medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

time afganları terk ederse...


Yukarıda Time’ın bu haftaki kapağı duruyor. Her hafta dört ayrı edisyon (ABD, Avrupa, Asya ve Güney Pasifik) olarak çıkar Time ve ABD edisyonunun kapağı genellikle diğerlerinden farklıdır. Bu hafta dört bölgenin kapağında da aynı fotoğraf var: Akrabalarının evinden kaçan 18 yaşındaki Ayşe’nin fotoğrafı… Taliban bu “sadakatsizliği” kızın burnunu ve kulaklarını keserek cezalandırmış. Aryn Baker’in henüz tamamen okumadığım haberi, Afgan kadınları ve Taliban’ın dönüşü başlığı altında Ayşe’yi ve sanatçısından ev hanımına, ünlü ünsüz diğer Afgan kadınlarını anlatıyor.

Ama kapak lafının vurgusu başka yere gidiyor. Time dünyanın dört köşesine kapağından Afganistan’ı terk edersek ne olur – What happens if we leave Afghanistan diye sesleniyor. Siz de tahmin edersiniz, dergi editörleri, yayından önceki son safhada, bilgisayardan kendilerine bakan kapağın karşısında –bazen- saatlerce düşünerek ve –çoğu kez- birbileriyle kavga ederek kapağa ne yazacaklarını bulmaya çalışır. Bu burada da böyle, Pakistan’da da böyle, ABD’de böyle.

Ama biz –hem bizim dergiyi, Newsweek Türkiye’yi, hem de Türkiye’deki aklı başında diğer birçok yayın organını kast ederek söylüyorum– burada, kapak lafı belirlerken “biz” zamirini öyle kolay kullanmayız. Hele bütün dünyaya yayın yapıyor olsaydık, böyle şeyleri sanırım iki defa yutkunmadan gündeme bile getiremezdik. Ama Time kullanmış… ABD’nin Afganistan’da ne yaptığı, yaptığının işe yarayıp yaramadığı sorgulanırken, duygusal yükü yoğun bir fotoğrafı kullanarak “biz burada olmasak, görün bu garibanların başına neler gelir” diyor. Biz derken, kendini, bir haber dergisini, hem devletle hem de orduyla aynı kefeye koyuyor.

Çok da objektif bir hareket sayılmaz. Afganistan’dan geçtikleri haberleri bu gözle mi okuyalım yani? Time orada olmasaydı, neler olurdu acaba?

çok insan bir dev




26 Temmuz, Küba’da devrim kutlamalarının günü. Bu sene devrimin 51. yıl dönümüydü ve alışıldığı üzere en entelektüel geçinenleri dahil hemen her gazete yanlış olayı haber yaptı. Gazeteler, yılını (1959) tutturmakla beraber 26 Temmuz’u nedense Batista rejiminin yıkılışının sene-i devriyesi olarak biliyor, halbuki söz konusu günde Küba’da diktatörlük yıkılalı altı ayı çoktan geçmişti. Che Guevera’nın başını çektiği isyancı ordusunun adayı doğudan batıya harmanlayarak Havana’ya yaklaştığını gören Diktatör Fulgencio Batista, 1 Ocak 1959’da teslim bayrağını çekti ve çaresiz bir başka diktatörlüğe, Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtı (isyanın lideri Fidel Castro Ruz o sırada doğudaydı.) 2 Ocak’ta da isyancılar Havana’ya girdi. Yeni yönetim bu yüzden her yılın ilk gününde diktatörlüğün yıkılışını kutlar. 26 Temmuz’un anılma sebebi ise bambaşkadır; 1953 yılının 26 Temmuz’unda adanın en doğu ucundaki Santiago’da Batista’ya karşı direniş başlamıştır ve ancak beş buçuk sene sonra nihai sonuç alınacaktır.

Bu Engin Ardıçvari girişten sonra (gerçi o olsaydı “ama bizim basındaki goygoycular bunu bilmezler” diye bağlardı ki evlerden uzak) esas mevzuya geleyim. Fidel Castro’nun devrim yıllarını anlattığı yeni bir kitap (isminin Stratejik Zafer olması bekleniyor) yazdığına ilişkin, son günlerde çıkan haberleri eşelerken, onun Küba’dan yayın yapan bir internet sitesinde uzun süredir bir köşe yazdığını okudum. Sitenin ismi Granma (kıtadaki isyancıları –Che dahil- Meksika’dan Küba’ya taşıyan yatın adıdır esasen), köşenin ismiyse Reflections of Fidel. Comandante’nin yazarlığını belki herkes biliyordur ama ben ancak fark ettim, belki benim gibilere hizmetim dokunur.

Ne yazıyor Castro? Valla ne yazmıyor ki… Ama uzun uzun yazıyor, makalelerinin sonu gelmiyor bir türlü. Başlıklar farklı olsa da temel olarak ABD’ye giydiriyor, sonra iklim değişikliği, açlık vs. dünya meselelerine giriyor, hatta dünya kupasına bile uzanıyor sonra dönüp yine kalaylıyor ABD’yi. Tarzı Çetin Altan’a yakın denilebilir. “Evrenin milyarlarca yıllık ömrü karşısında bizim ömrümüzün kıymeti ne ki” mealindeki bir girizgâhın ardından, “ama bak hâla nelerle uğraşıyoruz” diye hayıflanarak çıkıyor yazıdan. Şimdi kontrol ettim, Altan ‘27, Castro ‘26 doğumlu. Herhalde o yılların havası suyu farklıydı.



Neyse çok uzatmadan, dünya kupası ve iklim değişikliği üstüne Castro’dan serbest çeviri bir iki tadımlık alıntıyla ben de bağlayayım yazıyı:

“Bilgisayar hesapları sayesinde, Hollanda takımının Dünya Kupası’nda 36 yıldır hiç maç kaybetmediği biliniyor.

