esas kötülük




Murdoch İmparatorluğu her gün yeni bir darbe alıyor. News International'ın ABD ayağı için de artık çember daralmakta; art arda yeni soruşturmalar açılıyor.

Bu işler bir günde olmadı; ayrıca hiçbir şey kendi kendine de ortaya çıkmadı. Aslan payı ünlü bir gazetecinin. Yani Guardian yazarı ve muhteşem kitap "Flat Earth News"in sahibi Nick Davies'in. Öldürücü darbeyi, Murdoch'un haber ağını yıllardır didik didik inceledikten sonra o vurmuştu. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Davies şimdilerde ABD'de; doğal olarak, işin Atlantik ötesindeki kısmını da araştırıyor. Aşağıya güncel bir demecini aldım. Okuduktan sonra, Türkiye'de de benzer bir tablo oluştuğunu göreceksiniz. İsimleri değiştirmeniz yeterli.

"Rupert Murdoch, Britanya'yı daha ırkçı, daha seksist ve daha ahmak bir yer haline getirdi. Sadece Sun'a yaptıkları yüzünden değil; Sun'ın diğer gazeteleri de etkilemesi yüzünden."

çok gizli mavi anadoluculuk tarikatı

The Village from Pedro Sousa | visuals on Vimeo.



Arkadaşlarım bir bir tatile gidiyor. Öyle tatil köyü, otel motel sevmiyorlar. Küçücük köylere, gizli koylara gidiyorlar. Sonra da tatlı tatlı anlatıyorlar. Mavi Anadoluculuk akımını gizliden yaşattıklarını tahmin ediyorum; göreceğiz. Anlayana kadar şu Portekiz köyüyle oyalanalım. İmza Pedro Sousa imiş.

Elif Şafak tantanası tam gaz devam ediyor. İntihaldir, kitap kapağıdır ilgilenmiyorum ama gidişattan anladığım şudur: Elif Şafak'ın yazarlık kariyeri Orhan Pamuk'un Nobel'inin (2006) öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılabiir. Kitaplarının konularını ve edebi iddialarını alt alta sıralarsanız manzara çıkar. Zira Orhan Pamuk'un Nobel'i sadece Yaşar Kemal'in Nobel'ini önüne set çekmedi; esasen Elif Şafak'ın muhtemel Nobel'ini öldürdü. Oysa onun için ortam daha müsaaitti.

Bizim TSK mensupları umarım yabancı basını takip etmiyordur. Çünkü fena gaz veriyorlar dışarıda. Oturaklı gazete ve dergilerden art arda gelen şu ifadelere bakın: Erdoğan TSK'nın imajını yerle bir etti, damga vurdu, ordunun yeni patronu oldu vs... Dışarıda hafiften "Türkiye'de bir darbe olsa da, bize de ekmek çıksa" havası var. Hem de fena halde.

Sokakta kendi kendine konuşarak, sağa sola laf atarak yürüyenler, genelde berduş görünümlüdür. Ya sıyırmışlardır ya da çeyrek kalmıştır. Dün gördüğüm kadın hem çok güzeldi hem de gayet düzgün giyinmişti. Caddeyi bir baştan bir başa yıkıla yıkıla geçti. Ve hayır, telefonda değildi. Bir yukarı bir aşağı bakarak konuşuyordu.

İçimizdeki çocuklar büyüyüp köşe yazarı oldu sanırım; benim içimdekini az önce dinlediniz.

flanders ovası çocukların yuvası




In Brugge’u seyredenler bilir. Colin Farrell’in oynadığı suikastçı (ismi Ray’di), şehirden nefret ediyordu. Ne romantik köprüler ne de o bin yıllık sessizlik, Belçikalılar’a hababam sövüp duran Ray’in ilgisini çekiyordu. Zaten adam herhangi bir şeyden etkileniyordu denemez ya. Çocuklar hariç…

Suikastçi Ray, geçen hafta sonu Brugge’de yaşananları bilseydi, küfür dağarcığımızı daha da zenginleştirirdi herhalde. Şöyle ki, yüzlerce insan meydanda toplanıp birkaç yıldır ardı ardına gelen yargı kararlarını protesto etti. Bu kararlar, kreşleri birer gürültü yuvası sayıyor; hafta sonlarıyla, okul tatillerinde çocukların orada bakılmasını yasaklıyor.

Brugge ahalisinin çocuk gürültüsünden belli ki sıtkı sıyrılmış. Kreşe komşu evlerde yaşayanlar “çekemem kardeşim” diye doğrudan yargıya başvuruyor. Çoğu yargıç da “gürültü yapmayın, gidin evinizin önünde oynayın” şeklinde karar veriyor. Yani ya kreşleri belirli günlerde kapatıyor ya çocukların dışarıya çıkmasını yasaklıyor ya da izolasyon zorunluluğu getiriyor. Hepsine birden hükmeden yargıçlar da mevcut.

Her neyse, liberal Open VLD partisinden iki parlamenter (Mercedes Van Volcem ve Ann Brusseel) bu gidişe dur demek için kolları sıvadı. Parlamentoya kanun teklifi verdi. Teklifte özetle şöyle deniyor: Çocukların oyun sesleri gürültü sayılmamalı; ambulans sireni ve kilise çanı kategorisine sokulmalı, yani gürültüye kafası bozulan soluğu mahkemede alamamalı.”

Konu güzel, kanun teklifi enteresan. Türkiye’de akla hayale gelmezdi herhalde. Ama hükümet kurmada ittifak sağlayamayan Belçika parlamentosunun bu teklif için ne yapacağı şüpheli. Ama ben uyarayım yine de: Farrell’in suikastçisi Ray çocuklara kast eden bu kararları duyarsa, Brugge’de taş üstünde taş bırakmaz. Zaten adam ne tarihi ne de köprüleri takıyor.

