dünyanın en edebi ülkesi

Belki hayalleri süsleyen o tropik ada değil… Azgın dalgaları aşıp ulaşması zor. Üzerinde hiçbir şey yetişmiyor. Su yok. Korsanların sakladığı efsanevi hazineler yok. Hiçbir şey yok… Pardon var, orada bir tek deniz kuşlarının dışkılarını bulabilirsiniz. O da işinize yaramaz. Tabii patlayıcı madde imal etmiyorsanız veya “Tarlamda sadece 19. yüzyıl gübrelerini kullanırım” diyen bir çiftçi değilseniz.  

Ama sonuçta bir ada. Hem de ada gibi ada. Karayipler’de (resmi olarak adalar ülkesi Antigua ve Barbuda’nın bir parçası) yer alıyor. Kristof Kolomb bile buraya uğramış. Ve hiç oyalanmamış! Ama 1865’te yolu oraya düşen bir tüccar, bu gariban adanın kıymetini bilmiş ve onu sekiz kızdan sonra doğan ilk oğluna hediye etmiş (Efsaneye göre, zamanının İngiltere Kraliçesi Viktorya’ya da “Ben burada krallık ilan edebilir miyim” diye sormuş, o da “Bana isyan etme de ne yaparsan yap” diye cevap vermiş).

Yani tüccarın 1865’te dünyaya gelen oğlu Matthew Shiel, doğrudan tahta doğdu. Sonra da gidip hiç görmediği ülkesinin düşünü kura kura (ve de kendiyle dalga geçe geçe) bir fantastik bilimkurgu yazarı oldu. Ölene dek, tam 67 yıl boyunca hayali dalgalardan oluşan tahtında oturdu. Ve sonunda tacı devretti. 

Peki ama kime? İşte burası hikâyenin gerçek bir edebiyat adamına yakışan noktası. Taç, onu kibarca isteyen herkese gidebilir! Peki onu kim istiyor? 


Kim istemiyor ki? An itibariyle, tartışmalara açık da olsa, ünlü İspanyol yazar Javier Marias tahtın sahibi. Marias’ın unvan verdiği soyluları da sayalım ki dünyanın bu en entelektüel ülkesi sahipsiz sanılmasın. Listenin bir kısmı şöyle: Pedro Almodovar, Francis Ford Coppola, Alice Munro, Umberto Eco, J.M. Coetzee, Frank Gehry, Ray Bradbury, Philip Pullman, Eric Rohmer… Gel de bu ülkeye vatandaş olma!

***

Bu post, GQ Türkiye'nin Haziran 2015 sayısı için mikroülkeler üzerine yazdığım, 'Pasifik'e Doğru Ülkemi Göreceksin Sakın Şaşırma' başlıklı yazıdan. Üstteki fotoğraftaki 'Kral Javier Marias'.




vapur hiç apartman kokar mı?

Düşünün bir Safranbolu evini müteahhite vermişsiniz, yıkıp bir apartman yaptırmışsınız. Özelliksiz, düz, sıkıcı, kapı duvar bir apartman. “Niye böyle yaptın” diyenlere “Ama bu yeni” diyorsunuz. 

İşte İstanbul’un yeni vapurları Göksu, Durusu, Küçüksu da böyle… Yeniler. Başka da hiçbir şey değiller. Zevksizler, yavanlar, sıradanlar ve İstanbul vapuruna benzemiyorlar. 

Bunları tasarlayanlar İstanbul’da hiç vapura binmiş midir, gerçekten merak ediyorum. En basiti, büfe hemen girişin önünde olur mu? Sabahları vapurla işine okuluna gidenlerin illa ki durakladığı yer o büfeyken. Daha girişte kaos. Gerisini zaten vapurlara inip bindikçe siz de göreceksiniz. Maalesef. 

Post’un başındaki apartman benzetmesi boşuna değil. Daha ilk seyahatte duyduğum şey apartman kokusuydu. Büyük bir apartmanın boya ve beton kokusu… Gitmiyor. 


Bir vapur hiç apartman kokar mı? 

kuğu

Robotbilim alanında da çalışan İngiliz yazar Dylan Evans’ın ‘Utopia Experiment’ isimli kitabını okuyorum. Bir ara, ‘sürü zekâsı' diye bir kavramdan bahsediyor. Biliminsanları, çok gelişkin olmayan birtakım robotları alıp, onları beraber çalışmaları için programlıyormuş. Ana fikir, her biri tek tek aptal olsa da ortak bir zeka üretmeleri. “Robotlarla çalışırken, biz insanlarda sürecin tam tersine işlediğini gördüm” diyor Evans. "İnsanlar tek tek zeki varlıklar ama toplum içinde ortak bir sersemliğe sürükleniyorlar.”

İskoç gazeteci yazar Charles Mackay, 1841’de ‘Halkın Sıradışı Vesveseleri ve Kitlelerin Deliliği’ isimli bir kitap yazdı. Ekonomi balonları, Haçlı seferleri, cadı avları gibi türlü beladan toplumu sorumlu tutuyordu. Şunu söylüyordu mesela:  “İnsanlar sürüler halindeyken delirir kendilerine ancak tek tek ve yavaş yavaş gelirler.”

