gece çalışmak
Eskiden de böyleydi… Benim için gündüz çalışmak çok zor. Ne kadar konsantre olmaya çalışsam da fayda etmiyor, gündüz tek yapabildiğim geceki işe hazırlanmak. Bütün gün ölüyor.
Yalnız değilim. Şimdiye dek çalıştığım bütün ofislerde, çoğunluk geceleri çalışmaya meyilliydi. Newsweek Türkiye’de de öyle. Gündüzleri layıkıyla kullanan çok az kişi var. Sebepleri çok elbette: Ofis gürültülü, uyaran fazla, birbirimizin dostluğundan hoşlanan insanlarız yani biraz laklak çok eğlenceli olabiliyor… İşin içinde belki bir ölçü gazeteci kibri de vardır. Şöyle anlatmayı deneyeyim: Orson Welles, Yurttaş Kane’de bir gece oturur, sabaha kadar durmaksızın çalışarak manşeti hazırlar. Yazar yazar yazar… Kahve sigara, kahve sigara, kahve sigara… Gazeteciliği zaten hep böyle hayal etmiştim. Ama bu şekli insanı çok dağıtıyor.
Haruki Murakami, üzerine konuşmayı çok sevdiğim kitabı What I Talk About When I Talk About Running'de yirmili yaşlarında geceleri çalıştığını ve zaman içinde bundan nefret ettiğini anlatır. Murakami o zamanlar yazmıyor, epey müdavimi olan bir caz kulübü işletiyordu. Komik gelecek belki ama bir gün kulübü kapattı ve yazar oldu. Şimdi geceleri saat onda yatıyor, sabahlarıysa çok erken kalkıp koşuyor, sonra da oturup yazıyor.
Saat 10 benim için çok erken ve sıkıcı, üstelik mevcut iş tanımı içinde neredeyse imkânsız. Ama kendimi birazcık gün ışığına kaydırabilir miyim? Geçen hafta neredeyse bütün gündüzleri pas geçip, geceleri işle doldurunca bu meseleyi düşünüp durdum.
Cevap vermek zor.
savaş soğuksa iyidir
Gazeteciler bazen dalga geçmek, eğlenmek istiyor. Geçenlerde “seksi kızıl” Anna Chapman’ın da dahil olduğu Rus ajanlar yakayı ele verince (ki bu hikâyenin inanılırlığı da tartışılır) Rusya dışında tüm dünya medyasında eğlence doruğa çıktı. İngiltere’de iş Chapman için “The Red In My Bed” manşeti atmaya kadar gitti. Bizdeyse “seksi fotoğrafları için tıklayınız”dan öteye geçilmedi. Allahtan artık Facebook diye bir müessese var, ajanlar bile fotoğraflarını paylaşıyor.
Biz böyle gırgıra dalmışken, ABD’dekiler pek gevşemedi, soğuk savaş parametrelerini yeniden yatırdılar masaya. Böylece bazı gazetecilerin eğlenmekten nefret ettiğini de hatırladık. Düşmüş rütbelerini cilalayan ciddi sorular akıllarında belirmişti bile. “Rusya’dan sevgilerle” diyen bu hanımkız ve aile babası saz arkadaşları, yaşadıkları taşra kasabalarında inceden inceye savaş pratiği mi yapıyordu? Rusya uzmanları hemen devreye girdi, ahkâm kesmeye başladı. Ama olmadı, olduramadılar. Çoktan geçmiş devirleri. Ne zamandır Türkiye medyasındaki bu tip hallenmeler üstüne bir şey yazayım diyordum, bu epey yoğun günümde, eski blog’tan şu eski post geldi aklıma. Mevzu iki günlük Gürcistan savaşı üstüne hezeyan, manzaraysa bugünden farksız. Kendini önemli biriymiş gibi göstermek de harbiden zahmetli iş... Üşenmezseniz aşağıya buyrun:
"Üniversitedeyken neredeyse bütün sınavlarda, cevaplara “Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra…” ilk cümlesiyle başlardık. Doksanlı yılların sonuna geliyorduk. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının üzerinden henüz 10 yıl bile geçmemişti. Çin dünyayla bu kadar haşır neşir olmamıştı. İkiz Kuleler sapasağlam yerinde duruyordu. Türk politikacılarsa Adriyatik’ten taa Çin Seddi’ne kadar uzanan bir rüyanın pençesinde tatlı tatlı mırıldanıyordu.