Kaynak: De Morgen

hollanda'dan türkiye manzaraları



Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki istifalar dışarıda da ses getirdi; haberi ufak da olsa görmeyen gazete yoktu. Ama Hollanda'dan nrcnext çıtayı yükseğe koydu; dünkü ön sayfasını bu konuya ayırdı. Manşette "ordu artık patron değil" diyorlar. Bu tespite çok önem veriyor olmalılar ki, Türkiye'ye bu kadar uzak ülkelerinde bile günün haberi saymışlar. 2008'de Hollanda'da "yılın gazetecisi" ödülünü alan Bram Vermeulen'in İstanbul'dan gönderdiği makale epey uzun, iki sayfaya yayılıyor. Kırık dökük Felemenkçemle sökmeye uğraştığım satırbaşları aşağıda:

- Türkiye değişti diyor makale, bunun en sağlam örneği olarak da istifalardan sonra kimsenin sokağa çıkmamasını gösteriyor.

- Gazete, halkın da artık orduyu "düzenin koruyucusu" olarak görmediğini iddia ediyor.

- Beri yandan, ordu zaten değişmişti, de deniyor. Bram Vermeulen'e göre "komplo teorileri ve müdahalelere uzak" Gen. Işık Koşaner şahinlerin üstünü çizdiği bir isimken Genelkurmay Başkanı olabildi.

- Vermeulen, bu değişimde Erdoğan'ın taktisyenliğinin önemli rolü olduğunu da söylüyor.

- Uzaklığın getirdiği handikaplar da var tabii. Makaleye göre Soğuk Savaş döneminde TSK tam dört darbe yapmış. Şu anda da her köyde bir askeri birlik bulunuyormuş.

- İçeride ne zırvalarsa zırvalasın, Taraf dışarıda iki sıfatla tanınıyor: Antimiliter, antiotoriter. Bu kervana nrcnext de kapılmış. Koyunun olmadığı yerde keçinin durumu malumdur, doğal.

- Makalede hükümet biraz kayrılır gibiyken, yandaki kutu-haber (konu Tutuklu Gazete, yazarı yine Vermeulen) hükümete (ve Türkiye'ye) fena yükleniyor. İşte başlık ve spot: Hapishanede çıkan bir gazete. Türkiye'de demokrasi bu.

dans etmezsek kayboluruz



Wim Wenders'in Pina'sını bugün değil de mesela 20 yaşında seyretseydim; dansa kesinlikle merak sarardım. Yani en azından izleyici olarak. Ama o, ben 20 yaşındayken Buena Vista Social Club'ı çekti. Sonuç ortada.

Sahaf ganimeti: Henry Miller'den Tropic of Capricorn (esas Tropic of Cancer'ı yani Yengeç Dönencesi'ni arıyorum), Hemingway'in gazete yazılarının toplandığı By-Line (bu enteresan kitabın sanırım Türkçe'de baskısı yok) ve bir Robert Capa biyografisi (Blood and Champagne - The Life and Times of Robert Capa, yazarı Alex Kershaw.) Hemingway'i ufaktan okumaya başladım; diğerlerinin sırası kimbilir ne zaman gelir.

Artık bir bisiklet almanın vaktidir. Bugün Waterloo'da hayalimdeki külüstür bisiklete rastlarım diye gezindim ve sanırım çok yaklaştım. Belli ki, oralarda biraz daha turalamam gerekiyor.

her şeyi yeniden inşa edeceğiz


Biz burada Yılmaz Özdilgiller'e maruz kalıyoruz. Acısı taze Norveç, onca kan ve gözyaşına rağmen başka bir hayatı yaşıyor. Başbakan'ı ilk cümlesine "biz küçük ve gururlu bir ülkeyiz" diye başlıyor. Tour de France koşan bisikletçisi, daha teri kurumadan aynı sözü tekrarlıyor. Camideki imamı hemen anma seremonisine girişiyor. Bulvar gazetesinin başyazarı da işte şu aşağıdaki makaleyi kaleme alıyor. Dagbladet'ten Lars Halle'nin yazdıklarıdır:

Bu inanılmaz günü hiç bir zaman zihinlerimizden silmeyeceğiz. Öncelikle ölülerimizin yasını tutacağız. Bu büyük acıyı gelecek nesillere de taşıyıp, hep hafızalarımızda koruyacağız...
Yıkılan kamu binalarını (Oslo’nun Bakanlıklar mevkii) yeniden inşa edeceğiz..
Norveç yine –aynı eskisi gibi- liberal ve güvenilir bir ülke olacak... Norveç’te sırf bu yaşananlardan dolayı 'kısıtlamalar', 'sayısı arttırılan silahlı kolluk kuvvetleri' ve 'insanların hayatına daha fazla baskı ve müdahale' olmayacak! Eşitlik ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir Norveç istiyoruz.
Terör ve katliama asla anlayış gösterilemez. Bu korkunç eylemi gerçekleştirenleri anlamamız, anlayış göstermemiz mümkün değil!
Şimdi biz korkunun esiri olmayalım; tıpkı ABD’nin 9/11’de olduğu gibi... Ve tabi İngiltere’nin ya da İspanya’nın...


Çeviri: M. Bacanakgil

tavşanlar nerede



Norveç katliamından sonra Avrupa'daki nefret tüccarları korkuyla köşelerine çekildi. Bu korkunç adamlar (adam diyorum çünkü çok az kadın var içlerinde) hep böyleler; meydanı boş bulduklarında esip gürlüyorlar ama tehlikeyi sezdiklerinde tavşan gibi siniyorlar. Kayboluyorlar.

Bir numaralı tavşan, Hollandalı Geert Wilders elbette. Ortalarda yok. Ama ülkenin akil yayınları onu boy göstermeye zorluyor. Daha çok gençlere hitap eden entelektüel gazete nrcnext (radikal'in ideal versiyonu olarak bakabilirsiniz), dün Wilders'e "top şimdi sende" diye seslendi bile. Top dediği de bildiğin bomba. Norveç formalı katil zanlısı Anders Breivik'in ayaklarından kaleci rolündeki Wilders'e geliyor. nrcnext'in ön sayfaları genelde güzeldir ama bu defa cesur da.