Siz de okudunuz, oyuncu Beren Saat dün Instagram hesabından bir fotoğraf paylaştı. Anne kuğu ve iki yavrusu… Sosyal medyada “CHP-HDP-MHP koalisyonundan bahsediyorsun” diye epey azar ve küfür yedi. Saat de “İnsanlar aklını kaybetti” diyor. Haklı. 

En hızlı, en çok ve en sakınımsız, sosyal medyada deliriyoruz. Keyfimiz o kadar yerinde ki kendimize gelmemiz de zor artık. 

ne dediler?




‘Eyyyy’Guardian değil, ‘paçavra’ New York Times değil, birçok AKPlinin bin bir hezeyanla “başka hesapları var” dedikleri yabancı gazeteler değil… Çok da bakmadığımız dış basın. Fransız, Hollanda, İspanyol, Portekiz gazeteleri bu gördükleriniz. 

Tıpkı diğerleri gibi zamanında ‘Yeni Osmanlılar geliyor’, ‘Türkiye yükselişte”, “Boğaz’ın sultanları’ haberlerini yapanlar yani.

Üç senedir dış basına lanet yağdıranlar arasında “Hesap varsa o zaman da vardı” diyeni bulmak mümkün değil elbette. Kif kif gülüyorlardı o zaman.

Bu sayfadaki gazeteler uzaktan bakmış, şunları demiş:

Nrc.Next (Hollanda): Demokrasi böyle bir şey (Biraz serbest bir çeviri)
La Vanguardia (Katalan): Türkiye, Erdoğan’ın gücünün artmasına karşı koydu.
Liberation (Fransa): Düşüşteki Osmanlı
Publico (Portekiz): Kürtlerin sesi HDP, seçimde belirsizliğe giden yolun kapısını açtı
Volkskrant (Hollanda): Erdoğan’ın partisi ağır yenilgi aldı.

Ne yazsalardı bir seçimden sonra? Ne yazılabilir? “Seçmen AKP’yi uyardı” mı desinler hükümet yanlısı gazeteler gibi?

Merak ediyorum: Bugün dış basın hakkında komplo teorisi üretenler, acaba bütün dünyaya hükümetlerin gözüyle mi bakıyor? Kablolar yanar bu bakışla. 
 

baraj


Doldurmuşlar televizyonu, dinliyoruz. Gidişatı yorumluyorlar. Seçimi, seçmeni, geçmişi, geleceği yorumluyorlar. Akil adamlar, bilge adamlar… Zaten genellikle adamlar. Aralarında pek kadın yok. Türkiye’ye gitmesi gereken yönü gösteriyorlar.

Seçimden önceki üçer yazılarını okumak yeter. Numune kabilinden bir ikisi hariç, sınıfta kalmışlar. Sonuçlara yaklaşamamışlar bile. Zamanında birçoğu, anket şirketlerini kıyasıya eleştirmekten geri durmuyordu. Şimdi şapkayı önlerine koysunlar: “Ben neden bu ülkenin siyasetinden bu kadar habersizim” desinler. Demeyecekler tabii. Onun yerine ekranlardan akıl satacaklar.

Bir gazetecinin bu kadar hata yapma, bu kadar yanılma lüksü yok. Toplumunu tanımıyorsa, çekilsin kenara. Barajı aşamadılar çünkü.

evimden ağaçlarıma iki bin adım



Bui Thi Din. 58 yaşında. Gezegendeki yedi milyar 310 milyon kişiden biri. 

Geo'daki ‘dünya vatandaşı’ köşesini seviyorum. Gerçekten başka, bambaşka insanların hayatlarını getiriyor önümüze. 

Mayıs sayısında Vietnam’daki La Doc kasabasının Yen Loc köyünde mangrov yetiştiren Bui Thi Din isimli bu tatlı, sade, vakur kadınla konuşmuşlar. Dönüyorsa, dünya onun gibi insanlar sayesinde dönüyor. Röportajdan bazı soru-cevaplar: 

Size göre vatan nedir? 
- Bana göre vatan, kocamın, oğlumun ve iki kızımın olduğu yerdir. Birlikteyken mutlu bir aileyiz. Dünya malında gözü olan birisi değilim ben. 2005 yılında evimizi ve bütün ekinlerimizi doğal afette kaybettik. Su her şeyimizi alıp götürdü. 

En güzel yılınız hangisiydi?
- 20 yaşımdayken Hanoi’de düzenlenen, ağaç türleri ile ilgili bir konferansa gitmeme izin verilmişti. Orada çok şey öğrenmiştim. 

En son aldığınız hediye neydi?
- Geçen yıl bir yardım kuruluşu bana adım-sayar hediye etti. Şimdi adımlarımı sayıyorum. Evimden mangrov ağaçlarımın bulunduğu yere iki bin adımlık bir mesafe var. 

En güzel hatıranız nedir? 
- Dağlarda doğdum. Yeşil ormanları ve şırıl şırıl akan suları hatırlıyorum. Br gün annem bana yeşil bir etek hediye etmişti; onu giyip kız arkadaşlarımın yanına gitmiştim. Sanırım hayatımın en mutlu günüydü o. 

Size göre gereğinden fazla kıymet verilen şey nedir?
- Bence bazı insanlar kendilerini bir şey sanıyor. Ellerinden pek çok işin geldiğini iddia ediyorlar ama bunların birini bile doğru düzgün yapmıyorlar. 