Glasnost ve Perestroika… Sonrası malum hikâye. Soğuk Savaş’ın sona erdiği iyiden iyiye idrak edilince, stratejistlerin bile ne diyeceğini bilemediği bir dönem yaşandı. Ne de olsa, kızıllarla demokratların arasındaki mücadelenin parametreleri her şeyi açıklıyordu. İlk uyanan, tarihin sonuna geldiğimizi yazan Fukuyama oldu. Muzaffer ABD’nin gücünün sınırlarını belirleyen Fukuyama, bu martavalla epey piyasa yaptı. Sonrası da çorap söküğü geldi. Akademisyenler bir on yıl bizim sınav kağıtlarımızdaki cümlelerin benzerleriyle idare etti. Sonra 9/11 günü geldi çattı.
Kim ne söylese yanlış çıkıyordu. Belirsiz, kontrolsüz, kaotik bir dünya… Stratejik meselelerde ahkâm kesenlerin en az ihtiyaç duyduğu böylesi bir ortamdır herhalde. İslam dünyası üzerinde çalışanlar, terör uzmanları vs. kendilerine yönelik talebin artmasından son derece memnunlarsa da, geriye kalanlar sürekli yanılmanın utancını içten içe hep hissetti. Gerçi onlara neden yanıldıklarını söyleyebilenler de pek çıkmıyordu.
Rusya’nın Gürcistan’daki gövde gösterisi üzerine yazılıp çizilenler, “eski güzel günlere” duyulan bir özlemin ifadesi gibi. “Soğuk savaş geri mi dönüyor” sorularının arkasında, sanki “ah bir dönse de, ne söylediğimizi bilsek” umudu var. Putin’in şahsında güçlü bir Rusya, yenilenen Çin ve savaşkan ama kırılgan bir ABD… Denklemi bu üçlü arasında kurmak daha kolay tabii… Bu yüzden Prag Baharı, Varşova Paktı, Demir Perde tamlamaları çoktandır kaldırıldığı çekmecelerden çıkartıldı. Bana öyle geliyor ki, bir yandan savaşı tukaka ederken bir yandan çaktırmadan Soğuk Savaş güzellemesi yapan daha çok makale okuyacağız. Bir Kuzey Kore’yle, bir Küba’yla gün geçmiyor tabii! Hele ki topuyla tüfeğiyle, şimdi bir de enerji kartıyla daha da güçlü bir Rusya ufukta belirmişse…"
greg, don, joan ve diğerleri
Güzel blog Kediler ve Kitaplar en iyi dizi karakterleri anketi yapıyor. Yanıtları okurken ben de katılayım dedim, bir iki derken yirmiye tamamladım. Sıralamadaki çeşit azlığından anlayacağınız gibi çok fazla dizi seyreden biri değilim, ama seyrettiğimi de sonuna kadar götürürüm (bkz. Lost.) Hugh Laurie’nin canlandırdığı Dr. Gregory House pek tabii ki listenin en üstünde ve onun ağırlığı yüzünden bence gelmiş geçmiş en iyi dizi olan Mad Men’in baş karakteri Don Draper ikinci sırayla yetinmek zorunda kalıyor. Üçüncü sıraya da bir insanı değil, güzide dizi Kuzeyde Bir Yer’in bence pek bir şairane taşra kasabası Cicely’yi koydum (iyi de ettim; çünkü kasaba bütün karakterlerden daha baskındı.)
Listeyi hazırlamak eğlenceliydi; Mavi Ay’ı, Kuzeyde bir Yer’i ve X-Files’ı ne kadar özlediğimi de böylece fark etmiş oldum.
Buyrunuz:
1) Gregory House – House MD
2) Don Draper – Mad Men
3) Cicely Kasabası – Northern Exposure
4) Desmond Hume – Lost
5) Joan Holloway – Mad Men
6) Barney Stinson – How I Met Your Mother
7) Fox Mulder – X Files
8) Audrey Horne – Twin Peaks
9) Dean Winchester – Supernatural
10) Ed Chigliak – Northern Exposure
11) David Addison Jr. – Mavi Ay
12) Rose & Bernard Nadler – Lost
13) Lisa Cuddy & James Wilson – House MD
14) Jessica Fletcher – Murder, She Wrote
15) Roger Sterling – Mad Men
16) Lily Aldrin – How I Met Your Mother
17) Daniel Faraday – Lost
18) Dale Cooper – Twin Peaks
19) Joel Fleischman & Maggie O’Connell – Northern Exposure
20) George Costanza - Seinfeld
Kediler ve Kitaplar’daki listeyi ve verilen cevapları burada
bir de burada görebilirsiniz.
