yaşar kemal donmuş gölün ortasında ne arıyordu?

Şu hayatta en çok hayıflandığım şeylerden biri Yaşar Kemal’i tanımamış olmak. Röportaj için falan da değil, yanıbaşına biraz olsun oturmak, anlattıklarını dinlemek isterdim.  Geçen hafta, ellinci sanat yılı vesilesiyle söyleştiğim yönetmen Ali Özgentürk, onu ve kuşağını tarif ederken “Büyük nefeslerin insanıydı onlar” demişti. Özgentürk de Yaşar Kemal gibi Adanalı. Beraber epey vakit geçirmişlikleri var. Hiç teşrikimesaide bulundunuz mu, diye sorunca İsveç’te geçen bir anılarını anlattı. Büyük nefeslerin bazen küçücük anlardan geçtiğini not düşmek için buraya alıyorum… 
(...)
Beraber çalıştınız mı hiç?
- Çalıştık. Çok matrak bir anımız vardı bak; onu hatırladım şimdi. Onun ‘Ortadirek’ romanını film yapmak istiyordum. 12 Eylül öncesiydi… Öldürülme tehlikesi vardı; o yüzden Stockholm’de yaşıyordu o zamanlar. Gittim. Ortadirek’i senaryolaştırmak için çalışmaya başladık. İki buçuk ay kaldım orada. Epey tartıştık tabii bir yandan da… Tilda Abla rahmetli sağolsun, olağanüstü güzel bir insandı; çok katlandı bize. İlk günlerden birinde, “Kalk” dedi, “Gidiyoruz.” Gece 10-11 falan… Zannediyorum ki, gidip bir barda falan bir şeyler içeceğiz. Yürüdük yürüdük, donmuş bir göle geldik. “Hadi düş önüme, gölün üzerinde gideceğiz biraz da” dedi. Ben tabii korkuyorum, istemiyorum. “Ben her gün üzerinde yürüyorum; korkma” dedi. Yok mok derken, bir çekti elimden, buzun üzerine pat diye oturdum. Demir gibi buz. Neyse ileri yürümeye başladık. Elinde de bir torba var; içinde ne olduğunu bilmiyorum. Bir yere geldik; baktım, dallar çıkmış buzun içinden. 
Ağaç mı var gölün ortasında?
- Evet, ağaç var bildiğin… Yaşar Abi “Geldik” dedi… Torbasını açtı. Yiyecek, öte beri bir şeyler. Dallarda kuş yuvaları… Meğer her gün onlara yemek getirirmiş, donmuş gölün üzerinden geçerek. Sonra her gün beraber gittik oraya. Yaşar Kemal böyle bir insandır işte. Bir daha doğmaz böyle insanlar… Küçük deliliklerin, büyük cesaretlerin, büyük nefeslerin insanlarıydı onlar…