Geo, Mayıs 2015 (Röportaj: Diana Laarz) 

kendin gibi

Kendiniz gibi çalın, derim. Halkın istediğini çalmayın. Ne istiyorsanız onu çalın ve bırakın halk da siz ne yaptıysanız onu dinlesin. Bu onların on beş, yirmi yılını alsa da… 

Thelonious Monk

Bazen kendiniz gibi çalabilmeniz için çok uzun süre çalmanız gerekir. 

Miles Davis

Fotoğraf 1948’ten, Dizzy Gillespie (Herman Leonard’ın objekitifinden).

sabaha karşı

yorgun argın çıktık gemiden
bütün gece deniz korkuttu bizi
demir tarar, fener sönmüş, mendirek, kaya
bereket şarabımız vardı iki testi
çiy balık yemiştik, zeytin, bazlama
pompa çalışmaz, maşrapalarla boşalttık
dipteki suyu, karanlığı ve uykuyu
sabaha karşı çıktı kırmızı ay

melih cevdet anday

yazı yazıyoruz a

Canım Mercan Ustam! Ellerinden hürmetle öperim. Biz de bir zanaat ehliyiz. Yazı yazıyoruz a! Ne Mercan Usta'ya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne yazmaları boyayanlara, ne kalıpları dökenlere, ne çeşmibülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. Saygı duymadık da ne oldu? Dünyayı birbirine kattık işte...  Sofralarımızı, kapılarımızı, gönlümüzü kapadık. Kapadık da ne ettik? Dünyayı birbirine kattık...

Sait Faik Abasıyanık 

otları çoktan biçtik

Bir romana daha güzel isim olabilir mi: Otları Çoktan Biçtik… Ben de bu isimle bir roman yazmak isterdim. Başka talibi varsa elini korkak alıştırmasın, Gabo Amcasından bir hediye olarak kullanabilir. Çünkü böyle bir roman var ama yok; yok ama aslında var… Hiç yoksa, harika bir hikâyesi var…


(...) Olduğumdan da sıska ve solgundum, annemler fazla çalışmanın etkilerinden kurtulabilmem için -mektuplarında öyle yazıyordu- beni Sucre’ye çağırdılar. El Universal daha da ileri giderek, veda yazısında beni son derece yetenekli bir gazeteci ve yazar olarak kutsadığı yetmezmiş gibi, başka bir yazıda da benim olmayan bir ada sahip, var olmayan bir romanın yazarı olduğumu iddia etti: Ya cortamos el heno (Otları Çoktan Biçtik). Bunun yeniden romancılığa dönmek gibi bir amacımın kesinlikle  olmadığı bir ana denk gelmesi daha da tuhaftır. Hector Rojas Herazo, tartışmalarımızı zenginleştirmek için daktilosunda yazı yazarken icat ettiği, tepeden tırnağa Latin Amerikalı hayali yazar Cesar Guerra Valdes’in bir katkısı olarak bu adı icat etmişmiş aslında. Hector kente taşındığında El Universal’de Cartagena’ya geldiği haberini yayımlamış, ben de ‘Nokta ve Satırbaşı’ adlı köşemde ona selam ederek, uyuyan bilincinden çıkartacağı özgün ve dev bir anlatıyla üzerindeki tozu silkeleyeceğini umduğumu dile getirmiştim. Nerede ve nedendir bilmiyorum ama, romanlarımın üzerine yazılan bir denemede güzel adını Hector’un icat ettiği bu hayalî romandan, yeni edebiyatın başyapıtlarından biri olarak söz edildi. 


Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak, Can Yayınları (Çeviri: Pınar Savaş)

ölmeye karşı koyabilmek için

Bize bilet satan ve bir zamanlar yirmi otuz adamın telaş içinde yaptıklarını tek başına yapan memur hariç, istasyonda kimsecikler yoktu. Sıcak acımasızdı. Demiryolunun öte tarafında Muz Şirketi’nin yasak kentinin kalıntıları görünüyordu: kiremitleri uçmuş çatısız malikâneler, solmuş palmiyeler, fundalıkların orasında burasında hastaneden arta kalanlar, patikanın öteki ucunda, tirit gibi ihtiyar badem ağaçlarının arasında Montessori evi, istasyona bakan, o tarihi büyüklüğünden hiçbir iz kalmamış taş döşeli meydan. 

Baktığım her şey ölmeye karşı koyabilmek için dayanılmaz bir yazma kaygısı uyandırıyordu yüreğimde. Böyle hissettiğim hiç olmamıştı diyemem ama o sabah bir esin krizi geçirdim diyebilirim; evet, o lanetli sözcük, esin; öylesine gerçektir ki, küllerine zamanında kavuşabilmek için önüne ne çıkarsa yıkar geçer. 

İstasyonda ya da dönüş treninde annemle bir şey konuştuk mu hatırlamıyorum. Pazartesi günü teknede şafak sökerken, uyuyan bataklıktan esen meltemin serinliğinde, annem benim de uyumadığımı fark ederek sordu: 

“Ne düşünüyorsun?”

“Yazıyorum,” dedim sonra daha sevecen davranabilmek için kendimi zorlayarak, “ofise varınca ne yazacağımı tasarlıyorum desem daha doğru olur” diye ekledim. 


Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak, Can Yayınları (Çeviri: Pınar Savaş)

1934



Nasıl bir yılmış ama... Henry Miller, o sıra evrenin başkenti Paris'te Yengeç Dönencesi'ni yayımlıyor. Smoke Gets in Your Eyes, Paul Whiteman ve orkestrasının yorumuyla ABD'de listelerde bir numaraya oturuyor.

Miller ile Whiteman birbirine hiç değmiyor. Yaptıkları emsalsiz ama hisleri birbirine Atlantik'in iki yakası kadar uzak. On yıllar sonra başka bir yerde birleşiyorlar.

esnek çelik

Türkçe olağanüstü bir dildir — barındırdığı olanakları daha yeni yeni anlayıp kavrayabiliyoruz. Türkiye üzerine yaptığım bir konuşmada 'esnek çelik' eğretilemesini kullanmıştım. Felsefe açısından da, gizilgüç olarak, son derece zengin bir dildir; ama, bu açıdan, pek az işlenmiş, düşünce dile getirme olanaklarının pek azı gerçekleştirilmiştir.

Demiş Oruç Aruoba... "Türkçe'de felsefe yapılır mı" tartışması üzerine bakınırken Aruoba'nın yıllar önce Kuzey Yıldızı isimli internet sitesine verdiği röportajı buldum. Kaydını buraya düşeyim. Yeni yıla da felsefeyle giriş yapmış olayım. 


şeyh uçmaz müridi uçurur

Vladimir Putin'in doğum günü her zaman olay. Rusya lideri 58 yaşına bastığında Moskova Devlet Üniversitesi’nden gazetecilik öğrencisi genç kızlar, Putin şerefine (o zaman başbakan) bir takvim hazırlamışlardı. Bu seksi takvimde, kızların pek giyinik olmayan fotoğraflarına eşlik eden yazılar bir tuhaftı: “Putin, sen orman yangınlarını söndürüyorsun ama ben halen yanıyorum!” Putin takvime bayıldı, kızların cesaretini takdir etti. 

59’uncu doğum gününde, kendilerine ‘Putin’in ordusu’ ismini takan genç kızlar liderlerine kek pişirdi. Nil Karaibrahimgil tadında “Kalktım, sana kek yaptım” diye takılan, bu halleriyle bir de video yayınlayan kızlar, doğru tahmin ettiniz, yine yarı çıplaktı. Ee, bu keklere o kadar zahmet verilmiş, halk da yesin ki ağızları tatlansın, sandıklara daha bir şevkle gitsinler. Göz ardı edilmedi, bir başka doğum günü organizasyonu, ‘Putin’in Mutfağı’ Kremlin Meydanı’nda halka servis yaptı.

60 yuvarlak rakam... O senenin doğum günü törenleri elbette daha görkemli olmalıydı. Oldu da. Liderlerini hayattaki her şeyden daha çok sevdiklerini söyleyen gençler “Putin için elinizden gelenin en iyisini yapın” diye kampanya başlattı. Elden ne gelir? Kendilerini karakuşak judocu olarak yetiştirebilirlerdi mesela. Ama o da yetmedi. Moskova’da ‘Dünyanın en iyi kalpli insanı Putin’ ismiyle bir sergi düzenlendi. Duygular şelale oldu; dünya liderinin iyilikleri, sevenlerini gururlandırdı, ağlattı. 

Gelelim bu yılın törenlerine... Kapatılan yollar, konvoylar, Vladivostok’tan St. Petersburg’a Rus semalarında başkan şerefine eşgüdümlü dalgalanan binlerce bayrak, evet eksik olmadı ama bunlar hep devlet erkânının meşgalesiydi. Liderini yüzde 84’le destekleyen halkı böyle resmi işler kesmedi! Ne yapsın sevgisini sergilemek isteyen Putin âşıkları, gittiler, saatlerce bekleştikleri kuyruklara girdiler. Ne için? Üzerinde Putin resmi bulunan bir adet tişört 
edinebilmek için. 
Bu tişörtler o kadar sevildi ki, çılgınlık bugün halen devam ediyor. An itibariyle Moskova’da yer gök Putin... Çayınızı Putin’li kupayla içiyorsunuz; üşürseniz bereniz Putinli, sıcak denizlere inmek isteyene Putinli bikini, sevgililerin ellerini -en azından eldivenlerinde- Putin birleştiriyor. Rozetler, havlular, sweatshirt’ler, aklınıza ne gelirse. Putin her yerde. Tasarım Putin tişörtleri satan Alexander Konasov rubleye rubleye demiyor. Oradan aldığı tişörtü üzerine geçiren ünlüler (Mesela atlet Yelena Işınbayeva), selfie çekip paylaşmayı görev biliyor.

Bu sene diğerlerinden siyaseten de farklıydı. Özellikle Kırım’da ve Doğu Ukrayna’da müdahaleci siyasetiyle dünyanın tepkisini çeken liderlerini halk daha bir bağrına bastı. Abarttıkça abarttı. ‘Set’ isimli Putinperver gençlik organizasyonu Kırım’da yaşananlara özel tişörtler de üretti mesela. Bunlardan birinde ‘küçük denizci Putin’ Kırım’daki evine dönüyordu. Diğerinde yüzleri maskeli Rus yanlısı militanların üzerinde ‘Kırım’ın kibar insanları’ yazıyordu. 