Hakem Brezilya’yı kupanın dışına itti. En azından Küba televizyonundaki müthiş yorumcunun ısrarla söylediği buydu.

Futbolseverlerin büyük çoğunluğu Uruguay’ın hangi kıtada olduğunu bile bilmez.

İki Avrupa ülkesi arasındaki final, futbolun tarihine en aykırı ve tarihin en donuk karşılaşması olacaktır.

İnsan türü karşılaştığı tüm tehlikelerden paçayı sıyırsa bile, daha büyük ve kaçınılmaz bir başka risk halen kapıda: İklim değişikliği.

Çağımızın en hayret verici yanı, emperyalist burjuva ideolojisi ile türlerin hayatta kalması arasındaki çelişki. Mesele artık, insanlar arası adalet meselesi değil -ki bu bugün mümkün ve bundan asla feragat edemeyiz-, esas mesele hayatta kalıp kalmayacağımızla ilgili.”

Ne demişti Can Yücel? Fidel çok insan bir dev…

savaş soğuksa iyidir



Gazeteciler bazen dalga geçmek, eğlenmek istiyor. Geçenlerde “seksi kızıl” Anna Chapman’ın da dahil olduğu Rus ajanlar yakayı ele verince (ki bu hikâyenin inanılırlığı da tartışılır) Rusya dışında tüm dünya medyasında eğlence doruğa çıktı. İngiltere’de iş Chapman için “The Red In My Bed” manşeti atmaya kadar gitti. Bizdeyse “seksi fotoğrafları için tıklayınız”dan öteye geçilmedi. Allahtan artık Facebook diye bir müessese var, ajanlar bile fotoğraflarını paylaşıyor.

Biz böyle gırgıra dalmışken, ABD’dekiler pek gevşemedi, soğuk savaş parametrelerini yeniden yatırdılar masaya. Böylece bazı gazetecilerin eğlenmekten nefret ettiğini de hatırladık. Düşmüş rütbelerini cilalayan ciddi sorular akıllarında belirmişti bile. “Rusya’dan sevgilerle” diyen bu hanımkız ve aile babası saz arkadaşları, yaşadıkları taşra kasabalarında inceden inceye savaş pratiği mi yapıyordu? Rusya uzmanları hemen devreye girdi, ahkâm kesmeye başladı. Ama olmadı, olduramadılar. Çoktan geçmiş devirleri. Ne zamandır Türkiye medyasındaki bu tip hallenmeler üstüne bir şey yazayım diyordum, bu epey yoğun günümde, eski blog’tan şu eski post geldi aklıma. Mevzu iki günlük Gürcistan savaşı üstüne hezeyan, manzaraysa bugünden farksız. Kendini önemli biriymiş gibi göstermek de harbiden zahmetli iş... Üşenmezseniz aşağıya buyrun:




"Üniversitedeyken neredeyse bütün sınavlarda, cevaplara “Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra…” ilk cümlesiyle başlardık. Doksanlı yılların sonuna geliyorduk. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının üzerinden henüz 10 yıl bile geçmemişti. Çin dünyayla bu kadar haşır neşir olmamıştı. İkiz Kuleler sapasağlam yerinde duruyordu. Türk politikacılarsa Adriyatik’ten taa Çin Seddi’ne kadar uzanan bir rüyanın pençesinde tatlı tatlı mırıldanıyordu.

Glasnost ve Perestroika… Sonrası malum hikâye. Soğuk Savaş’ın sona erdiği iyiden iyiye idrak edilince, stratejistlerin bile ne diyeceğini bilemediği bir dönem yaşandı. Ne de olsa, kızıllarla demokratların arasındaki mücadelenin parametreleri her şeyi açıklıyordu. İlk uyanan, tarihin sonuna geldiğimizi yazan Fukuyama oldu. Muzaffer ABD’nin gücünün sınırlarını belirleyen Fukuyama, bu martavalla epey piyasa yaptı. Sonrası da çorap söküğü geldi. Akademisyenler bir on yıl bizim sınav kağıtlarımızdaki cümlelerin benzerleriyle idare etti. Sonra 9/11 günü geldi çattı.

Kim ne söylese yanlış çıkıyordu. Belirsiz, kontrolsüz, kaotik bir dünya… Stratejik meselelerde ahkâm kesenlerin en az ihtiyaç duyduğu böylesi bir ortamdır herhalde. İslam dünyası üzerinde çalışanlar, terör uzmanları vs. kendilerine yönelik talebin artmasından son derece memnunlarsa da, geriye kalanlar sürekli yanılmanın utancını içten içe hep hissetti. Gerçi onlara neden yanıldıklarını söyleyebilenler de pek çıkmıyordu.

Rusya’nın Gürcistan’daki gövde gösterisi üzerine yazılıp çizilenler, “eski güzel günlere” duyulan bir özlemin ifadesi gibi. “Soğuk savaş geri mi dönüyor” sorularının arkasında, sanki “ah bir dönse de, ne söylediğimizi bilsek” umudu var. Putin’in şahsında güçlü bir Rusya, yenilenen Çin ve savaşkan ama kırılgan bir ABD… Denklemi bu üçlü arasında kurmak daha kolay tabii… Bu yüzden Prag Baharı, Varşova Paktı, Demir Perde tamlamaları çoktandır kaldırıldığı çekmecelerden çıkartıldı. Bana öyle geliyor ki, bir yandan savaşı tukaka ederken bir yandan çaktırmadan Soğuk Savaş güzellemesi yapan daha çok makale okuyacağız. Bir Kuzey Kore’yle, bir Küba’yla gün geçmiyor tabii! Hele ki topuyla tüfeğiyle, şimdi bir de enerji kartıyla daha da güçlü bir Rusya ufukta belirmişse…"