yazının girişinde degaj
İşimiz bu. Newsweek Türkiye’de akıcı bir üslupla, herkese enteresan gelecek notları kullanarak özgün bir haber dili oluşturmaya uğraşıyoruz. Ama bazen elimizden kaçıyor; kolay yola sapıyoruz. Geçen gün bizim yayın yönetmeni Selçuk Tepeli biraz da şaka yollu “haberlere alıntıyla başlamayı” yasaklayacağını söyledi. Özgünlüğü öldüren bu tip yazı girişlerinden derginin son sayısında epey bir mevcut. Hani formül şudur, önce tırnak açarsın, tırnağın içine bir söz yerleştirirsin, sonra da mesala şu tip bir cümleyle devam edersin: “Yukarıdaki sözlerin sahibi olan X aslında başka bir şeyi kastediyordu…” Böyle gider bu. Tatsız tuzsuz bir kıvam işte.
Bence bu konuda şaka yapmaya gerek yok. Yasaklasın gerçekten de. Teşbihte hata olacak mı bir bakalım ama bu alıntıyla başlama işini ben Türkiye'de oynanan futbola benzetiyorum. Şöyle ki: Türkiye’de topu kısa ve isabetli paslarla doğrudan oyuna sokabilen, böylece oyunu takımında tutan kaleci de defans oyuncusu da bir elin parmaklarını geçmez. Hatta hiç yoktur. Bu yüzden kaleci topu hemen degajla ileriye gönderir. Defanstakiler de aynı şekilde rakip yarı sahaya havadan uzun toplar atar ki, günah onlardan gitsin.
Yazının en güzel yerine, yani girişine alıntıyla dalmak da işte o degaja benziyor. Sorumluluğu üzerimizden atıp, okuru başkasına havale ediyoruz. Burada hepimiz açısından geçerli bir problem var. Kendi sözümüzün üstüne başkasının sözünü neden koyarız ki? Başkasının sözü daha mı değerlidir?
Bence bu konuda şaka yapmaya gerek yok. Yasaklasın gerçekten de. Teşbihte hata olacak mı bir bakalım ama bu alıntıyla başlama işini ben Türkiye'de oynanan futbola benzetiyorum. Şöyle ki: Türkiye’de topu kısa ve isabetli paslarla doğrudan oyuna sokabilen, böylece oyunu takımında tutan kaleci de defans oyuncusu da bir elin parmaklarını geçmez. Hatta hiç yoktur. Bu yüzden kaleci topu hemen degajla ileriye gönderir. Defanstakiler de aynı şekilde rakip yarı sahaya havadan uzun toplar atar ki, günah onlardan gitsin.
Yazının en güzel yerine, yani girişine alıntıyla dalmak da işte o degaja benziyor. Sorumluluğu üzerimizden atıp, okuru başkasına havale ediyoruz. Burada hepimiz açısından geçerli bir problem var. Kendi sözümüzün üstüne başkasının sözünü neden koyarız ki? Başkasının sözü daha mı değerlidir?
yugoslavya'da fabrikadan halka
Gezip gördüklerim tamam artık yiyip içtiklerimi de –utanmadan- anlatarak Kosova notlarını bağlayayım. Yediklerim değil aslında, içtiklerim iz bıraktı. Bir değişiklik yaparak bu bloga ilk doğrudan reklamı yerleştiriyorum. Bira hangi kapağın altında diyenlere cevap hazır: Birra Peja.
Biz şimdi burada Peç (ya da Pec) diyoruz, İpek olarak anan var ama Arnavutlar’ın kullanımıyla Peja şehrinde, antik İlir kavminden beri bira üretiliyor. O zamanlar Sabaja dedikleri arpa suyuyla sadece aristokratlar demlenirmiş. Sonra mevzu yavaştan alt tabakalara da yayılmış ama Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeye girmesiyle üretim hepten gümlemiş. Ta ki 1968 yılına kadar… Parisli gençler kaldırım taşlarının altında denizi arıyorken, Tito dönemi Peç’inde bira fabrikasının yeniden inşasına girişilmiş. 1971’de de eski Yugoslavya’ya yakışır şekilde fabrikadan halka bira servisine başlanmış.
Belki herkes beğenmez ama Pilsener tarzı Birra Peja’nın en önemli özelliği herhalde üretimde kullandığı su. Zaten Kosovalılar da “Peja içtin mi” dedikten sonra hemen bu meseleye dikkat çekiyorlar; “suyu harikadır” diyorlar.
Evet, içimi hafif, tadı güzel, şişesiyle barışık, sevimli bir bira Birra Peja. Drini i Bardhe şelalelerinden gelen suyu da gerçekten lezzetli. Zaten Kosova’da bütün sular epey lezzetli.