Set’in işi gücü bu. Hepsi okumuş, hali vakti yerinde çocuklar. Paralarını Putin’i yere göğe sığdıramayan ürünler tasarlamaya harcıyorlar. Nil Karaibrahimgil demiştik başlarda, mevzu yine onun yazdığı sözlere benziyor: “O beni prenses peri sanıyor, ne hata yapsam geri sarıyor, mitolojiden biri sanıyor, bendeki de saç, o taç görüyor…”
İlgili örnek de gelsin hemen. Set organizasyonundan Putin’le de tanışmayı beceren biri, Newsweek’e verdiği röportajda ona bir eylem planı sunduğunu anlatıyor. Şöyle demiş liderine: “Hepimiz saçımızı sizin gibi sarımtrak kızıla boyasak da eyleme dursak,  güzel olmaz mı” Aldığı cevap sert: “Ben başkan olduğum sürece, kızıl renkte hiçbir eylem olmayacak!” Hedef bazen şaşıyor tabii. 


Üniversitedeki ilk sosyoloji dersinin ilk saatinde hocamız Ayhan Aktar, “İlk şunu bilin” demişti: “Şeyh uçmaz müridi uçurur.” Böyle müritlerle Putin uçmasa kabahat!

Bu yazı 14 Aralık 2014 tarihli Hürriyet Pazar'da yayımlanmıştır

gün olur alır çatımı giderim


Evim, güzel evim… Orijinal ismiyle 'Home Sweet Home’. Bu kısa ve büyülü animasyonu, “Clint Eastwood çekmiş” deselerdi inanırım. Aynı sükûnet, aynı hüzün, aynı vakar… Hatta bir sahnede klasik western filmlerine selam bile var. Birdenbire gelen, nedensiz bir selam, yine de hoşuma gitti. 
Film, sürdüğü yaşamdan sıkılan bir evin, bir sabah aniden başını (ya da çatısını) alıp gitmesiyle başlıyor. Sonra da olaylar gelişiyor. Çizimler muazzam, hayalgücü on numara!

Clint Usta değil ama Pierre Clenet, Alejandro Diaz, Romain Mazevet ve Stéphane Paccolat isimli sanatçılar çekmiş (Supinfocom Okulu, Arles). Bu sene almadıkları ödül kalmamış. Hak etmişler doğrusu. 

zamanımızın bir kahramanı

Seçimleri bana her zaman isabetli gelmiyor ama Time sanki bu yıl hayırlı bir iş yapmış. Ebola savaşçılarını ‘Yılın İnsanı’ seçmişler. 

Haklılar. Her biri ‘zamanımızın bir kahramanı.’ Dünyanın en zor işini bu sene onlar yaptı. Yapmaya devam ediyorlar. 

Kimi hayatını kaybetti, kimi ‘Virüs kaptım mı kapacak mıyım’ diye günlerce kuşkuyla yaşadı. Ama oradaydılar. Kimsenin girmediği Ebola Afrikası’na girip çaresiz hastaları yaşamları pahasına tedavi ettiler. Onlar gitmese hiçkimse gitmeyecekti. Hakları ödenmeyecek.

Ebola gündeminin en sıcak döneminde, onlardan biriyle, Sınır Tanımayan Doktorlar’dan İzlandalı hemşire Gunnhildur Arnadottir’le konuşmuştum. Sierra Leone’den henüz dönmüştü. Kontrol altındaydı. Yorgundu. İlk fırsatta geri döneceğini söylemişti. 

Bu sene benim de kahramanım o.


Gunnhildur Arnadottir… Bizim kulaklarımıza çok yabancı, çok uzak bu isim, kahraman bir sağlık görevlisine, İzlandalı bir hemşireye ait. O, bugün bütün dünyanın korkuyla izlediği, girişin çıkışın maksimum düzeyde sınırlandığı bölgede, ölümcül koşulları göze alarak görev yaptı. Sierra Leone, Gine, Liberya ve Nijerya'yı kasıp kavuran Ebola virüsüne karşı yürütülen savaşın en sıcak cephelerinde yer aldı. İki ayı aşkın süre, Batı Afrika'nın her şeye, her yere uzak köylerinde, 35 derece sıcağın altında sıfırdan inşa ettikleri çadır hastanelerde çalıştı. Yüzlerce hasta baktı; yüzlerce ölüm  gördü. O hastanelerde ölenlerin bazıları, tıpkı kendisi gibi, olabilecek en zor şartlarda Ebola'ya karşı savaşan doktor ve hemşirelerdi. Yaşamlarını bu uğurda kaybeden bu sağlık görevlileri, yine tıpkı Arnadottir gibi, Ebola hastası onlarca insanın iyileşmesini de sağlamıştı.