yazının girişinde degaj

İşimiz bu. Newsweek Türkiye’de akıcı bir üslupla, herkese enteresan gelecek notları kullanarak özgün bir haber dili oluşturmaya uğraşıyoruz. Ama bazen elimizden kaçıyor; kolay yola sapıyoruz. Geçen gün bizim yayın yönetmeni Selçuk Tepeli biraz da şaka yollu “haberlere alıntıyla başlamayı” yasaklayacağını söyledi. Özgünlüğü öldüren bu tip yazı girişlerinden derginin son sayısında epey bir mevcut. Hani formül şudur, önce tırnak açarsın, tırnağın içine bir söz yerleştirirsin, sonra da mesala şu tip bir cümleyle devam edersin: “Yukarıdaki sözlerin sahibi olan X aslında başka bir şeyi kastediyordu…” Böyle gider bu. Tatsız tuzsuz bir kıvam işte.

Bence bu konuda şaka yapmaya gerek yok. Yasaklasın gerçekten de. Teşbihte hata olacak mı bir bakalım ama bu alıntıyla başlama işini ben Türkiye'de oynanan futbola benzetiyorum. Şöyle ki: Türkiye’de topu kısa ve isabetli paslarla doğrudan oyuna sokabilen, böylece oyunu takımında tutan kaleci de defans oyuncusu da bir elin parmaklarını geçmez. Hatta hiç yoktur. Bu yüzden kaleci topu hemen degajla ileriye gönderir. Defanstakiler de aynı şekilde rakip yarı sahaya havadan uzun toplar atar ki, günah onlardan gitsin.

Yazının en güzel yerine, yani girişine alıntıyla dalmak da işte o degaja benziyor. Sorumluluğu üzerimizden atıp, okuru başkasına havale ediyoruz. Burada hepimiz açısından geçerli bir problem var. Kendi sözümüzün üstüne başkasının sözünü neden koyarız ki? Başkasının sözü daha mı değerlidir?

rolling stone'u nasıl soydular?


Gerçekten iyi bir işti. Bizde şöyle bir dokunulup geçilmesi ne kötü. Rolling Stone’un Michael Hastings imzalı ve The Runaway General başlıklı makalesinden bahsediyorum. Geçen gün dergide çay içip muhabbet ederken Kaya (Genç), keşke birisi olduğu gibi Türkçe’ye çevirip yayımlasa, dedi. Herhalde kimse buna kalkışmaz, çünkü epey el alacak uzun bir metin. Vaktiniz varsa, okuyun derim.

Hastings’in yaptığı kıskanılacak bir iş. Makalesinin yayımlanmasının ardından, Obama yönetiminin Afganistan’a yaklaşımı hakkında atıp tutan (hem de öyle böyle değil) General Stanley A. McChrystal işinden oldu. General ve ekibi Hastings’i, hem Afganistan’da hem de NATO toplantısı sebebiyle bulundukları Paris’te günlerce misafir etmiş ve onunla muhabbet ederken, bir askerin basına söylemesinin hayal bile edilemeyeceği sözler sarf etmişti. Şöyle düşünün, Ergenekon kayıtları bu muhabbetin açıklığı karşısında solda sıfır kalır. Sonuç ortada. Obama hepsinin içini çekti. Freelancer gazeteci Hastings ve Rolling Stone ise popülerliklerinin doruklarında dolaşıyor.

Şimdi herkes Rolling Stone’u kıskanıyor. ABD’de kimse sadece ‘indie’ işlerle uğraştığı düşünülen ve genelde önemsenmeyen derginin, askeri sulara bu kadar rahatlıkla girip bu malzemeyi çıkartmasını beklemezdi. Ama oldu işte. Denemeden bilemezsin ki. Tabii bir de şu var: Askerlerle röportaja sadece Pentagon’un tanıdığı ve güvendiği gazeteciler gittiği için böyle skandal gelişmeler yaşanmıyor. Dünyanın her yerinde böyle bu; elbette Türkiye’de de farklı değil.

Ama makalenin kotarılmasının sonrasında, Amerikan medyasında Türkiye’de mümkün olmayan şeyler yaşandı. Skandalı başlatan mesele, Hastings’ten gelen makaleyi Rolling Stone’un hemen yayımlamayıp kendine göre bir programa yerleştirmesiydi. Ama makale, bir gece aniden, Time ve Politico’nun internet sayfalarında PDF formatında boy göstermeye başladı. Yani skandal ifşaatları kamuya duyuran Rolling Stone değildi. İşin tuhafı, bu yayınlarda derginin adı ağza bile alınmıyordu. Sanki bu makaleyi birileri kendi kendine hazırlamış, Time ile Politico da şak diye manşete çekmişti. Makalenin ellerine nasıl geçtiğini açıklamadılar.

Rolling Stone anında “bu düpedüz hırsızlık” diye bağırıp çağırmaya başladı. İçeriği çalanlar da meselede “milli çıkar” gördükleri için yayına koyduklarını söylediler. Ertesi gün Rolling Stone kendi sitesinde yayına başlayınca, Time ile Politico da PDF’i kaldırdı ve okurları içeriğin gerçek sahibine yönlendiren bir linkle yetindi. Zaten atı alıp Üsküdar’ı çoktan geçmişlerdi.

Sabah’ın bir atlatma haber hazırladığını, Hürriyet’in de Sabah’ı bile atlatıp haberi kendi işiymiş gibi yayımladığını düşünün. Memleket ayağa kalkar, birkaç tepe yönetici işinden olurdu herhalde. Neyse ki Türkiye’de buna daha sıra gelmedi.

