Bir kutu daha getirip, dikkatlice diğerlerinin yanına koydu. Oflaya puflaya şezlonguna oturdu, hepsinin de üstünde kocaman harflerle XL yazan kutulardan birini önüne çekti, belli bir şey arıyormuş gibi içini karıştırmaya başladı.
Artık kutuda ne varsa şıngır şıngır sesleri kulağıma kadar geldi. Hazine sandığı mı? Gümüş zincirler, şamdanlar, elmaslar, çil çil altın paralar… Korsan filmlerinde gördüğümüz, belalı yerlere gömülü o sandıkların içindeki türlü ıvır zıvır… Neticede Karayiplerden bu kadın, neden olmasın?
Tık diye kaldırdı kafasını. Onu düşündüğümü anladı sanırım. Var böyle bir becerisi. Her defasında yakalıyor beni.
Neyse, güldü geçti bu defa, el salladı: “Var mı biran?”
“Yok” dedim. “Kahve içiyorum.” Termosumu hafifçe kaldırdım, görsün diye.
Yüzünü ekşitti. “Eh, o da olur, getir.”
Bu defa ben güldüm. Olur tabii. Mis gibi kahve. Banktan hevesle kalktım. Nelerle uğraştığını merak ediyordum. Bugün eline ne geçmişti kimbilir. Kestane Meydanı’nın ortasına, kutuları ve şezlonguyla kurduğu derme çatma sergisine yirmi adımda ulaştım.
Şezlongun yanındaki kupasına uzandı, içine hiç bakmadan dibinde kalanları göğümüzü kaplayan dev kestanenin toprağına savurdu. Şaraptı galiba.
“Dök” diye neşeyle emretti. Havası hep böyle zaten, buyurgan ve keyifli. Garip bir karışım. Termosumdan onun kupasına kalan kahveyi döktüm.
Kutunun kapağını kapatmıştı arada. Beni merakta bırakmak istiyor gibiydi. Kutuya baktığımı görünce, kıs kıs güldü. Gibisi fazla, düpedüz biliyordu. Gülerken yaşlı yüzü daha da kırıştı, sanki birdenbire bin yaşına ulaştı. Belki zaten bin yaşındaydı.
Soracak oldum, şşşt deyip susturdu. “Sorma, tahmin et”.
İlk aklıma geleni söyledim. “Hazine sandığı.”
“Bendeki her şey hazine sandığı zaten. Başka bir şey söyle.”
Haklıydı bir bakıma. Nerelerden bulup getirdiğine akıl sır erdiremediğim öteberinin tümü aslında birileri için hazine değerindeydi. En azından bir süreliğine öyle olmuştu.
Düşündüm… “Vazo, bardak, cam şeyler.” Kristal bardak demek istiyordum ama o da söylemek için fazla komik gelmişti.
“Peehhh” diye elini salladı. Güldü yine. “Renkli bunlar” dedi. “Yaramaz bunlar.”
Yaramazlar, renkliler, şıngır şıngır sesliler…
“Bilirsen sana da vereceğim, bir hakkın var ama” deyip hafifçe tekmeledi kutuyu.
Sesi bu defa apaçık duydum. Birbirine çarpan, küçük küçük… Sanki çok uzaklardan, çok geçmişten, eski bahçelerden, avlulardan, sokaklardan kopup gelen tanıdık bir uğultu. Belki oralarda halen esen bir rüzgâr… Bildiğim bir canavar.
“Bir dakika” dedim. “Bu büyükler için değil, di mi?”
Güldü. Yine bin yaşında. Ama kısık gözlerinde hâlâ çok eski, çok yaramaz, çok çocuk bir ışıltı dolaşıyor.
“Aferin, fena değilsin, hak ettin.”
İşin dramasını arttıracak ya, kahvesinden ağır ağır bir yudum aldı. Sonra kutuyu bana doğru çevirdi, kapağı hızla kaldırdı.
O eski, o tanıdık uğultu birden tüm meydanı doldurdu, kestane ağaçlarının üstüne yükseldi, uzaklaştı. Niyeyse gözlerimi kapadım. Birazcık da korkuyla rüzgârı dinledim. Neden korktuğumu bilemiyordum ama iyi bir histi bu. Çocukların heyecanlı korkusu.
Gözlerimi açtım. Gördüm. Renk... Renk, sesten sonra geldi ama hiçbir yere gitmedi.
Bir hazine sandığı ancak bunca hazineyle dolardı. O rüzgârın içinden çıkıp gelmiş, bildiğim tüm eski çocuklarla beraber sandığa baktık da baktık.
Gözlerimiz kamaştı.
*
PS: Resim, Jules René Hervé (1960).