istanbul'da saflık ve kötülük

John Berger, 1979’da İstanbul’a gelmiş, uzun uzun dolaşmış şehirde, vapura binmiş, insanların arasına karışmış. İstanbul ve insanları hem büyülemiş onu, hem epey düşündürmüş; ona, şu aşağıdaki satırların da olduğu yazılar yazdırmış.
“ (…) İstanbul’un öznel karşıtlıkları ne akılla akılsızlık, ne erdemle günah, ne müminle zındık, ne de zenginlikle yoksulluk - nesnel karşıtlıklar dev boyutlu olsa bile. İstanbul’un öznel karşıtlıkları saflıkla kötülük; ya da bana öyle geldi.”*
40 yıla yakın zaman geçti Berger’ın satırlarının ardından. Bahsettiği öznel karşıtlıkların, saflık ve kötülüğün üzerine düşünüyorum şimdi ben de. Vardığım yer sevimsiz: O saflık yok. Kötülükse almış yürümüş. 
Sosyal medyada muhtemelen para karşılığında insanlara korkunç şeyler söyleyen, küfürler eden yaratıklardan bahsetmiyorum. Onlar başka bir sınıfa giriyor artık; adlarını anmaya, yaptıklarından bahsetmeye değmeyecek kadar aşağılıklar. 
Derdim, müteveffa Berger’ın bugün İstanbul’da vapura, metroya, minibüse binebilseydi görecekleriyle ilgili. 
Otistik çocuklarıyla yolculuk eden anne babaya (ve daha beteri çocuğa) kötü muamele yapan ve sonuçta gözyaşları içinde minibüsten inmelerine neden olan yolcu-muavin-şoför üçlüsüne tanık olacaktı mesela.
Ya da otobüste yorgunluktan yıkılan el kadar bir Suriyeli çocuğa yer veren yaşlı bir adamcağıza (ve daha beteri çocuğa) edilmedik laf bırakmayan (çocuk mülteci olduğu için elbette) bir başka zalim insan görecekti. Birisi videoya çekmiş bu anları, izliyoruz. Adamcağız “Çocuk bu, masum” diyor. Demek zorunda kalıyor.  
Gündelik zulüm… Hani karıncaları düşünmeden, öylesine ezmek gibi… Bir insan bir ufacık çocuğu düştüğü yerden kaldırmayacaksa, bir engelliyi değil daha beter engellemek sırtına alıp taşımayacaksa niye yaşar?  Başka ne işe yarar bir insan? Neden dindarından laikine herkes her zaman haksızlığa uğradığını düşünüyor bu ülkede? Şunları insanlara reva görecek ne haksızlığa uğramış olabilirler ki?
Binlerce örnek var daha yüreğimizi karartan. Katıksız kötülük sahneleri… Berger’ın bahsettiği, bir zamanlar var olduğunu söylediği o saflığıysa ben artık göremiyorum. Gitgide kararıyor yüreğimiz. Maalesef. 
*Boğaz’da (O Ana Adanmış - John Berger, Metis, Çev: Yurdanur Salman)  

temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa

Günler geçer ve çalışır şafağın değirmeni,
Kim bilebilir ki kimi, neyi eskittiğini?
Ben ne kadar önemserdim kendimi, hay Allah!
Sen ne kadar kumraldın aynalarda, hay Allah!
Temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa,

Gel bağışlayalım birbirimizi...

Turgut Uyar 

Fotoğraf, Singapurlu yönetmen Kirsten Tan'ın Tayland'da geçen filmi 'Pop Eye'dan..

biz burayı dolduralım!

Adam (gerçekten de ‘adam’, kadın olduğunu hiç sanmıyorum) birgün denize bakıp diyor ki: “Biz burayı dolduralım!” Boğaziçi’ni seyre dalıp bunu demek için insan ruhunun nasıl bir mengeneye sıkışmış olması gerekir? 

Koltuğunun altına sıkıştırdığı projeyle gelip “Bakın burada Şemsi Paşa Camii var; onun önüne kazık çakalım, yolu genişletelim; insanlar da oradan yürüsün gitsin” diyebilmek, Mimar Sinan’ın denize nazır yaptığı camiyi karaya hapsetmekte bir beis görmemek için nasıl bir akıl gerekir? Peki ya bu projeyi görüp de “Hadi oradan” dememek, bilakis kabul etmek için? Düşünüyorum ama şuurunu bu denli kaybetmenin nedenini bulamıyorum. Bir insan bunu nasıl teklif edebilir! Kendi aklını Mimar Sinan’ın üstünde görecek özgüvene nasıl sahip olabilir!

Ruhumuz örselendi iyice. Mantık da yok. Vicdan cılız. Ama gek gek konuşmak bizde. İleride, bugünleri içi boş özgüvenin Türkiye’yi ele geçirdiği dönem olarak anacaklar. Bu özgüvenin nereden geldiğini araştırınca ne bulacaklar acaba? 

Toplumsal olarak IQ’umuzun giderek düşmesi bir neden olabilir mi?