Belki de gelmiştir.

everybody hurts









Kim ne derse desin, İngiliz gazeteleri abartıda buradakilere taş çıkartır. Bir şekilde yöneticilere giydirmek, daha iyisi okurun gözünü korkutmak için gündem arıyorlar. Bulduklarında da acımıyorlar. Dün tam da sevdikleri gibi bir gündü. Yeni hükümetin kemer sıkma politikasının can acıtacağı uzun süredir biliniyordu ama tam olarak ne kadar acıtacağı konusunda kesin rakam önceki gün geldi. Geleceğin başbakanı olarak selamlanan çiçeği burnunda Maliye Bakanı George Osborne bütçeyi açıkladı. Zam, vergi, kesinti, sonra yine zam, yine vergi yine kesinti… Osborne da doğrusu iddialı bir arkadaşmış, eski püskü çantasıyla verdiği pozlarla sembolizmin gözüne gözüne vurdu. “Canınızı yakıcam, hazır olun” diyordu.

Bu pozlardan sonra gazetelerde ön sayfayı hazırlayanlar uzun uzun düşünmüştür. Herkesin kullanacağı fotoğraf belli, adam içinde bütçenin bulunduğu çantayı kaldırmış milletin burnunun önünde sallıyor. Ne yapıp da fark yaratacaklardı? Sınavdan bence The Guardian geçti. Osborne’un elinden öyle kesit aldı ki, çanta tutan el yumruk haline geldi. Üzerine de “Şimdi acıyacak, sonra daha çok acıyacak” deyince tam oldu. The Journal’ın da manşeti güzeldi: “Everybody Hurts.” Sanırım, İngiltere’nin de elenmesini, böylece manşetlerinin güçlenmesini bekliyorlardı, yanıldılar. Bu arada koca ülkede bir tek Independent’in farklı fotoğrafla çıktığını da not düşelim.

Gelelim mesajımıza: Sanırım İngiliz gazeteciler sadece bir günlüğüne Türkiye’de gazete yapsalardı, iyice psikopata dönerlerdi. Millet de gazetesini avuç avuç anti-depresan eşliğinde okurdu. Böyle yoğun gündeme biz gerçekten iyi dayanıyoruz yine de.

normallik ancak bir hafta




Tuhaf bir haftaydı. Türkiye ölçeğinde düşünüldüğünde hiçbir şey olmamıştı. Böyle dönemler burada her sene ancak bir iki defa yaşanıyor. Gazetelerin her biri farklı manşetlerle, kendi özel haberleriyle çıkıyor. Geçen hafta da öyleydi. Ama memleketi köpürtecek özel bir haber de yoktu bu kez. Çarşamba manşetlerini harlatan Salı günkü parti grup toplantılarından bile bir şey çıkmadı. Dibine kadar ısınmak ve azıcık serinlemek arası kararsız kalan İstanbul hava durumu gibi, gazeteler de Dünya Kupası, Ergenekon, Kürt açılımı, bilim-sağlık meseleleri, Türkler’in dünyadaki başarılarından falan medet umup, öfke mi gurur mu şüphe mi, rengini belli etmeyen manşetler attı. Yayın gitmiş de ekranda necefli maşrapa seyrediyor gibiydik.

Biraz süreceğe benziyordu, olmadı. Türkiye’nin topyekûn aynı meseleyi tartışmadığı bir haftalık zaman dilimi bugün sona erdi. PKK saldırısından sonra artık manşetler kilit; bir sonraki olağanüstü ana kadar hep beraber bunu konuşacağız. Merak ediyorum, bu ülke bu kadar yoğunluğu nasıl kaldırıyor ve böyle yaşayan bir başka memleket daha var mı?

un dia feliz


Böyle gazete kaldı mı yahu? Arjantin’nden Pagina 12… Milli takımın rakibini dörtlesin, sen tut “Mutlu Bir Gün” diye manşet at; fotoğraf olarak da yüzleri mavi-beyaz boyalı yumurcakları kullan. Bir milli maça bu kadar naif bir şekilde yaklaşıldığını hiç görmemiştim.

direniş buradan başlıyor



Satışlar her yıl düşüyor, reklam gelirleri azalıyor, içerik internette bedava ama internet siteleri de reklam alamıyor. Dünyanın hemen her tarafında (Japonya ve bir ölçüde Almanya hariç) durum aynı. Haber merkezleri küçülüyor. Gazeteciler boşa çıkıyor, onlar çıktıkça haberler de birbirine benziyor.

Gazetelerin geleceği karanlık. Herkes böyle diyor en azından.

İnternet çağında kaybolup gitmeden bir yere tutunulacaksa, kılavuz bu fotoğraf. Bazı şeylere harbiden de paha biçilemiyor.

Fotoğraf Engin Irız'ın, mekan ankara - aşti

onu siz yaptıysanız bunu kim yaptı?



Sen tut Dünya Kupası için dünya güzeli bir çizelge hazırla; sonra da kendi maçına bin yıllık manşetle çık.

Hiç değilse, İspanya’nın son neferine kadar nüfusunu öğrenmiş olduk.

Ah be Marca!

paris kalesi düşerken



Zurnanın zırt dediği yere geldik nihayet.

100 milyon euro’ya yakın borcu olan Fransız gazetesi Le Monde da satılmak üzere. Gazete, son on yılda okurlarının dörtte birini kaybederek günlük 320 binin az üzerinde bir rakama oturmuştu. Reklam gelirlerinin beşte biriyse sadece geçen yıl buhar olup gitti.

Le Monde’un satışı hem önemli hem de bir tuhaf. Önemli; çünkü 1944’te Direniş ruhuyla kurulan gazetenin o gün bugün en önem verdiği konu editoryal bağımsızlık. Gazetenin müstakbel sahibinin bu hasleti ipleyip iplemeyeceğiyse muamma.

