştırıyor, laptop’larını açıyor. Süpürgeler işliyor. Bir iş görmenin, birilerine faydalı olmanın saadeti sıralara, duvarlara, raflara, kitaplara yeniden yayılıyor.

Bu dakikalarda evren sanki sadece onlardan ibaret gibidir. İçlerinden birisi, sadece bir tek öğretmen, tek bir hademe bile aksasa, tüm işleyiş, her şey ama her şey bozulacak, karışacak, anlamını yitirecek; önce öyle hevesle beklenen öğrenciler karanlıkta kaybolacak, sonra mahalleler, sokaklar uğuldayacak, derken karşı pencerenin arkasında bekleyen benim kahve fincanım bile birdenbire çatlayacaktır.  

Aksamıyorlar neyse ki.  Hava aydınlanıyor. Öğrenciler geliyor. Ben kahvemi içiyorum. 


sen de biraz naz ediyorsun ama...


Geçen gece rüyamda Barış Manço’yu gördüm. Sanki ona söyleyecek başka hiçbir şeyim yoktu da “‘Gibi Gibi’yi bugün yazsanız linç edilirdiniz” dedim. Şaşırdı. 

Bu konuda onun tarafını tutmadığımı söyledim mi, şimdi hatırlamıyorum. 

ay sarayında