Bakalım Wilders o kadar cesur olacak mı?

en fena çığlık



Norveç'teki katliam haftalık dergilerin kör gününe (Cuma) gelince, hafta boyu hazırlanan kapak haberleri tümden yattı. Rafta duran dergisine bakıp iç geçirmeyen yayın yönetmeni yoktur şimdi. Biraz zalimce gelebilir belki; ama gazeteci buna bile hayıflanan kişidir. Herhalde bu yüzden zaman geçtikçe biraz duyarsızlaşır. Bazıları da arsızlaşır. Örnekler ortada.

Her neyse, İngiliz Sunday Times, haftalık dergilerin boş geçtiği meselenin görselini aramak için çok uzağa gitmedi. Yayımladığı karikatür katliamın 5N 1K'sını tek başına taşıyabiliyordu. Edvard Munch'ün Çığlık'ına 'korkunç' bir ekleme...

Bu dokunuşla tartışma başladı; karikatürü zalimce bulanlar var. Sunday Times'ın katliamın içini boşalttığını dahi yazıyorlar.

Herkes bunca hassasken böyle bir karikatür çizilir mi? Hayır diyenler muhakkak mevcuttur; ama benim oyum yine de evet'ten yana. Yerinde bir yorum diye düşünüyorum. Duyarsızlaşmadığımı umarak...

yeni başlayanlar için türkiye'de taciz

Bizim medyadan bir taciz hikâyesi. Mağduru yakın arkadaşım ve yıllardır cebelleşmek zorunda kaldığı bu hikâyeyi artık herkes duysun istiyor. Bir süredir paslanan blog, bu günlerde yeniden canlanacaktı aslında ama kısmet misafireymiş. Yazısı bir süre buralarda kalacak. Daha fazla uzatmadan, sözü arkadaşıma bırakıyorum. Hukukun sizi neden ne kadar koruduğunu siz de görün:

***


Stalker: Kafayı birine takıp o kimseyi takip eden sapık (tureng)
Türkçe karşılığı: Yok! (Takipçi diyelim…)

Olay uzun detaylar fazla. Bundan yaklaşık beş yıl önce iş yerinde bir kadının masasına bırakılan abuk sabuk mektuplar ve hediyelerle başladı her şey. Önce bir eşek şakası sandı. İşin suyu çıkmaya başladığı andan itibaren yan derginin yazı işleri müdüründen geldiği anlaşıldı. İş insan kaynaklarına şikayete, ihtara ve hatta savunmalara kadar vardı. Adam ısrarla kadının da onu tanıdığını ve onu sevdiğini -arkadaşları dahil tanıdığı herkese olduğu gibi – insan kaynaklarına da anlatıyordu. Neyse ki delillerin aşikarlığı üçüncü uyarının ardından (ki bu neredeyse on yıldır çalıştığı şirketten tazminatsız kovulma demekti) işten çıkarıldı. Ancak bu esnada takipçi, kadının telefon numarasını çoktan edinmiş üstelik takip ederek oturduğu semti bile bulmuştu…

Aradan bir iki yıl geçti telefonlar susmadı. Saçma sapan bazen hiçbir anlamı olmayan cümleler sapıklık boyutuna varan mesajlar canına yetince savcılığın kapısına dayandı… Çok emindi derhal soruşturma açılacak durum anlaşılacaktı. “ilgileneceklerdi” Peki ya bu arada sapık kadını bulsa ? Yapacak bir şey yoktu. Zira kanunlar böyle diyordu ! Evet ilgilendiler. Yaklaşık bir yıl sonra açıldı dava. Dava açılana kadar bahsi geçen sapığın annesi babası bulundu. Annesi o sıralar hazırlık içindeydi İstanbul’a gelecek oğlunun beğendiği kızı isteyecekti. Anneye durum izah edilmeye çalışıldı. Oğlunun hasta, kadınınsa zaten evli olduğu ve onunla değil sevgili arkadaş bile olmadıkları anlatılmaya çalışıldı.. Anne ne kadar anladı meçhul. Baba “Ne yaparsanız yapın ben uğraşamıyorum” diye feryat figan…

Kadının kocası isyanlarda. Kadınınsa onu sakinleştirme derdinde “bak savcılık mahkeme hepsi çözülecek” Neyle? Kanunla mı?

Bu arada takipçi işi ilerletir mesajlar kocaya tehditler.. Hiçbir şekilde anlamamaktadır. Ona göre kadın da onu seviyordur ama saklıyordur. Yaklaşık bir yıl sonra mahkeme günü gelir. O sıralarda kirasını ödeyemediği için evinden atılıp sokaklarda yaşayan takipçi bulunamamıştır. Oysa işi iş yerinin kapısına kadar gelmeye kadar dayandırmıştır ve polislere teslim edilmiştir defalarca. Kadın iş yerinin güvenliğiyle eve bırakılır.

İkinci mahkeme.. Takipçi yine bulunamaz. Durumun ciddiyeti hala anlaşılmamış hala kadın yarım ağız sorgulanmaktadır kapıda şahit olarak kocası beklerken “arkadaş mıydınız ?” Hayır hiç olmamışlardı ya neyi değiştirirdi bu bilemedi kadın… Bir eylem mi gerekliydi yakalanması için ?