Beri yandan bu satış biraz da tuhaf. Çünkü gazetenin kime satılacağına –bir ölçüde- Le Monde gazetecilerinin kendisi karar verecek. Gazete yöneticisi ve editörlerinin bu ay içinde potansiyel alıcılarla görüşmeler yapması, sadece “kimin ne kadar verdiğine” değil, ayrıca “kimin neyi koruyacağına” da bakıp bir karara varması bekleniyor.

Neredeyse bütün dünya medyasının, patronun iki dudağı arasında olduğu bir zamanda, hiç değilse yeni patronlarını seçebilecekler. İşten atılmamayı, ücret kesintisi yaşamamayı, tatilleri ve ikramiyeleri üzerinde kendi bilgileri dışında düzenleme yapılmamasını müzakere edecekler. Eh, iç güveysinden hallice bir durum ama buradan bakınca yine de fantastik görünüyor.

Sadece buradan değil, ABD’den bakınca da manzara aynı. Örneğin Washington Post grubunun Newsweek’i elden çıkaracağı kesin; ama yeni sahibin kim olacağı hakkında çalışanlarının ne somut bir fikri ne de söz hakkı var.

Peki Le Monde’cular kimi seçecek? Gazeteyle ilgilenen potansiyel alıcılar aşağıda:

Claude Perdriel, Le Nouvel Observateur dergisinin sahibi.
Matthieu Pigasse (Lazard France’ın başındaki bankacı), Pierre Berge (Yves Saint Laurent’nin kurucu ortağı) Xavier Niel (telekomünikasyon yatırımcısı) konsorsiyumu
İsviçre’den Ringier
İtalya’dan Espresso Group (ki La Repubblica’yı da onlar yayımlıyor)
İspanya’dan Prisa (El Pais’i yayımlayan grup)

Hiçbirisi siyaseten Le Monde’a çok uzak isimler değil. Ama okur sayısı düşmüş, reklam geliri bitmiş, kendini çevirmekten uzak bir gazeteye para yatırmak hepsini ürkütüyor. Üstelik içinde o kadar ukâla ve dikkafalı gazeteci varken.

ben bugün bunu gördüm

Fazladan bir şey söyleyeceğimden değil, sadece ne kadar şaşırdığımı ileride hatırlamak üzere üzere not düşüyorum.

Ben bugün bunu gördüm. Büyük olduğunu, en iyisi olduğunu, bütün Türkiye'ye hitap ettiğini iddia eden bir gazetede alt tabakada görülen insanları alenen aşağılayarak, hor görerek yazı yazılabiliyormuş. Yazıyı okumakla, düzeltmekle ve yayımlamakla sorumlu hiç kimse de bu işte bir problem görüp ses çıkarmayabiliyormuş.

İsmi zikretmek bile istemiyorum, aslında örnekleri o kadar çok ki, sadece onlar bu kadar cahil değiller. Daha önce bir siyasi aşağılama biçimi olarak çok yazıldı bu tür yazılar. Aynı gazetede onları halen okuyabilirsiniz.

Ama böylesini ilk defa gördüm. Dünkü "hayati" meselesinde de düşünmüştüm; sadece hizmeti değil, hizmeti veren insanı da satın aldığını düşünen insanlar çoğaldıysa ve bu düşüncelerini hiç beis görmeden köşelerinde yazacak kıvama geldilerse, durum kötü.

hafif müzik'ten hayati müdahale


Eski patronum Mehmet Tez, Hafif Müzik isimli blogunda bu seneki Efes Pilsen One Love Festivali’nde garip bir uygulamanın yer alacağını yazdı. Daha doğrusu olaya dikkat çeken Hayalet Kitap yazarı Doğu Yücel’in bir e-postasına yer verdi. Mesele şu ki, festivalde “Hayati” adı verilen birtakım çalışanlar “alandaki etkinlik maratonunu başarıyla tamamlayan” seyircileri, dilerlerse omuzlarına alacak ya da tuvalet vs. kuyruklarına onların yerine gireceklerdi.

Eh, blogu okuyanlar uygulamayı saçma bulup eleştirdi hemen. Organizatörler durumun vehametini hızla kavramış olmalı ki bir günde olaydan çark ettiler. İyi de ettiler. Bana kalırsa, bu uygulama son zamanlarda karşılaştığım en aptalca fikir. Hepimiz konsere, festivale vs. gidiyoruz. Kendi payıma bugüne dek “birisi olsa da beni omzuna alsa, kuyrukta benim için beklese” diyeni görmedim. Arkadaşlar ne için var ki? Ama bu fikri icat edenler de bir motivasyonla hareket ediyor olmalı. İptal edilen uygulama gerçek bir ihtiyaca tekabül ediyorsa harbiden çok tuhaf.

Ama tuhaf bir şey daha var. Bugünkü Radikal, “Hayati sırtında taşımayacak” başlığı altında bu meseleyi konu ediyordu. Haberin pek eleştirel bir tonu yoktu doğrusu. Sadece Doğu Yücel’in mailinin Tez’in blogunda yayımlanmasından sonra gelen tepkilerin organizatörlerin geri adım atmasına yol açtığını yazıyorlardı. Gazetenin internet sitesiyse dozajı biraz arttırıp aynı habere şu başlığı atıyordu: Köle Hayati özgürlüğüne kavuştu!

İşin komiği ben Hayati işini Radikal’de önceki gün de okumuştum. O zamanki başlık “Hayati’ler hızır gibi yetişecek”ti. Haberde festivaldeki bu uygulama ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Gerçi ballandıran Radikal sayılmazdı; sadece festivalcilerin geçtiği basın bültenini alıp yazıvermişe benziyorlardı.

Bu kadar tuhaf bir meseleyi de eleştirmeyecekse Kültür Sanat servisi ne için var? Etkinlikleri sponsorların ağzından duyurmak için mi? Eh onlar duyurur, Hafif Müzik gibi bloglar da eleştirir; sonra organizasyon geri adım atar, gazete de bu defa bir blogdaki haber yüzünden işin iptal olduğunu duyurur.