çin'i tanımak için neler okumalıyız? (madeleine thien'in listesi)

Madeleine Thien’in, yeni yayınevi ‘Hep Kitap’tan çıkan romanı ‘Bundan Sonra Her Şey Biziz’i -biraz da tesadüfen- bir çırpıda okudum; çok da beğendim (Blogda da bir alıntıya yer vermiştim).
1974 doğumlu, Çin kökenli Kanadalı Thien, yaşına göre olgun bir yazar (“43 yaşında tabii ki olgun olacak” diyecekseniz deyin ama şunu da bilin; roman, çok daha tecrübeli bir elden çıktığı izlenimi veriyor). Zarif cümleler, cesur seçimler, zor bir kurgu… Hepsi bir arada... Kırıp dökmeden,  Çin’in son elli yılının içinden ustalıkla geçiriyor sizi Thien. Bu ustalık ciddi takdir de görüyor. Kitap geçen sene İngiltere’nin en önemli edebiyat ödülü Man Booker’a aday gösterilen beş kitap arasına girmişti. 
Diğer kitapları da belli ki iyi. Türkçe’ye çevrilmeyen ‘Dogs at the Perimeter’, ‘Certainty’, ‘The Chinese Violin’, ‘Simple Recipes’ isimli romanları var. Bir başka Kanadalı, Nobel ödüllü Alice Munro, ilk kitabı ‘Simple Recipes’in ardından, “Belli ki müthiş bir yazar doğuyor; anlatımındaki rahatlık ve berraklık parmak ısırtıcı” demiş. O dediyse, tamamdır. 
Ben çok sevdim Thien’i; siz de bilin, tanıyın istedim; Hürriyet Kitap Sanat için, e-posta üzerinden bir röportaj yaptım yazarla (Geçen cuma yayımlanmıştı; şuradan okuyabilirsiniz). Elbette, gazetenin sınırları dar geldi; kısaldı röportaj; bazı soru-cevaplar da giremedi. En azından bir cevabını buraya alayım. 
Yazarın hem bizzat kendisi hem romanın ana kahramanı Çin’den ayrı düşmüş Kanada’da yaşayan ve bir noktada Çin’i keşfetmesi gereken kişiler olduğundan; bizler de Çin’i hep konuşup hemen hiç tanımadığımız için “Çin hakkında ne okuyalım, ne seyredelim” diye sormuş, bir liste istemiştim. Sağolsun üşenmemiş, “Yine de eksiktir” notunu düşerek, ciddi bir liste sıralamış. Tabii kendisinin bu kitabı yazmak için  okumakla yetinmediğini, koca Çin coğrafyasını Çin Seddi’nin Taklamakan Çölü’ne karışıp eriyen son taşına kadar arşınladığını da bilelim. Hem okumuş hem gezmiş… Çin’i tanımak için bizim kısmetimize düşenlerse aşağıda (Maalesef Türkçe’de pek bir şey yok). 

Madeleine Thien’den Çin 101

  • Çin tarihçisi Jonathan Spence’in kitapları (‘The Search of Modern China’, ‘Mao Zedong: A Life’, ‘The Gate of Heavenly Peace: The Chinese and Their Revolution’, ‘The Memory Palace of Matteo Ricci’ ve diğerleri, Türkçe’de tek bir kitabı var:  Wang Hatunun Ölümü (Metis)
  • Ma Jin’in ‘Beijing Coma’ ve ‘Red Dust’ isimli kitapları (Türkçe’de bu ikisi de yok ama Martı Yayınları’ndan çıkan ‘Cenneti Öldürmek’ isimli bir başka roman var) . 
  • Jung Chang’dan ‘Wild Swans’ (Bu da yok Türkçe’de). 
  • Colin Thubron - Shadow of the Silk Road (Türkçe, maalesef)
  • Liao Yiwu - The Corpse Walker, Real Life Stories - China From The Bottom Up
  • Bei Dao ve Xi Chuan’ın şiirleri
  • David Hinton’dan ‘Hunger Mountain: A Field Guide to Mind and Landscape’
  • Perry Link - An Anatomy Of Chinese
  • Shen Congwen - Border Town
  • Denise Chong - Egg on Mao
  • Yiyun Li’nin tüm eserleri (‘Gold Boy, Emerald Girl’le de tanınan bu yeni nesil, parlak yazarın Türkçe’de Domingo’dan çıkmış ‘Bin Yıllık Dua’ isimli öykü toplaması mevcut). 
  • Leslie Chang - Factory Girls
  • Louisa Lim, Evan Osnos ve Ian Johnson’un son ‘kurgu-dışı’ kitapları (Bunların içinde New Yorker’dan Osnos’un ‘Age of Ambition - Chasing Fortune, Truth and Faith in the New China’sıyla Pulitzer ödüllü Johnson’ın ‘Wild Grass’ı epey meşhur. Lim’in ‘The People’s Republic of Amnesia’ ise okuru Tiananmen günlerine götürüyor; Thien’in de sularına yani). 