üçüncü mahkeme… Takipçi kapıda. Hakim sorularına bir tane bile mantıklı cevap alamaz.
hakim “evli bu kadın”
takipçi “ben gazeteciyim”
hakim “evli bu kadın seni sevmiyor derdin ne?”
takipçi “inanmıyorum”
hakim “al bak kimlik kayıtları. Bana da mı inanmıyorsun!”
takipçi “hmm”
hakim “inandın mı?”
takipçi ….
hakim “inandın mı?”
takipçi….
hakim “adam bir şey söyle”

üçüncüde takipçi inandığını yarım ağız söyler hakim cevabını almıştır. Ertelenmek suretiyle iki ay hapis cezası verilir. Takipçi önden yollanır. Beş dakika kadın sakinleştirmeye çalışılır. Cezanın caydırıcılığı vardır. Şimdi hapse girse bile çıkınca yine peşine düşecektir. Hakim adamın akli dengesinin yerinde olmadığını elindeki 50 sayfalık mesaj dökümüyle de anlamıştır ama verilecek en iyi karar budur. Kadın yarım ikna olmuş şekilde kapıdan çıkar. Takipçi onu bekliyordur. Gerisin geri girer mahkeme salonuna “buyurun caydırıcılığı görün adam kapıda.” Duruşmanın başından beri ağzı açık anlatılanları dinleyen mübaşir eşlik etmeyi teklif eder kadın apar topar taksiye bindirilir..

Gerçekten caydırıcı olmuştur karar. Yaklaşık bir ay kadar… Takipçi yeniden mesaj atmaya başlar…

Bahsi geçen “kadın” yerine “ben” koyabilecek o kadar çok insan var ki… Bu sadece tanımadıklardan değil eski sevgililerden eski eşlerden geldiği zaman da hiçbir şey değişmiyor. Şirketin güvenlik müdürü binada bunu yaşayan iki kadın daha olduğunu anlatıyor. İki kadında medyada tanınan isimler. Böyle onlarcası yüzlercesi var medyatiği sıradanı onlarca kadın peşindeki potansiyel sapıkla yaşmaya çalışıyor. Bir kısmı bir ümit mahkeme koridorlarında. Savcının sorduğu soru aynı “sana bir şey yaptı mı? yapmadıysa bir şey çıkmaz”

Sonuç? Sonuç yok. Çünkü kanun yok. Önce göz süzdünüz mü dekolte giydiniz mi ona bakılıyor… Size ve sevdiklerinize hayatı zindan eden bir psikopat elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor yeri yurdu belliyken bile bulunamıyor.

Takipçi yasasının bir an önce çıkması gerekiyor derken, birileri dekolte giyersen tecavüze uğrarsın diye demeçler veriyor. Kim koruyor bizi? Ve neden sessiz kalıyoruz hala!!!

DEVAMI…

İkinci şikayet haziranda yapılır savcılık kağıdı temmuzda gelir dava ŞUBAT ayında ya ŞUBAT!

Bu kadar ucuz işte yaşamak!

her zaman başka bir açı vardır


Her zaman başka bir açı vardır. Tıpkı bu fotoğraftaki gibi. Ama Tiannanmen Meydanı'ndaki adamın duruşu hiçbir fotoğrafta değişmez. O orada durduğu için hepimiz kaçabiliyoruz. Çin veya Türkiye, fark etmiyor.

sistemi kullanıyorsun!


Adı James Richard Verone, yaşı 59, cüzdanı boş… ABD’nin taşrasında, Gastonia denen ufacık bir kasabada yaşıyor. 17 yıl Coca Cola’da, atılınca da orada burada çalışmış. Olduramamış. Sırtı dayanılmaz ağrıyor, sol ayağı aksıyor, üstüne bir de romatizma... Tedaviye para yok. Ülkesinin sosyal sistemi, üç yıl sonra gel, aylığa ancak o zaman hak kazanacaksın, demiş. Göğsünde de bir yumru büyüyünce (gerçek bir yumru yani) artık dayanamamış…

Geçen hafta oturup bir plan çatmış… Evdeki mobilyayı satmış, son kirasını ödemiş, dışarı çıkmış ve yolunun üstündeki ilk bankaya girmiş.

Veznedarın eline tutuşturduğu notta “bu silahsız bir soygundur, bana lütfen sadece bir dolar verin ve polisi arayın” yazıyormuş.

Kibar adam Verone… Polisle nezaretle falan ilk mesaisi. Şimdi hapiste, davasının görülmesini bekliyor ve hâlâ insanlara verdiği rahatsızlığa üzülüyor. Başka çarem yoktu, dayanılmaz acılar içindeydim, diyor.

“Hapishane ortamına dayanamadığım için, akşam yemeklerine katılmıyorum; hücremde oturuyorum, dört saat sürüyor çünkü yemek” diyor. “Kardeşlerim var ama onlara yük olmak istemiyorum” da diyor. “62 yaşıma erişince, hak ettiğim parayla bir sahil otelinde oda tutmak, orada yaşamak istiyorum.”

Esas istediği bedava sağlık hizmeti. Hapishanede tedavisine başlamışlar. Ama doktoruna fena bozulmuş. “Sistemi kullanıyorsun” diye kızarmış ona doktor meğer ki.

Sayısız benzeri gibi, öyle bir hikâye işte. Esas üçüncü dünya birinci dünyanın içinde; kapitalizm insanı rezil ediyor vs. demeyeceğim. Bunları hep biliyoruz zaten.

Ama şu “sistemi kullanıyorsun” diyen doktor! Verone’un üç yıllık özgürlüğünü toka etmek zorunda kaldığı sistemin içinde bu denli aşağıya ineni hiç görmemiştim.

Verone’un hikayesine şu yerel gazeteden ulaşabilirsiniz.

Aşağıda da ilgili video:


economist erdoğan'dan korkuyor mu?


Bir AKP’li Economist’te o çok gürültü koparan yazının sadece ilk iki paragrafını okusa, yüzünde güller açardı. Yahu biz derdimizi bugüne kadar böyle güzel anlatamadık, dur bir not alayım, diye düşünürdü muhtemelen.

Sonrasını okuyunca iş değişiyor tabii. “Elin ağzı torba değil, büzemezsin” lafının cuk oturduğu az an vardır. Bu yazı işte onlardan biri.

Economist’i Türkiye için, çoğu da buralı gazeteciler tarafından yazılan makalelerden takip edenler şaşırıyor tabii. Bir dergi nasıl olur da (nasıl bir hesap güderek, hangi çetelere hizmet ederek) böyle keskin yazar, diye soruluyor.