Duyurup durur işte.

çok açılmayın, boyunuzu geçiyor



Sinemacılara anlattınız, tamam.
Yazarlara anlattınız, tamam.
Sporculara anlattınız, ona da tamam.

Siz değil başkası anlatınca mı suç oluyor? Ya da Yıldırım Türker’in de isabetle sorduğu gibi mesela Hasan Cemal değil İrfan Aktan anlatınca mı suç oluyor?

Arkadan gelen cümle, Mavi Marmara’ydı, İsrail’di, Ortadoğu Birliği’ydi, Kılıçdaroğlu’ydu falan derken, bugün kimsenin üzerinde durmadığı, durmaya üşendiği bir cümledir. “İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Express dergisinde yayımlanan 'Bölgede ve Kandil'de Hava durumu / Mücadele Olmazsa Çözüm Olmaz' başlıklı yazısı nedeniyle gazeteci İrfan Aktan'ı 1 yıl 3 ay hapis cezasına mahkum etti.”

Uçakta konuştuklarınıza değil, başka gazetecilere de anlatırsanız açılımı, bu cümleyi de unutmayın.

PS: İrfan kardeşimin bu afili fotoğrafını netten buldum, imzayı bilemiyorum.

fisk usulü cesaret testi


Independent’ten Robert Fisk Ortadoğu’yu da basın alemini de iyi bilir. Yardım filosuna saldırı sonrasında bir şey diyorsa dinlemekte fayda var (çeviri Radikal’den):

“(...) Bütün bu manzarada şaşırtıcı olan şu: Birçok Batılı gazeteci (buna BBC’nin yardım gemileriyle ilgili ödlekçe yayınını da katıyorum) İsrailli gazeteciler gibi yazarken, birçok İsrailli gazeteci de cinayetler hakkında Batılı gazetecilerin sergilemesi gereken cesaretle yazıyor. Ve bizzat İsrail ordusu hakkında da cesurca yazan İsrailli gazeteciler var. Amos Harel’in Haaretz’de yayımlanan ve İsrailli subayların bileşimini analiz eden sarsıcı haberi mesela. Geçmişte birçoğu solcu kibbutz geleneğinden, Tel Aviv ve çevresinden geliyordu. 1990’da ordu kadrolarının sadece yüzde 2’si aşırı dindar Yahudilerden oluşuyordu. Bugünse bu oran yüzde 30.”

New York Times neyi eksik ve fazla yazdı derken kastım biraz da bu korkaklıktı. Batı basını bu sınavda çaktı; ama not veren kimse de yok ki.

bir gazeteciyi daha işten attılar




Helen Thomas’ı işten attılar. Ya da hayır, kendisi istifa etti! Bu cümleleri duyamayacağınızı sanırdınız. Ama olabiliyormuş işte. Hearst grubunun Beyaz Saray muhabiri Thomas, Flotilla saldırısından sonra “Yahudiler nereden geldilerse oraya dönsünler” mealinde bir şeyler söyledi. Sonradan düzeltmeye çalışsa da kâr etmedi

Thomas’ı Oğul Bush’a giydirdiği dönemlerde tanımış, Yeni Aktüel’de hakkında bir şeyler karalamıştım. Bir Beyaz Saray muhabiri olarak epey etkileyici bir kariyeri var. Ama tek cümle aslında her şeyi özetliyor: Beyaz Saray’daki brifing odasında her koltuğun arkasında bir basın kuruluşunun adı yazar, onunkinde kendi adı yazıyordu.



Thomas, Kennedy’den beri basın toplantılarında, başkanlar önünde eğilip bükülmeden sorularını sordu. Geri adım atmadıkça bazı bazı onların eğilip bükülmelerine neden oldu. Öyle ki bir defasında Fidel Castro’ya, “ABD ile Küba demokrasisi arasındaki fark nedir” diye sorulduğunda, Küba başkanı “Fark Helen Thomas’a cevap vermek zorunda olmamam” demişti.

Esas maruzatıma geleyim. Thomas’ın işten atılması dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de haber. Hem de ön sayfada. Bu kadar yaşlı ve sembol önemde bir gazeteciyle ilgili bir gelişmeyi kimse umursamazlık etmiyor. Peki kendi gazetelerinde ilgili haberi yazan ya da “vay be, Thomas’ı atmışlar” diyen gazeteciler durup hiç şunu düşünüyor mu: Biz yaşlanınca nerede olacağız?

Türkiye’de yaşlanan (eskiyen) muhabirler, ya köşe yazarlığına ya da yöneticiliğe (ya da ikisine birden) “yükselir.” Köşelerini gün aşırı yazar, bazen de yazı dizileriyle şereflendirirler bizi. Bazıları istifa edip başka işlere atılır. Birkaç istisna dışında yazıişlerinde yaşını başını almış kimseye rastlamazsınız. Sanki muhabirlikte tecrübenin hükmü yokmuş gibi haberlere hep gençler gönderilir. İşin maddi tarafını tahmin ediyorsunuzdur; muhabirlik en az para aldığınız mevkidir. Üstelik yaşlandıkça da, geliriniz artmaz; aynı parayı kazanırsınız. Kimse kıdemli muhabir olmak istemez, o yüzden böyle bir mevki de yoktur. Kısacası Türkiye’de Başbakan’a ve diğer politikacılara yekten çatacak sembol bir isim bulamazsınız. Ki çoğu zaman nasıl da hak ediyorlar!



Kovulmasına neden olan lafı –açık söyleyeyim- tasvip etmiyorum, ama onu 89 yaşına kadar o basın odasında, başkanların önünde öylesi aksi, huysuz tavrıyla tutan, tutabilen geleneği, buralı bir gazeteci olarak kıskanıyorum. “Kıskanıyordum” demek daha doğru; çünkü artık öyle bir şey yok.