Ebola virüsü, Batı Afrika'da 40 senedir dönem dönem hortluyor. Tıp dünyası virüse karşı henüz bir ilaç üretebilmiş değil. Haziran ayından beri devam eden son salgın, virüsün bugüne dek en öldürücü versiyonu olarak kayıtlara geçti. Dört ülkede 1700'ün üzerinde vaka gözlendi; şu ana dek 960 can kaybı yaşandı. Hastanelere geç başvurulduğunda, kurtuluş imkânı çok azalıyor. Bu yüzden bazı bölgelerde ölüm oranları yüzde 90'ların üzerine çıktı. Öyle bir dönem geldi ki; hasta yakınları ‘gidenler geri dönmediğinden' virüse yakalananları hastaneye götürmeyi redddediyordu. Bu da virüsün müthiş bir hızla yayılmasına yol açtı.
Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) örgütünde yer alan Arnadottir, hastaların inancının kaybolmaya yüz tuttuğu bu bölgelerde çalıştı. Önce Gine'de bir ay, ardından Sierra Leone'nin uzak kasabası Kailahoun'da beş hafta görev yaptı. O ve arkadaşları, MSF'in bu köylerde sıfırdan kurduğu hastanelerde, bir anlamda kendi yaşamlarını riske atarak, ölüm oranlarını kısa bir sürede yüzde 60'lara çekmeyi başardı. Zorlu görevinin ardından bir süre dinlenmek üzere, geçen hafta yaşadığı şehir Oslo'ya dönen Arnadottir'le, Afrika'da yaşadıklarını konuştuk. Virüsten etkilenip etkilenmediğininin saptanacağı üç haftalık bir kontrol süresinden geçen Arnadottir, halen o kadar yorgun ki, konuşmakta dahi zorlanıyor. Yine de geri dönmek istediğini söylüyor.
Ne koşullar altında çalışıyordunuz Afrika'da?
-Çadırdan hastaneler kurduk. Sıfırdan… O koşullarda öyle bir hastanede nasıl çalışılabilecekse o şekilde çalıştık. Muazzam bir sıcak vardı. En zoru, korunmak için giydiğimiz o kıyafetlerdi. Düşünün, Afrika'dasınız. Bir sauna gibiydi. Ve o durumdayken hastalar akın akın geliyordu. Yapacak çok iş vardı. Hiç durmadan çalıştık.
Ebolayla savaşırken meslektaşlarınızı kaybettiniz. Siz de yaşamınızı riske atmış olmadınız mı? Korkmuyor muydunuz çalışırken?
-Korkmuyordum. Korunmaya ve çevre koşullarına dikkat ettiğiniz takdirde çalışmaya devam edebiliyorsunuz. Ama zor tabii. Düşünün, hastalara çok yakın olmak zorundasınız. Yine de gerçekten korunma tedbirlerini aldığınız takdirde ebola bulaşmıyor. Bir de Sınır Tanımayan Doktorlar'da personelin korunması bir numaralı öncelik.
Nasıl sağlıyorsunuz bunu?
-Genel kurallarımız var. El sıkışmayız. Birbirimize dokunmayız. Kalabalık yerlere girmeyiz. Çok kuralımız var; ancak bunlara uyarak hayatlarımızı gerçekten koruyabiliriz.
Risk abartılıyor mu yani?
-Hayır, çok düşük bütçelerle çalışan, koruma ekipmanı olmayan devlet kliniklerini düşününce basının abarttığını söyleyemem. Ama bizim gibi, yüksek tedbirlerle çalışan sivil toplum örgütlerinde risk görmüyorum. Yine de, çok çok az araç gerece ve paraya sahip, çok kalabalık ve çok yoğun çalışan kliniklerde çalışanlar gerçekten tehlike altında.
Hastaların ‘giden geri dönmüyor' diye hastanelere gitmediği söyleniyor. Siz de yaşadınız mı bunu?
-Ebola'nın Afrika'da bu denli yayıldığı ilk örnek bu. Bu meseleyi düşünürken bunu akıldan çıkarmamak lazım. İnsanlar hastalığı bilmiyor. Doğaldır, bilmediğiniz şeylerden daha çok korkarsınız. Bu yüzden, direniş diyemem ama kuşkuculukla çok karşılaştık. İnsanlar şüphe duyuyordu. Hele de en başlarda… Hastalar kliniğe çok geç başvuruyordu. Geldiklerinde iş işten geçmiş oluyordu. Ölüm oranı çok yüksekti. Akrabalar, hastaneye gidenlerin geri dönemediğini görünce daha da korktular. Bu yüzden çok dedikodu çıktı. Kimse hastasını hastaneye getirmek istemiyordu.
Halen böyle mi?
-Hayır, hastaneden tedavi olmuş şekilde çıkan ilk hastayı gördükleri an durum değişti. En azından olumsuz reaksiyon azaldı. Özellikle erken başvurduklarında tedavi görmenin işe yaradığını da anladılar. Artık halk arasında tedaviye inanma oranının yükseldiğini düşünüyorum.
Peki Ebola'ya ne zaman çare bulunacak? Fikriniz var mı?
-Şu anda piyasada resmi olarak onaylanmış bir tedavi yok. İlaç yok yani. Ama hastaneye erken gelindiğinde ölüm oranlarını yine de düşürebiliyoruz. Vücudun virüsü yenmesi için gerekli ortamı sağlamaya, vücudu desteklemeye çalışıyoruz. Hastanın güçlenmesi gerekiyor. Ölüm oranları bazı noktalarda yüzde 90'larda... Ama biz erken başvurular geldiğinde kendi kliniğimizde yüzde 60'ların altına düşürmeyi başardık. 
Ciddi bir oran bu…
Hem de çok ciddi… Bağışıklık sistemini destekliyoruz. Multivitaminler, sıtma ilaçları, antibiyotikler kullanıyoruz. Önceden var olan veya ebolaya eşlik eden diğer problemleri çözmeye çalışıyoruz.  Vücudu ayağa kaldırmaya uğraşıyoruz. Ama en önemli unsur, gıda ve sıvı desteği. Hastalar susuzluktan ve açlıktan da bitap düşmüş oluyor çünkü.
Çok zor koşullarda çalıştınız. Çalışırken nasıl sakin kalıyordunuz? Kafanızı boşaltmak için zamanınız oldu mu?
-Çok sayılmaz. Şu anda bile o kadar yorgunum ki… Birçok insan bu işi iki aydan daha çok yapmaz. Boş zamanımız pek olmadı ama dinlenmek gerektiğini de biliyorduk. Başka türlü orada sağlıklı bir şekilde ayakta kalamazsınız. Uyumaya çalıştık. Yemeğimiz kabul edilebilir düzeydeydi. Haftada bir, bir araya gelip iş dışında bir şeyler de konuşmayı deniyorduk ama pek de mümkün olmadı. Böylesi duygusal stres yaşadığınız bir ortamda çalışırken zihninizi korumanız da çok önemli. Gördüğünüz onca ölüm ve korkunç sahnelerin sizi etkilemesine izin verirseniz çökersiniz. Orada olmanızın da hiçbir anlamı olmaz.
Dönecek misiniz peki?
-Şu anda bir planım yok. Sierra Leone benim ikinci Ebola görevimdi. Üst üste bir ay Gine'de beş hafta da Sierra Leone'de çalıştım. Ama tecrübeli personel eksiği var. Bu yüzden de dönmek zorunda olduğumu düşünüyorum. Kendimi birazcık topladığımda geri döneceğim.