Düzenli okusalardı şunu da sorarlar mıydı: Bu nasıl bir dergi ki, bütün bir aleme nizam veriyor; asıyor, kesiyor, kendi politik hesaplarına göre bütün dünyada seçim sandığı kuruyor?

İki paragraf övdükten sonra, Erdoğan’a ne demişler ki? Fazla otoriter… O kadar. Belki bizim başbakandan korkuyorlardır, çünkü fazla laf sokmamışlar. Daha bu hafta, Berlusconi’yi kapağa taşıdı aynı dergi, hadi lisan-ı münasiple söyleyelim, “koca bir ülkeyi beceren adam” diye başlık attılar kapak haberine.

Yunanistan’da, İrlanda’da ekonomiler art arda çökerken Alman Başbakanı Merkel’i hedef tahtasına oturtmuşlardı. Kadının ne hesap bilmezliği kaldı, ne kifayetsizliği. AB’nin bütün yenilgilerinin sorumlusu olarak onu gösterdiler.

Çete ya bunlar, Obama’ya da kafa tutuyorlar. Misal yine bu hafta, Amerikan muhafazakârlarına yol gösteriyorlar, şu şu politikaları güderseniz, Obama’yı sandığa gömersiniz, diyorlar. Portekiz’in yeni başbakanıyla, vaatleri güzel de, ucuz laflar bunlar, diyerek dalga geçiyorlar. İsrail’in savaşçı başbakanı Netenyahu halkının ilgisini saptırmaya bayılıyor, diye söyleniyorlar.

Bu sayıda İsveç ekonomisini çok övmüşler, belki de oraya çalışıyorlardır. İsteyen bu yargıya da varabilir tabii. Ama sonuçta kendi ülkelerinin (İngiltere) yöneticileri dahil, herkese bir lafları var. İyi dersiniz, kötü dersiniz, ama derginin kimliği bu.

“Economist bir seçim önce de AKP’yi destekliyordu, şimdi işler değişti, başka bir dizayn mı çatılıyor yoksa” tartışmasını bir kalem geçelim yani. O tartışmayı yapanlar siyaseten kumda oynamaya mahkum. Boyu geçen sularda şöyle bir soru var: Bir gazete, bir dergi, adı ister Economist, ister ne bileyim Helsingin Sanomat olsun (ki onlar da fena giydirmiş geçen), istediğini yazamaz mı?

Yazar elbet. Taraf da tutar, taraf da değiştirir isterse... Yeter ki açık açık yapsın. Türkiye’de adet olduğu üzere, ima ederek değil.

dünyanın tüm gazetecileri, birleşin


Ama Brüksel'de birleşmeyin... Bu binanın karşısında Çizgi Roman Müzesi var, ziyan olup gidersiniz. Ya da tam burada birleşin, eski tüfeklerin bir bildiği vardı elbet.

adrianne kimdir, eserleri nelerdir?



BTK bir sürü kelimeyi yasaklayınca bir kafa karışıklığı yaşandı tabii. Bazılarının nedenini üç aşağı beş yukarı kestirebiliyoruz ama bir kısım kelime de var ki özenle şifrelenmiş gibi duruyor. Mesela kimdir Adrianne? Çok mu tahrik edici bir isimdir? Neden yasaklanır? Kimseden bir cevap gelmeyince iş başa düştü; Türkiye'nin Adrianne ile yaşadığı macerayı Google insights'ta araştırdım. Meğer ki Playboy'a poz veren bir modelmiş (tam ismi Adrianne C.urry); bütün dünyanın gözü ondaymış vs... Eeee?

Yasakçıların zihin dünyasını gerçekten merak ediyorum.

Yukarıda Adrianne ilgimizin ülkesel yükselişi; aşağıda arama kriterleriyle bölgesel dağılım. Hayrını görün. Yolu yasaktan geçenlerle bir gün bir yerde buluşmamak dileğiyle...


PS: Nisan'da zirve yapan Adrianne ilgisinin yasakla düştüğü de apaçık görünüyor. Aynı dönemde Adrianne dünyada da zirvede.

mürekkebi kurumadan bin ladin - dünya basını nasıl gördü?



Bin Ladin'in öldürülmesiyle, gecenin köründe ABD'de bütün ön sayfalar ve manşetler yıkıldı, yenileri hazırlandı. Amerikalıların opsiyonu azdı; en sembolik fotoğrafları kullandılar, en basit manşetleri attılar. "Piçi zımbaladık" diye nefret körükleyen New York Post gibilerine başka bir post'ta değinirim ama şimdi vakti varken orijinal sayfa hazırlayanlara, yani ABD'nin dışındaki dünyaya bakalım. İspanyol ABC harika illüstrasyon yapmış; az zamanda çok iş doğrusu. Manşette de "Şah mat" diyorlar. Fransız Liberation ise flu ön sayfasıyla derdini net anlatıyor: Bundan sonra ne olacak? Manşet altına Usame'yi değil Obama'yı koyan tek dünya gazetesi ise (tabii benim görebildiğim kadarıyla) Belçika'nın De Morgen'i. İlginç bir seçim doğrusu. Danimarka'nın Politiken'i başka bir ilginç illüstrasyonla, Arjantinli Pagina 12 kelime oyunuyla, Güney Afrika'nın The Times'ı berbat karikatürüyle, İngiliz Independent fotoroman tercihiyle, Avustralya'nın yerel gazetesi NT News ise ergen manşetiyle (gotcha!) dikkat çekiyor. Gazeteler sırasını savdı; artık dergi sayfacıları çalışıyor...







bin ladin'in laptopu


Obama, biz sabahı karşılar Amerikalılar yatmaya hazırlanırken, Bin Ladin'i öldürdüklerini duyurdu. Taze gazetelerin hepsinin manşeti güme gitti; ABD'deki gece habercileri panik mesaisine başladı.