Cemal Süreya, Turgut Uyar için yazdığı şiirde “Öldüğü gün/Hepimizi işten attılar” der. Helen Thomas’ın işten atıldığı gün de, zaten kör topal kalmış, bir ayağı çukurda “eski usul” gazetecilik, ölümüne iyice yaklaşmış oldu.

kara pelikan








Kaş yapayım derken göz çıkartmak neymiş görmek isterseniz, National Geographic Türkiye’nin bu ayki sayısına göz atın derim. Kapakta Caretta Caretta’lar var. Sağolsunlar, bir de Yeşil Tatil eki vermişler: Doğa dostu evler, oteller, vs… Her şey güzel, tek bir kusur var maalesef; ekin sponsoru bir 4x4 markası: Jeep. Bilen bilir (bilmeyen de bilsin artık), bu 4x4’lerin pek de doğa dostu bir tarafı yoktur. Yokuşta, rampada, offroad’da yaylana yaylana gitmek iyi ama, o jipler galon galon benzini bir yudumda içer de doymaz. Karbon salımını da ona göre siz hesaplayın. Çevrenin rantı güzel, çok satıyor tamam, ama biraz dikkat edin be kardeşim.

Benzin dedik, aynı minval devam edelim. Yukarıda gördüğünüz resimler, Greenpeace’in, Meksika Körfezi’ndeki son çevre felaketinin müsebbibi BP için yeni logo tasarlama çağrısına icabet edenlerden geliyor. Flickr’de birisi “Black Pelican” da diye isim önerisi de yapmış ki, o da gayet uygun düşüyor.

Şu Flickr adresinde tasarımların komplesini bulabilirsiniz.

new york times neyi fazla yazdı?


İki gün önce ayrıntılı haberciliğiyle ünlü Amerikan New York Times Gazetesi’nin (NYT), İsrail’in yardım filosuna saldırısında neyi eksik yazdığını yazmıştım. Bugün de konuya ilişkin sürüp giden haberlerinde neyi fazla yazdıklarına bakalım.

NYT’yi önemsiyorum, çünkü onun yazdıkları Batı’nın liberal anaakım medyasının da aynası. Haberciliğinin tonu meselenin Batı’da nereye gittiğini gösteriyor. Son meselede, ilk gün şokunun ardından barış aktivistlerinin “aslında kim olduğuna” odaklanmaya başladı. İsrail ve Türkiye’nin dışındaki ülkeler –aktivistlerin vatandaşı olduğu ülkeler dahil- işin dışında tutulmuştu. Şimdi neredeyse İsrail bile denklem harici. Op-ed yazarları dışında kimse lafı İsrail’in görev ve sorumluluklarına getirmiyor. Sonsuz imzalı, ayrıntıcı, objektif habercilik makyajının altında hesap –sadece- aktivistlere özellikle de İnsani Yardım Vakfı’na (İHH) kesilmeye başlanıyor.

Coğrafyaya uzak okur, siz ne yazarsanız o kadarını bilir. Mesela aktivistlerin “terörist” olabileceğine dair kuşkular olduğunu yazarsanız, aklında esasen o kalır. NYT’nin küresel edisyonu olan International Herald Tribune’un bugünkü haberinde, artık İsrail’in yapıp ettikleri yok, sadece İHH’nın ve filoyu örgütleyen Free Gaza Movement’ın temellerine iniliyor.

Elde şunlar var: İHH’nın Fatih’teki merkezine cüzdanlarında parayla akın eden türbanlı kadınlar, “İsrail sayesinde artık meşhuruz” diyen İHH yöneticisi Ömer Faruk, “eski kocam Yahudiydi, şimdi bir Filistinli ile evliyim, antisemit olmak için daha iyi bir neden var mı” diye gazeteciyle şakalaşan Free Gaza Movement kurucusu Greta Berlin.

Dünkü NYT’deki garipliklere el atan Columbia Journalism Review’a (CJR) da buradan selam edelim. Güzel yakalamışlar. Şunu diyordu NYT dün: “Kâr amacı gütmeyen özel bir kuruluş olan Israel Project, gazetecilere, IHH’yı radikal İslamcı, anti-Batıcı bir grup olarak resmeden bir link gönderdi. Link, grubun Hamas’la da ilişki içinde olduğunu iddia ediyor.” Falan filan…

Yani? CJR, doğal olarak, şöyle soruyor: Bir link, iddia edebilir mi? Linkteki yazıyı kaleme alan her kimse, iddia eden o değil midir? Peki yazar kim o zaman? Israel Project mi? Başkası mı? Öylesine biri mi? Bunlar neden haberde açıklanmıyor? Okur neden tahmin yapmak zorunda?

Daha da garibi CJR’nin ayrıntıyı yakaladığı haber ile Herald Tribune’un haberi aslında aynı. Ama küresel edisyonda bu parça çıkarılmış.

Neden böyle oluyor? Cevap zor değil: Bir şeyleri fazladan yazmak isterseniz ama malzeme bulamazsanız suyu bulandırmak da iş görür.

new york times neyi eksik yazdı?


New York Times’ın haber yazmada iddialı olduğu malûm. Hiçbir ayrıntıyı atlamak istemezler. Makalelerin bıktırana kadar uzayıp gitmesini göze alıp, içlerine gerekli bütün malzemeyi katarlar. Maddi hata yapmamak için verileri defalarca kontrol eden “fact checker’ları bulunur.