dünyanın ucundaki feribot

Dünyanın en güzel plajları orada... Okyanus dalgalarında yıkanan filler orada. Kumsala sıfır, dev ormanlar orada. Gökkuşağının her renginde envai çeşit balık, papağanlarla dolu bir mini ada, denizin içinde yürüyen insanlar, kıpkırmızı, masmavi, yemyeşil gökler orada... Modern dünyaya ait hiçbir Allah’ın kuluyla ilişki kurmak istemeyen, kendini dışarıya tamamen kapatmış, kadim yerli halklar orada.

Coğrafi tarif verelim: Andaman (ve Nicobar) Adaları, Bengal Körfezi’nin yanıbaşındaki Andaman Denizi’nde irili ufaklı tam 572 adadan oluşuyor. Tayland’a çok yakın ama Hindistan’a bağlılar. Çok azında (40’a yakın) insan yerleşimi mevcut. Birçoğu turizme kapalı. Bazılarına, örneğin Kuzey Sentinel Adası’na isteseniz dahi ayak basamazsınız. Oradaki yerli halkı gören bilen yok. 

Diğerlerinin arasındaki ulaşım, tahmin edersiniz, deniz yoluyla. Genelde küçük, derme çatma feribotlar bunlar; bir binen bir daha binmeye çekiniyor. Ama içlerinden biri, heybetli görüntüsüyle, konforuyla kolayca aralarından sıyrılıyor. İsmi Samsun... Evet, Samsun! Bir zamanlar İstanbul’dan İzmir’e yolcu taşıyan ünlü Samsun feribotu, bugün dünyanın bir ucunda, tamamına yakını Türk mürettebatıyla bir adadan diğerine yol alıp duruyor.  Dünya üzerindeki cennette ulaşımı Türkler sağlıyor. 
Samsun orada ne arıyor? Öğrenmek için birkaç yıl öncesine uzanalım. İki binli yılların başında önce İstanbul-İzmir arasında yolcu taşıyan, ardından da Yunan adaları arasında cruise seferleri yapan Samsun’un kısmetine yaklaşık iki buçuk sene önce dünyanın bir ucundaki bu adalar düşmüş. Feribotun sahibi Denizline firması, Andaman Adaları’nı kalkındırmak, oradaki iç ve dış turizmi hızlandırmak isteyen Hindistan hükümetine taşıtı kiralamış. Samsun o gün bugündür uzak denizlerde geziyor. 350 kişilik yolcu kapasitesiyle, adaları ve adalıları birbirine bağlıyor.

Geminin süvarisi (birinci kaptan) Semih Salgıncı’ya ‘cennette hayatın nasıl geçtiğini’ soruyorum: Mesai mesaidir tamam da her gün büyüleyici bir manzaraya uyanmak insanı gençleştiriyor mu? Yoksa bıktırıyor mu güzellik? Çarkçısından aşçısına yirmi küsur Türk’ün canının sıkıldığı oluyor mu; mümkün mü böyle bir şey?

Hararetle anlatıyor Semih Kaptan: “Buraya gelmek zaman makinesine binmek gibi. 2014 Türkiyesi’nden 1940’lara ışınlandığınızı düşünün. İnsanlar, arabalar, evler sanki on yıllarca öncesine ait... Ama tüm bunlar muhteşem bir doğanın, doğal yaşantının içinde. Her şeye hayret ediyorsunuz. Kıpkırmızı deniz olur mu? Oluyor. Güvercin kadar kelebek olur mu? Oluyor!”