Şimdi televizyon kanalları harıl harıl konuşacak adam arıyor. Milletin afyonu patlamamış daha, ne söyleyecekler? Zaten ne söyleseler fark eder ki?

Ama işte yazma ehliyeti bambaşka bir şey. New York Times'ın bölgeyi en iyi bilen gazetecilerinden Nick Kristof, Obama'nın daha nefesi soğumadan oturup işe koyulmuş ve blogunu yazmaya başlamış. "O konuşurken ben de çalakalem bir şeyler yazdım" diyor. Bu linkte okuyabilirsiniz. Yazmış; hem de o saatte dört başı mamur sayılabilecek bir makale yazmış. İşin tuhafı, çok ciddi gelişmeler olmazsa, birkaç yıl boyunca, Kristof'un daha her şeyin başında, sıcağı sıcağına yaptığı yorum işe yarayacak. Yani yıllarca bir sürü yorumcu ekmek yiyecek bu işten ama en fazla ilk yarım saatte yazılanı söyleyebilecekler.

Ne mi diyor Kristof? Kısaca, bu işin Obama'ya çok da ciddi bir popülarite getirmeyeceğini ve Bin Ladin'in ölümünün 2002'de yapabileceği etkiden uzak olduğunu söylüyor. Bu ölüm Yemen'deki Enver El Evlaki'yi de etkilemez, o kendi çizgisinde devam eder, diyor. Amerikan halkına uyarıda bulunuyor; sevincinizi abartmazsanız, ciddi bir El Kaide sempatisine yol açmazsınız, diyor. Bir de her ABD'li gazetecinin rüyasından bahsediyor: "Düşünsenize, Bin Ladin'in laptopunu şimdi nasıl kurcalıyorlardır."

Televizyon televizyon gezecek abiler ablalar Kristof'a bir baksalar, kendileri kazanır derim.

kraliyet kumpanyası



New Statesman’ı seviyorum; ama onlar da her hafta bu sevgiyi yeniden hak ediyor. Bu defaki güzellikleri İngiliz politika sahnesine Rezervuar Köpekleri göndermesi, aralarında da Bayan Mor olarak Majesteleri. Kraliyet düğünü çılgınlığıyla feci dalga geçen notu sakın gözden kaçırmayın: Hatıra kurulama bezi falan yok! New Yorker da pek haşin davranmış düğün sahiplerine; kraliyet erbabını paparazzilerle birlikte taze çiftin yatak odasına sokmuş, yakışır. Bloomberg Businessweek en son Amerikan şakasını taşımış kapağına, “yeni başkan adayımız cidden bu mu, yapmayın Allah aşkına” diyor. New York Times Magazine’in bu haftaki netameli konusu “Her askerin içinde bir canavar mı yaşar.” Kapağı da gayet güzel. Dave Grohl’un okura parmak gösterdiği Rolling Stone kapağında ise Foo Fighers’ın sağlam enerjisi mevcut. Aynı enerjiyi yeni albümde de bulabilirsiniz.




güzel çiçek, vahşi meyve, isimsiz...



Uzaklarda memleketin gerçeklerine olduğu kadar meydanlarına da Fransız kaldığım için, şu aşağıdaki Fransızca şarkıyla avunuyorum bugün. Georges Moustaki dileyene Mayıs'ın güzel çiçeğini dileyene vahşi meyvesini armağan ediyor. Umut etmek, devam etmek ve yeniden başlamak için... Meydanları dolduran ve doldurmayan dostlarım, 1 Mayıs'ınız kutlu olsun.

Üstteki fotoğraf: Elif Key, 1 Mayıs 2011

>

harakiri'nin görkemli yaşamı


Benim birader Facebook'ta kapağı "işte gerçek çılgın proje" diye paylaşmış. Türkiye'de her dergi çılgın projedir zaten. Bu sağlam kadrolu proje fazladan eski yaraları da deşiyor.

Biz mizah dergisi okuyarak büyüdük; ama çizgiroman dergisi okuyarak büyüyemedik. Türkiye'de hiç kimse yapamadı bunu. Ara ara açılanlar kelebek ömürleri yaşadı. Yıllara meydan okuyan, geleneği olan, kendi çizerini yetiştiren, kuşakları aynı sayfada buluşturan bir dergi bizde de tutsun. Su aksın yolunu bulsun artık.

Harakiri'nin de yolu açık olsun, uzun olsun.

PS: Kutlukhan Perker'in zamanında Vedat Özdemiroğlu'nun "Vedat Bey'in Görkemli Hayatı"na çizdiği kapağın çeşitlemesini ilk Harakiri'ye yaptığı da gözümden kaçmadı. Peki nerede Vedat Bey? Gönül onu da bu kadroda istiyor.

gazeteci düğünü



Kolombiya nere İngiltere nere? Düğünden sekiz gün evvel, Espectador'un ön sayfası Kate ile William'ın "gerçek aşkının" hizmetinde. O da öyle bir paçavraymış işte deyip geçmeyin, 90'larda dünyanın en iyi gazeteleri arasında gösteriliyormuş.

Toplu histeri böyle bir şey. Bütün dünya basını bir düğün için çıldırdı. İngiltere'de yazılıp çizilenler zaten akla hayale sığmıyor. Sonuç: Ülke ikiye ayrıldı; töreni seyredecekler ve "düğünle işim olmaz arkadaş" diyenler. Tabii bir de ele güne posta koyup çaktırmadan televizyon başına çökenler var.

En doğal hakları, ne isterlerse yapsınlar. Ama bir gazeteci "bana ne lan elalemin düğününden" dedi mi olmuyor. Sana neyse, yapma bu işi. Sade vatandaş değilsin, işin haber vermek; düğünle ilgilenmesen de, bu işe kimin nasıl yaklaştığına, kimin kendinden nasıl geçtiğine bakmak; yeni teknolojiler nasıl kullanılıyor, bir fikir sahibi olmak.