Bonus: 

- Xu Bing ve Ai Weiwei’nin sanat eserleri
- Jia Zhangke’nin filmleri (Bizde sanırım bir tek ‘Günahın Dokunuşu’ oynadı.
  
Tüm listeyi buraya geçtikten sonra hayret ettim doğrusu. Neden bu kadar az biliyoruz, okuyoruz, seyrediyoruz Çin’i? Üstelik ‘Gelecek orada” dediğimiz, geleceğin de çoktan geldiğini bildiğimiz halde.


en uzak sahilin keçileri

İmroz hakkında anlatacak daha çok şey var. Dünkü konudan devam edelim.

Yıllar sonra ilk defa araba kullandım İmroz’da. Geri dönmeye çalışırken biraz çizdim aracın arkasını ama olsun, özlemişim. Ada’nın inen çıkan, kıvrılan, köyden köye dolaşan yolları araba kullanmak için harika; üstelik ıssız, kimseler yok ortada. Daha da iyisi, biraz antrenman yapıp, bisikletle gitmek. 

Bisiklet demişken, Cumhurbaşkanlığı turunun bir etabı buraya da alınabilir belki. Önermiş olayım. Hasbelkader alınırsa, "Zamanında önermiştim" deyip caka satarım. 

İlk defa geldiğim bu adayı başka yerlere pek benzetemedim. Kendine özgü, dingin ama tuhaf bir yer. Uzak bir kumsala kapanıp (bir kumsala ne kadar kapanılırsa artık) dışarıyı unutmak için ideal; ama deniz ve güneş için değil. Uzak koylarda Bulgar ve Rumen plakaları görünce jeton düştü; buralar Karadeniz sahilleri gibi biraz ama onların ışıkla yıkanmışı… Seveni veya tanısa sevecek olanı çoktur elbette. Ben bir de kışını, fırtınasını, dalgasını görmek; arabalı vapur iptalleriyle mahsur kalmak isterdim. 

Adalar küçüktür, herkes birbirini tanır elbette ama peki ya Gökçeada Merkez'deki Atatürk heykelinin insana fazladan yakınlık hissi vermesi? Belki dev gibi olmamasından, belki yüksek bir kaidede durmamasından, belki arkasındaki duvarın mütevazılığından, geçerken heykele bir selam veresiniz geliyor. 


Bu arada, Ada’ya geldik çünkü buraya gelen başkalarını haberleştirmek istedik. 1960’lardaki Kıbrıs Krizi’nden itibaren evlerinden, barklarından edilen, türlü eziyetle Yunanistan'a, ABD’ye, Avustralya’ya, artık nereye gidebiliyorsa oralara göçmek zorunda bırakılan Rum nüfus geri dönüyor. Gidenlerin kendisi, çocukları, torunları… Çocuklar okuyabilsin diye, Ada’da yıllar önce kapatılmış olan okullar açılıyor. Devlet de destekliyor üstelik. AKP hükümetinin nadir olarak yaptığı iyi şeylerden biri bu (Bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösterir ya!). Güzelim çocuklar okul bahçesinde koşturup duruyor. Yetişkinlerse heyecanlı; biraz da tedirgin. Çünkü her haber onlara yeni bir saldırı olarak dönebilir. (Bu arada Levent Kulu'nun fotoğraflarıyla benim haber burada). 
Nitekim haberin yayımlanmasından sonra aldığım bir mailde, okur “Neden bunlara iyilik yapılıyor, ülkemizi bölme planının bir parçası mı bu da” diye hesap soruyordu benden. Bu ülkede yüreğimiz küçüle küçüle kayboluyor. Fark etmiyoruz bile. Varmış gibi yapıyoruz. 