Gazete, adeti olduğu üzere, dünün en sıcak gelişmesi hakkında, İsrail’den, Türkiye’den ve Avrupa’daki diğer merkezlerden katkılarla upuzun makaleler hazırladı. Ama tuhaftır onca imzaya rağmen, bu defa malzemesi eksikti. Haberler İsrail’in filoya saldırısı, başta İstanbul Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yapılan protestolar ve devlet adamlarının meseleyi kınayan bildileriyle doluydu.

Eksik olan neydi peki? Önce Gazze’ye doğru yola çıkan altı gemilik yardım filosuna Türkler’den başka kimlerin katıldığına bakalım: 50 ayrı ülkeden aktivistler, Avrupa Parlamentosu’ndan 15 milletvekili, 1976 Nobel Barış Ödülü sahibi Kuzey İrlandalı Corrigan Maguire, 2. Dünya Savaşı’nda Yahudi Soykırımını bizzat yaşamış 85’lik Hedy Epstein… Bu bilgiler Türkiye basınında yer aldı. Tıpkı iki geminin Yunanistan ve ABD bayrağı taşıdığının, bir gemiye de 2003'te Gazze'de buldozer altında ölen Amerikalı aktivist Rachel Corrie'nin adının verildiğinin yer aldığı gibi.

New York Times’ın haberinde sadece Nobel ödüllü Maguire’dan bahsediliyor. Bir de gemilerde birtakım parlamenterlerin de bulunduğu notu düşülüyor. Konuyla ilgili haberin genel tonu Türkler’in saldırıya uğradığı ve İsrail – Türkiye ilişkilerinin ağır hasar gördüğü kıvamında. Başka bir vurgu yok, diğer ülkeler meseleden uzaklaştırılıyor. Dünyanın geriye kalanındaki okurlar bu “klasik Ortadoğu krizinde” güvenli bir bölgede tutuluyor.

Demek gazete için o gemide dünyanın dört bir tarafından aktivist ve parlamenterlerin olmasının önemi yokmuş. Okurlarının da önemsemeyeceğini düşünüyor herhalde. Krizin profili düşünce, yok saymak daha da kolaylaşır tabii.

amerika'nın en pis işi - bana yalan söyleme




Araştırmacı gazeteciliğin pirlerinden John Pilger'in harika derlemesi Bana Yalan Söyleme (Araştırmacı Gazeteciliğin Şahikaları altbaşlığıyla) Türkçe'de. Mehmet Harmancı agorakitaplığı için temiz bir Türkçe'yle çevirmiş. Yayımlanalı 3 ay oldu, ben ancak okumaya başlayabildim. Kitap otoritenin karşısında durabilen ender gazetecilerin, Dachau'daki toplama kampından, Çeçenistan'daki kirli savaşa, Felluce'de yaşananlardan Güney Afrika'daki Apartheid rejiminin kurduğu ölüm mangalarına kelle koltukta tanıklıklarıyla dolu. Pilger, toplumsal meselelerde söylenen yalanları da ıskalamıyor. Aşağıda, Fast Food Nation: What the All American Meal is Doing kitabının yazarı Eric Schlosser'in et kesimi işindeki dehşetli çalışma şartlarını anlatan makalesinden bir parçayı aktarıyorum. Schlosser'e göre ABD'deki en kötü iş bu.


"Bugün et kesimindeki en tehlikeli işleri gece geç saatlerde çalışan temizlik ekibi yapar. Bu işçilerden çoğu yasadışı göçmenlerdir. Bunlar ‘bağımsız anlaşmalılar’ olarak anılıp mezbahalar tarafından değil de, temizlik şirketleri tarafından tutulurlar. Saat başı ücretleri üretim işçilerininkinden üçte bir daha azdır. Ve işleri o kadar güç ve o kadar korkunçtur ki, tanımlamakta sözcükler yetersiz kalır. Bugün ülkenin mezbahalarını temizleyen kadın ve erkekler kesinlikle ABD’nin en kötü işini yapıyorlardır. Eski bir temizlik işçisi bana, 'O işi yapmak için insanın gerçekten umutsuz olması gerekir,' demişti.

Bir temizlik ekibi mezbahaya geldiğinde, ki genellikle geceyarısıdır, devasa boyutlu bir pislikle karşılaşır. O gün her biri 500 kiloluk üç ila dört bin sığır kesilmiştir. Mekânın güneş doğmadan temizlenmesi gerekmektedir. İşçilerden bazılarında su geçirmez giysiler varsa da, çoğunluğunda yoktur. Başlıca temizlik araçları 80 dereceye ısıtılmış yüksek basınçlı su ve klor karışımı püskürten hortumlardır. Su sıkıldıkça mekân yoğun bir sisle kaplanır. Görüş bir buçuk metreye düşer. Taşıyıcı bantlar ve makineler çalışıyordur. İşçiler bantların üstünde yürüyen kaldırımlardaymış gibi durup suları püskürtürler. Merdivenlere çıkıp üst geçitleri yıkarlar. Masaların ve taşıyıcı bantların altına, kanlı pisliğin içine girip yağ, dışkı ve et parçalarını temizlerler.


Gözlükler ve güvenlik gözlükleri buharla kaplanır. Tesisin içindeki ısı bir süre sonra 40 dereceyi geçer. Makineler çalışırken ekip üyeleri birbirlerini göremez ve duyamazlar. Yakıcı derecede sıcak ve kimyasal karışımlı suyu birbirlerine püskürtürler. Çıkan buhardan mideleri bulanır. IBP’nin tesislerinde çoğunlukla kullandığı DSC Sanitation Management şirketinin işçilerinden Jesus işte geçirdiği her gece sonunda feci baş ağrılarına tutulduğunu anlattı. Bir arkadaşı her temizlikte kusarmış. Diğer işçiler kusan gençle alay ederlermiş. Jesus kokunun yıkanmakla çıkmadığını, vardiya sonunda ne kadar sabun kullansa kokuyu eve taşıdığını söylemişti."

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...