Seçimleri, savaşları da takip etme o zaman. Kaldı ki düğünü de seyrediyorsun zaten!

hoşçakal 25



Kıbrıs’ta askerlik yaparken Nisan ayında 40 dereceyi görmüştüm. Değil koşmak, sürünmek, adım atmakta bile zorlanıyorduk. Neyse ki emir geldi de kamuflajın en üst düğmesini açabildik.

Yine Nisan, ama şimdi Amsterdam… Bu defa 25 derece. “Çok soğuk olacak, gün yüzü görmeyeceksiniz” baskısından mı nedir, Kıbrıs kadar sıcak geliyor. Üstelik görünmez bir yerden emir gelmiş olmalı ki, ahali anında kışlıkları kaldırdı; şort, tişört ve parmak arası terlikler kullanıma sokuldu. Evin karşısında, kanal kenarında güneşlenenler var. Çatısız evlerin damları zaten dolu.

Bir de denize girenler var tabii. Buraların Hürriyet’i De Telegraaf manşetinden bayram ediyor mesela. 25 derece. Sonrası malum: Hollandalı güzeller sahillerde sere serpe. Yalnız şaka değil…

Bir haftadır durum buydu. Yarın gidiyormuş bu havalar. Yazık.

at gözlüğü, çakma lejyoner sarkozy ve jeff abimiz...



Italyan Il Ore’nin pazar dergisi Domenica, at gözlüğü nedir merak edenlere kapak hazırlamış, gayet güzel. İtalya’nın yüz yılı bilimden nasipsiz geçti, diyorlar. Esquire’in Mayıs kapağında Jeff Bridges... Bu abi düz duvarın önünde bile güzel durur ama tipografiyle şahane uyum yakalamışlar. Bloomberg Businessweek’in ufak yazılı kapağı Japonya’dan bir diriliş hikâyesi anlatıyor. Sport’ta Guardiola ile Mourinho üzerinden malum melek-şeytan hikâyesi var. Hollanda dergisi Intermediair “internet üzerinde hiçbir şey gizli kalmaz” derken derdini gayet net koyuyor ortaya, ki isabetli. Solcu İngiliz New Statesman ile düz İngiliz Economist ise liderleri karikatürize etmiş. Statesman Manet resminden gidiyor; Economist ise Ishtar havası yakalamış. Çakma lejyoner Sarkozy’e aman dikkat; gününüzü şenlendirebilir.






hayali cemaatler



İspanya işte böyle bir ülke. Kral’ın kupasına Kastilyalılar sahip çıktı; Katalanlar da gıcıklık olsun diye istedikleri şampiyonluğu kazanamadan evlerine döndü.

Maçın yorumunu nereden okuyacaksınız? İki ayrı gazeteye bakın, kafanız karışır. Barcelona’nın bir numaralı gazetesi La Vanguardia, Katalan evlatlarını teselli peşinde; Kral’ın sesi ABC ise tabii ki şampiyonluğu kutluyor. Asi gana el Madrid… 37 sene sonra finalde Barcelona’yı yenmişler… Eh, Madrid yenmiş yani. Manchester United’ı geçip Şampiyonlar Ligi’ni kazansalar bu kadar sevinmezler. Tabii Katalan gazeteleri için de aynı şey geçerli.

Bir ülke iki basın… Bir de başka bir coğrafyada iki devlet bir milletli bir versiyon var; ama onlar da futbol maçı oldu mu çok seviyorlar birbirleriyle küfürleşmeyi. Bazen sağlam bir ayna oluyor futbol; ne yansıyorsa oradan, millet meselesi odur. “Hayali cemaatler” diye diye gençliğimizi çürüten Benedict Anderson’a duyurulur!



niente nucleare


İtalya’da bütün gazetelerin manşeti aynı bugün. Berlusconi hükümetinin yeni nükleer santral projelerini rafa kaldırdığını söylüyorlar. Corriere della Sera’ya göre örneğin, yeni santraller için iktidar daha fazla bilimsel kanıta ihtiyaç duyuyor. Erdoğan'ın kankası Berlusconi, nükleer cephenin en ateşli savunucusuydu, şimdi bu dönüş niye? La Stampa –ki Silvio'yu hiç sevmez- başbakanın 12 Haziran’da yapılması planlanan nükleer referandumdan korktuğunu yazıyor. Yani o güne kadar frene bastılar. Hani yine aynı gün genel seçim yapacak bir başka ülkenin başbakanı da çaktırmadan frene basmıştı ya, o hesap…

Bir soru: Tüp müp denilince esip gürlüyoruz da, geri adım atılınca neden keyfini çıkartmıyoruz, kötü bir şey mi yani kampanya kazanmak?

umur talu'dan omurga tarifi...

Umur Talu, güzel insandır. O, medyada bugüne kadar hakkında kötü söz duymadığım nadir gazetecilerden biri (ki tahmin edersiniz, bu çok çok düşük bir rakam.)

Geçenlerde, boş geçmesin diye, Ahmet Şık'ın Bilgi Üniversitesi'ndeki dersine girmiş. Dersten sonra Habertürk Pazar'da Elif Key'e şunları söylüyor:

*** Öğrencilerin neredeyse hepsi direkt köşe yazarı olmak istiyor. Onlara, bir günde de köşe yazarı olabileceklerini ama 30 sene sonra da olmayabileceklerini söyledim; çünkü bütün köşe yazarları gazeteci değil, bütün gazeteciler de köşe yazarı değil.

*** Muhtemelen çoğu gazeteci olmak istemiyordur aslında... Ben sadece merak, katma değer, emek, bu arada da boyun eğmemekten bahsettim. Omurganın sırf tavizsiz bir karakterden oluşmadığını, aynı zamanda işini de iyi yapmakla ilgili bir şey olduğunu bilmeleri lazım, çünkü “Benim karakterim çok sağlam” demekle, eğilip bükülmemekle gazeteci olunmaz.


İki önemli saptama... Omurga meselesine tümden katılıyorum; kendi işinin ancak çeyreğini o da yalapşap yapıp yükü arkadaşlarının omzuna yıkan ama twitter'dan etrafa onur, şeref, haysiyet diye bağıran insanlardan yıldım.