Bir önceki post'ta da bahsetmiştim: Açık cezaevi meselesi… Geri dönenlerden, o dönemi yaşayan birçok kişi, İmroz’a birdenbire getirilip konan ‘gardiyansız’ cezaevinden ne kadar ürktüklerini anlattı. Can güvenlikleri kalmadığından Ada’dan ayrılmışlar. Yani topraklarının ellerinden alınması, kamu hizmetlerinde türlü zorluklar çıkarılmasının yanında bir büyük sebep de cezaeviydi. O dönem İmroz’da neler olmuş diye bakarken, siyasetbilimci Elçin Macar’ın bir konuşmasına denk geldim (Bianet’ten Özgür Kaymak, 2014’te çok derli toplu bir şekilde haberleştirmiş; bir bölümü buraya alıyorum): 

(…) Elçin Macar konuşmasının devamında MGK kararları içerisinde yer alan cezaevi meselesinin de 1966’da gündeme geldiğini hatırlattı. Bu cezaevi 30 bin dönümlük bir alanı kaplayacaktı, tam açık bir cezaevi hüviyetinde olacaktı, cezaevinde hiçbir jandarma bulunmayacak ve yalnız savcılar tarafından yönetilecekti.
Cezaevi yapılması kararının ardından altı ay içerisinde 1600 Dereköy sakininin 300’den fazlası İstanbul’a ve Avustralya’ya göç etti.
Adada cezaevi mahkumlarının Rumların evlerine girdiği, mallarını çaldığı, kadınlara tecavüz edildiği şeklinde haberlerin duyulması üzerine İstanbul Başkonsolosu Karandreas hükümetten aldığı izinle 6-11 Haziran 1966 tarihleri arasında iki adayı dolaştı.
Yunan Dışişleri Bakanlığı’na yazılan metin şöyleydi: ‘Dereköy’de cemaat komitesinin başkanı, papazlar ve iki senedir işsiz olan öğretmenler bıçaklı olarak dolaşan mahkumların yüzünden artık köylerinde yaşamanın imkansız olduğunun altını çizdi.
‘Hiçbir kadının evin dışında dolaşması mümkün değil, erkekler kadınları ve çocukları korumak için gece gündüz nöbet tutuyor. Sakinler Yunan hükümetine mübadele olsun dediklerini iletmemi istediler.
‘Köyden ayrılırken ‘bizi kurtarın, bizi kurtarın’ diye bağırdılar.’
(…)”

Unutmadan, Hikmet Hükümenoğlu'nun geçen sene yayımlanan ve çok iyi eleştiriler alan romanı 'Körburun', aynı konuyu, hayali bir Prens Adası kurgulayarak İstanbullu Rumlar açısından işliyordu. Henüz okumadıysanız, tavsiyemdir (Şuraya da Hükümenoğlu'yla 'Körburun' üzerine yaptığım röportajı iliştireyim). 
Bu acı izleri silmeye çalışıyor yeni gelenler. Unutmak mümkün değil tabii ama çok da hatırlamamaya çalışıyorlar. Bir de ayakta kalmaya. Ekonomik açıdan durumlar fena. Çoğunluğunun geldiği Yunanistan’da da fena. Burada da. Ne yapılabilir? Yapabilen bir kafe açıyor. En çok rağbet edilen iş bu. Ama sözbirliği etmişçesine herkes aynı sıkıntıdan (“Ada’nın sezonu sadece iki ay”) dem vururken bu iş ne kadar makul? Dayanmalarını umarım. Sadece yeni gelenlerin değil, tüm İmroz halkının. Fakirlik, kök salmasın orada; insanlar güneş, rüzgâr ve zeytinler içinde yaşayıp gitsin. 