Andaman Adaları’nda boyutlar Türkiye’de alıştığımızdan fena halde farklı. “Küçük diye ayırdıkları balığı tarttım, 26 kilo geldi” diyen Semih Kaptan’ı onaylıyor doğa. Avda standartlar yüz kilolarla ölçülüyor. Yengeçler koca koca tabaklara sığmıyor. Duvarlarda dev kertenkeleler geziyor; özgüveni yüksek sürüngenler bunlar; insandan kaçmıyorlar. Hatta cesareti olana kendilerini sevdiriyorlar. Ama yaklaşmaya asla cesaret edemeyeceğiniz türler de var. Adaların başkenti konumundaki Port Blair açıklarında yüzen tuzlu su timsahları, yedi metreye ulaşan boyları, iki tonluk ağırlıklarıyla oraların kralı. 
Bir de diğer krallar var. Yani Andaman’ın en eski sakinleri... İrili ufaklı bu yüzlerce adada kimin kim olduğunu anlamak zor ama kolaylaştırmak için şu kadarını söyleyelim: Bir kısmı yüzyıllar içinde Doğu’dan göçen ‘çekik gözlü’ halk, bir kısmı iki saat dilimi uzaktaki Hindistan anakarasından gelip adalara yerleşenler, bir kısmı yine Hindistan’dan gelen memur ve bürokratlar. Geriye kalanlar, adaların yerli halkları. Ne zaman, nereden geldiler, hep orada mıydılar, haklarında çok az şey biliniyor. Kuzey Sentinel Adası halkıyla hükümet bile temas kuramıyor. Ama bir başka yerel halk Jarawalarla temas sağlanmış. Hindistan, kendini dünyadan saklamayı seçen bu insanlara ancak sağlık hizmeti götürebiliyor. O da ancak talep ederlerse. Çoğunlukla Andaman Adası’nın içlerindeki sık ormanlarda yaşayan Jarawalar, meraklı gözlere kendini göstermiyor. 

Samsun’un durumunu kontrol için sık sık Andaman’a gidip aylarca orada kalan Kaptan Deniz Bayram, en tuhaf seyahatini bu adada yaşadığını anlatıyor: “Adayı boylamasına aşan bir yol var. Yolun ormana girdiği noktada sizi askerler bekliyor. Onların eşliğinde ve ancak konvoy halinde seyahat edebiliyorsunuz. Durmak yasak. Her ne olursa olsun duramazsınız. Çok zor ama ormanda bir kabile üyesi görürseniz temas kurmak imkânsız. Askerler sürekli gözetliyor.”

Türkler tesadüfleri sever. Gemi Mühendisi Cenk Oral Gezici, ormandan geçerken birdenbire ağaçların arasından çıkan Jarawa kadınlarıyla karşılaştıklarını söylüyor: “Yolun kenarına gelip araçları seyrediyorlardı. Duramadık tabii. O eski kabile resimlerindeki gibi vücutları neredeyse tamamen çıplaktı. Tam yanlarından geçerken birisiyle göz göze geldim. Bir şeyler söyledi bağırarak. Kim bilir ne dedi!”
Kaptan Bayram ile Mühendis Gezici Jarawalarla karşılaştıkları ormandan geçip, dünyanın tek papağan adasına ulaştılar. Baratang Adası’nın bir parçası olan bu eşsiz yerde, binlerce papağanın akşamüstü hep birden yuvalarına dönüşünü seyrettiler. İnsan böylesi anları kaç defa yaşar! Andaman Adası’nın Türk denizcilere sundukları arasında böyle epey heyecan var. Bayram Kaptan, Time dergisinin dünyanın en iyi kumsalları arasında gösterdiği Havelock Adası’ndaki ‘7 Numaralı Sahil’de yüzdü, balık tuttu. Semih Kaptan, ayağında kurşun ağırlıklarla denizin dibinde, binlerce balığın arasında yürüdü (‘Seawalking’ isimli bu aktivite adalarda çok popüler). Dünyanın ucunda kale kurup futbol oynadılar, okyanusa vuran mehtabı seyrettiler, anlaşılmaz bir dünyayı anlamaya çalıştılar. 

Bir de anlamadıkları, alışamadıkları var. Tayland’ın dibindeki adalar Hindistan’ın saat dilimini kullandığından, günün sabah saat dörtte başlamasına alışamamışlar mesela. Ortamın “Denizcinin her limanda sevgilisi olur” klişesine hiç uygun olmamasını yadırgamışlar. Son derece muhafazakâr bir toplum, sıfır sosyallik... Andaman’ın fena halde mahrumiyet bölgesi olması da cabası. Kolu kırılan elektrikçinin on kilometre ötedeki sağlık merkezine gitmesi dört saat, oradaki tek röntgen cihazının ısınmasını bekleme iki saat, bozuk röntgen filminden dolayı her şeyin boşa gitmesi ömür törpüsü! En fenası efkâr elbette. Özellikle de mesele Türk’ün efkârıysa. “Rakı yok tabii” diyor Semih Kaptan, “Şu muazzam manzaraya bakıp efkârlanmak rakısız olmuyor.”


Bunlar sorun değilse, dünyanın en huzurlu yeri işte burası.

7 Aralık 2014 tarihli Hürriyet Pazar'da yayımlanmıştır

ay sarayında