Talu, keşke Türkiye'deki köşe yazarlığının dünyadaki örneklerine benzemeyen ucube bir format olduğunu da anlatsaydı. Bir köşeye kurulup her konuda ahkam kesmenin saçmalığından, bunun gazetecilikle ilgisi olmadığından bahsetseydi.

Bir insan hem şarap, hem aşk, hem Galatasaray, hem Suriye krizi, hem seçim kritiği, hem daha bilmemne yazabilir mi? Her gün... Yazsa da bütün bunların hepsinden herhangi bir okurdan fazla anlayabilir mi? Peki bir okur kendisinden daha fazla bilmeyen ve bunu sürekli açık eden bir yazarı ısrarla neden takip eder?

Herkesin bir uzmanlığı olur, o konuda yazar. Kalbinizi tedavi ettirmek için göz doktoruna gider misiniz? Ama hem kalp hem göz tedavisi hakkında bile yazan insanları okumak zorunda kalıyoruz. Tabii, bu arkadaşlar omurga sahibiyse dert etmemize gerek yok, değil mi?

Elif Key'in röportajının tamamı şurada.

pulitzer alacak gazete ilânından belli olur


Şu blogun tazecik ömrüne bir adet “ben demiştim” sıkıştırabiliyorum ya, ne mutlu bana… Evet, ben demiştim! En azından haberini vermiştim. Dün dağıtılan Pulitzer ödüllerinin araştırmacı gazetecilik için olanı sürprizdi; ödül, kendi yağında kavrulan bir yerel gazeteye, Saratosa Herald Tribune’a gitti. Daha doğrusu gazetenin muhabiri Paige St. John’a. Miami emlâk sigortası sistemini altını üstüne getirdiği için..

Peki ben ne demiştim? Saratosa Herald Tribune, geçen ay gelmiş geçmiş en tatlı ve sahici gazetecilik ilânını vererek, bizim sıkıcı mesleğe kendi keyifli imzasını atmıştı. Gazete ilânda, “ufak tefeğiz diye Karamürsel sepeti sanmayın, bir gün Pulitzer’i de alacağız” diyordu. Aldılar işte, ne diyelim, bravo... Söz konusu ilân aşağıda. Fotoğrafta da ilânın yazarı genel yayın yönetmeni Matt Doig ile Pulitzer sahibi St. John’u görüyorsunuz. Arka planda yazıişlerinin kalanı, ödül haberinin geldiği o kutlu anı idrak ediyorlar….

“Biz burada çabuk tarafından araştırmacı gazetecilik yapıyoruz; lazım geldiğinde de birkaç gün yayımlanacak mini projeler hazırlıyoruz. Ama her yıl, bizim çapımızda bir gazete için çok hırslı sayılabilecek işler kotarmaya da çalışıyoruz ki bir gün Walt Bogdanich şöyle demek zorunda kalsın: “Saratosa bilmem ne gazetesinin benim yirminci Pulitzer’imi elimden aldığına inanamıyorum.” Birçoğunuzun halihazırda bildiği üzere, bu tip işler cehennem azabıdır, ruhunuzu emer, kendinizden şüpheye düşürtür. Ama eğer siz, temizlikten uzak muhabirlerle dolu, ufak, kapalı bir ofise tıkılıp, çoktan ölmüş olmanızı isteyen güçlü kuvvetli kurum ve insanlara kafa tutan veritabanlarını, binlerce dokümanı tek tek girerek sıfırdan oluşturmayı kabul eden bir tür sapıksanız; üstelik bütün bunları da ödül kazanması muhtemel işinize şöyle bir bakıp bulmaca sayfasına yollanan okurlara sahip olma şerefi adına yapıyorsanız, yani bu size gazetecilik gibi geliyorsa, tamamdır, bizim aradığımız sapık sizsiniz.

Florida’nın şöhretinden bihaber olanlara not: Burası ülkenin en çok haber üreten eyaleti ve bunun sebebi de muhteşem kamu arşivi yasaları değil. Bizde her türlü yolsuzluk, şiddet ve şerefsizlik bulunur. 11 Eylül’ü yapan teröristler burada eğitildi. 11 Eylül’ün olduğu dakikalarda Bush anaokulu çocuklarına burada hikâye okuyordu. Yeni valimiz bir zamanlar, yaptığı vurgunlardan dolayı rekor cezaya çarptırılmış bir sağlık şirketi işletiyordu. Kasırgalarımız, yangınlarımız, petrol sızıntılarımız, tahtakurularımız, hastalıklı narenciye ağaçlarımız ve hamamböceği istilalarımız eksik olmaz (sadece birini uydurduk) Disney World de burada ve plajlarımız da, yani bütün ailenizi getirin."

şeker gibi kapak



Biraz gecikmeli olarak geçen haftanın güzelleri… New York Times Magazine üç haftadır listemde, bu haftada fena kapak yapmışlar; kapak haberleri (hain şeker) de ayrıca güzel, tavsiye ederim. Observer’in kapağı da çişli ama tatlı, üstelik lafı da esprili. İngiliz moda/stil dergisi Stylist göz alıcı, Süddeutsche Zeitung Magazine temiz, sade ve New Yorker bu haftaki kapağıyla çok ayıp ediyor.




değirmenin üstü her gün yel olmaz



YSK, bağımsız milletvekilliklerine taş koyunca Sırrı Süreyya Önder, doğru göndermeyi yaptı: "Fırıncıya söyleyin, ekmek de vermesinler." Bu kadar yasakla bu ülke nereye gidecek? Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiiri, günün anlam ve önemi üzerine; ama sade bugünün değil, artık belli ki her günün... Kısaca: Delirtmeyin!

hey göklere duman durmuş dağlar hey
değirmenin üstü her gün yel olmaz
dinle ağa, dinle paşa, dinle bey
sen söylersin o susar mı bel olmaz

ay sarayında