Dönüşte elbette yine arabalı vapur... Çantamızda kekik, zeytinyağı, bal. Yol arkadaşı bu defa adanın keçileri. Onlarınki maalesef zorunlu bir yolculuk.

imroz'da güneş rüzgâr zeytin

İmroz’da, 1970’de bir çırpıda değiştirildiği ve bizim halen resmi olarak kullandığımız adıyla Gökçeada’da her adımda rüzgâr, kapı önlerinde gölge, içerlerde yaşlı zeytinler… Yavaş akıyor zaman…

Kendi halinde bir ada burası… Yaşlı zeytinlerle, tozlu yollarla, keçilerle, uzak limanlarla dolu. Arabalı vapurla Ada’ya girmek, bir Avrupa filminden (hangisinden?) sahne… Limanda sevimli kahveler, renkli sandalyeler… Derken hemen kötü evler başlıyor. İyi mimari olduğu düşünülen kötü evler… Müteahhitler gelmiş. İyiye işaret değil. 

Fotomuhabiri Levent Kulu'yla haber için yolculuk ediyoruz. Arabalı vapurun güvertesinde durmuş gitgide yaklaşan Ada’ya bakarken, yanımda bir genç adam… Nedense ilk izlenimim, adamın suçlu olduğu. Biraz hırçın, susamış gibi. Muhtemelen yanlış bir izlenim… Belki adam kendi halinde, masum biri; sadece yüzü, karanlıklarla gölgelenen o hırçın yüzü (fazla dramatik oldu bu) bu izlenimi veriyor. Neden sonra, İmroz’a yeniden dönen Rumlardan, ayrıldıkları dönemde en ağırlarına giden konunun Ada’ya cezaevi getirilmesi olduğunu dinledim. Suçlularla dolmuş İmroz. Rumlar’a da ayrılmak kalmış. 

Adada yolun her dönemecinde payınıza bir keçi düşüyor. Annelerinin yanında zıplayan mini mini oğlaklar. Üç beş keçilik bir sürünün fotoğrafını çekmek isterken, içlerinden biri arabamıza girdi. Koltuğa kuruldu. Derken anası da gelip kapı cebindeki muz kabuklarını (pasaklılık, doğru ama yola mı atsaydım), tırtıklamaya başladı. Yavruyu indirdik, annenin boynuzlarından ürktüğümüzden, kapıyı kapatmadan tüydük. Sonra geri dönüp kapıdan aşıramadıkları muz kabuklarını hediye ettik onlara. Hoşlarına gitmiş gibi geldi. Eh, onlar için de bir değişiklik sayılır.

İstanbul Rum Patriği Bartholomeos meğer buralıymış. Zeytinli Köyü’nden. Babası kahveci ve berber. Eskiden böyle mekânlarda (bazen de kaldırımlarda) berberlik de icra edilirmiş ya, öylesi… Dükkân halen duruyor ve işletiliyor. İçeride fotoğraflar; ama Patrik’ten çok babasının anısını yaşatan fotoğraflar… 

Biz karşıki kahvede oturduk. Atina’dan geçen sene dönen Athanasis Karadimitri’nin dükkânında. Yapıp getirdiği dibek kahvesi ömre bedel, kendi imalatı panna cotta’sı da ayrı güzel. Ama en güzeli tane tane, içe dokunan konuşması. Dükkânının ismi Nostos. Odysseia destanında geçen bir kelime. Ya da bir his diyelim… Kabaca “Eve dönüş” anlamına geliyor. Odysseus’un Troya Savaşı’ndan sonra eve dönüşünde olduğu gibi. Karadimitri, nostalji sözcüğünün kökeninde de ‘nostos’ olduğunu söylüyor: “Ama onda ‘algos' da var, acı çekmek yani; bende acı kalmadı artık, eve döndüm!”

Devamı için şuraya buyurun...

telefonunuza bakmayınız

  ‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz.  Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sana...