Sevimlilik madalyasını, Kosova şehirlerinin caddelerinde tek tük de olsa dolanan Yugo marka arabalarla birlikte bu biraya da takıyorum.
bir plak gibi dönüyor gökte mavilik
Kosova notlarının artık sonuna geliyoruz ama bir iki husus daha var ki, bahsetmeden geçmek olmaz. Kosova kelimesi, malum, çocuk zihinlerine, dakika bir gol bir kabilinden, savaş kelimesiyle beraber iliştirilir. Birinci Kosova savaşı, ki tarihi 1389’dur, Osmanlılar’ın Balkanlar’daki yerini sağlamlaştırması, ilerlemeyi garanti altını alması ve bir de Padişah 1. Murat’ın (Hüdavendigâr) savaş meydanında öldürülmesiyle bilinir. Rivayetler muhtelif, en çok anlatılanı tekrar edelim: Milos Obilic adlı bir Sırp soylusu, Müslüman olacağını duyup ona doğru yaklaşan Hüdavendigâr’ı hançerlemiştir. Obiliç oracıkta öldürülür. 1. Murat’ın iç organları Kosova’ya gömülür, bedeni Bursa’da defnedilir (iç organların gömüldüğü noktada, yüzyıllardır Buhara kökenli bir ailenin başında beklediği bir türbe bulunuyor.) Yıldırım Bayezid padişahlığı devralır.
Kosova Savaşı, bizim için tarih kitaplarında sade bir paragraf. Sırplar içinse bu yenilgi çok daha fazla anlam ifade ediyor. Hüdavendigâr’ı öldüren Obilic’i direnişi başlatan bir kahraman olarak biliyorlar. Bu savaşın anısına inşa ettikleri kuleye (üzerinde savaşa katılmayan Sırplar’ın lanetlendiği bir yazı bulunuyor) çıktığımda, başkent Priştine’nin yanıbaşındaki savaş meydanınının kulenin etrafında göz alabildiğine uzandığını gördüm. Bizi gezdiren Arnavut kökenli Salih Bey temiz bir Türkçe’yle, parmağıyla karşıki tepeleri işaret ede ede, sanki her şey dün olmuş gibi anlatıyordu: Osmanlı kuvvetleri işte şu tepelerin arkasındaydı, geceleyin mehtere başladılar, Sırplar şu noktada saldırıya geçti, sonra 1. Murad’ın oğlu Şehzade Yıldırım Bayezid şuradan gelip yetişerek Sırplar’ı yardı.
Bir şey daha var: Slobodan Miloseviç, 1989’da, yani savaşın 600. yıldönümünde Sırp birliğini savunan ateşli bir konuşma yaparak çok değil üç yıl sonra olacakların işaretini vermişti. Bu konuşmayı nerede yaptığını tahmin edersiniz. Kulenin hemen önündeydi.
Kulenin tepesinde dikilmiş, Temmuz güneşinin altında etrafa, bereketli Kosova topraklarına bakıyorum. Meydan savaşlarına (ne birincisine, ne de 1448’deki ikincisine) ait hiçbir iz yok. On bir yıl önceki Sırp-Arnavut çatışmaları bile kulenin yanına yaklaşmıyor sanki. Uzaklarda iki genç adam bezgin bir atın yanı sıra yürüyor. Tito’nun Yugoslavyası’na ait bir termik santral duman püskürtüyor. Hepsi bu kadar. Her şey geçip gitmiş. Ova komik bir şekilde Hobbitler’in Shire’ına benziyor. Bir de yer gök masmavi. Edip Cansever’in de dediği gibi “bir plak gibi dönüyor gökte mavilik.”
Gerçekten her şey geçip gitti mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Bin dereden su getirmek, deriz… Bu sözle bir işi yapmamak için oyalanmayı, olmayacak bahaneler üretmeyi anlatırız. Neden böyle söylemişiz? Z...
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
Yeni yıl kararları... İki yıl evvel, Gazete Duvar için yazmıştım (O kadar olmuş mu yahu?). Burada da dursun... 1 Ocak’ta birçoklarımız yeni...
-
Sadece çocuklar gözlüklerini dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi düzeltir. Minik burnun üzerinde kaşıntı. Kulaklarda beklenmedik bir ağ...
-
İ plere tutunanlar, ateş yutanlar, bıçak atanlar… Bükülenler, katlananlar, uzayanlar… Elastikler, devler, oransızlar… Tuhaflıklar bitiyor di...
-
13-14 yıl evvel ‘İki Kral’ isimli kısa bir öykü yazdım. Sonra da onu kaybettim. Tüm arşivlerime, hard disklerime, oraya buraya baktım ama bu...