Bu yazı 19 Kasım Pazar günü Gazete Duvar'da yayımlandı.
1.
Bir anket yaptığınızı düşünün. İnsanlara neyle uğraştıklarını soruyorsunuz.
“Merhabalar, işinizi öğrenebilir miyim?”
“Fenomenim ben.”
“Tamam fenomensiniz, benim de sizden haberim var ama işiniz nedir?”
“İşim bu zaten, fenomenim ben.”
Süpermen gibi bir şey. Fenomen. Sosyal medya jargonunda “feno”. Ayrıca bir mesleğe de sahip olabilir ama esasen varlığı yeter. Kendi başına bir olay. Ne yaptığının, ne ürettiğinin ötesinde aramızda “varlığıyla” bulunuyor. İşi bu: Var olmak. Ferhan Şensoy’un “Boşgezen ve Kalfası”nda “Yürürüm hayatı var olmaktır işim / Var olmak ağır iş başka iş istemem” dediğini hatırlayın. Şensoy haklı, var olmaktan öte iş mi var?
Ama bugünün dünyasında işler biraz değişik. Var olmanın işten öte bir “business” sayılabildiği sulardayız. Şensoy’un “Boşgezen”i, bütün gün elleri cebinde yürümeyi, bir yokuşu elleri cebinde neşeli bir ıslık çala çala inmeyi, arada karnı acıkınca ve yatacak yer gerekince bir iki numara çevirmeyi “iş”ten sayarken, çağdaşımız fenomen, varlığıyla bir business kuruyor, aramızda bulunmayı nakite çeviriyor.
İlginç bir ilişki. Varlığın üne, ünün varlığa çevrildiği sonsuz bir döngü. Sosyal medyada ayna içinde ayna. “Bu kadar ayna yalan söylüyor olamaz” diyen sıradan insanın fenomene beslediği hürmet, duyduğu güven ve bu güvenin enerjisiyle dönen çarklar… “Business” işte bu. Toplanan paralar, kurulan şirketler, varlıktan türeyen bir sektör.
Ama bu işin, bu işi üreten mesleğin adı ne? Anketör olarak meslek hanesine elbette “fenomen” yazamazsınız; ya ne yazacaksınız? Ne eyliyor bu karşınızdaki insan? Her şey olabilir, hiçbir şey de olmayabilir. Bir tahsili olabilir ama olmayabilir de. Nedir? Öğretmen midir, doktor mudur, aşçı mıdır, tornacı mıdır, kaptan mıdır, mühendis midir? Nedir? Var olmanın dışında, bir şekilde insanların zihinlerine ve gönüllerine girmenin dışında ne yapıyor sahiden?
Nedir onun mesleği?
2.
Gazetecilikteki ilk yıllarımın en güzel anılarında Çetin Altan var. Ben daha yirmilerinin başındaki tıfıl muhabir, yetmişini çoktan devirmiş büyük yazar, gazeteci ve hayat insanı Çetin Altan’a soru soruyor, cevap alıyor… Ne büyük onur, ne büyük şeref… Hiçbir soruyu geri çevirmez, uzun uzun anlatırdı. Onunla bir röportaj yapmadım ama hazırladığım haberler gereği üç dört defa böyle konuştum Altan’la. Her defasında konu aynı yere geldi: Mesleksiz toplum.
“Enseyi karartmayın” gibi, “mesleksiz toplum” da Çetin Altan’ın sık başvurduğu bir ifadeydi. Mesleksizlik, bizim toplumu anlamaya giden yoldu, anahtardı. Altan Türkiye’yi, çalışsa da bir mesleği olmayan insanların topluluğu olarak görürdü. O zamanlar yeterince anlamazdım ama bu görüşünde son derece haklıydı. Meslek, dünyanın her tarafında aracısız icra edebileceğiniz, bunun için ister üniversitede ister bir ustanın dizinin dibinde uygun bir formasyon edindiğiniz bir yetenek setidir. Berberlik, doktorluk, şoförlük (ehliyet sahibi olmak değil), mühendislik, aşçılık birer meslektir. Bugün meslek sandığımız birçok şey ise “yapılabilecek” işlerdir. Ama her yerde de yapılamayacak işler.
Bir şey daha var. Biraz tatsız bir şey. Çetin Altan, Türklerin öteden beri mesleksiz bir toplum olduğunu söylemekle kalmıyor, insanların bir meslek sahibi olmadan kısa yoldan yükselmeye, para kazanmaya git gide daha fazla özendiğini de dile getiriyordu.
En güzel örnekleri hep gözümüzün önünde: Influencer’lık, fenomenlik, sosyal medyacılık, tanıtımcılık… Bu yollar herkese değilse de kimilerine para kazandırıyor. Para kazananları gitgide daha çok görüyoruz, sistem kazanmayanları önümüze çıkarmıyor zaten. Bu yüzden bu yola giren herkes kazanıyor, gezip tozuyor, yiyip içiyor gibi görünüyor gözümüze… Ama ne yapıyorlar? Yani gezip tozmadıklarında? “Değirmenin suyu nereden geliyor” diye sormuyorum, yanlış anlamayın. Belli ki su geliyor, değirmenin çarkı dönüyor… Ama değirmenci tam olarak kim, buğday nerede, üretim nerede? Bu işin adı ne?
Yine sosyal medyada parlayan bir komedyen (Nalet Bebe), bir parodisinde ne iş yaptığı bilinmeyen bir ofisi anlatmıştı. Büyük masa, kopkoyu bir dekor, gıcır mobilyalar ama burada ne yapılıyor? Kimsenin bir fikri yok. Birtakım telefonlar ediliyor, birtakım işler bağlanıyor işte, bu…
Yerli dizilerde, dev prodüksiyonlarda bu işler farklı mı? Herhangi bir dizi, herhangi bir bölüm… Patron bir hışımla, holdingden içeri girer; keyifsizdir; hızla ayağa kalkan sekreterine “bana telefon bağlamayın” der. “Tamam bağlamayalım da size ne telefon gelecek ki” diyemez sekreter. Ne iş yapıyordur o holding? Tekstil mi, maden mi, enerji mi? Ne? Holding işte, birtakım önemli işler, orası belli. Holding diyince akan sular durur zaten. Peki bu işi kim yapıyor? Patron mu? Bu kadar aşk telaşına düşmüşken, ailede bunca karmaşa varken mi? Nasıl yürüyor bu holding? Patron çok durmaz makamında zaten, bir aşk düğümünü çözmek için arabasına atlayıp uzaklaşır. Gerçi bizim dizilerde savcılar, hatta işi hastanede durmak olan doktorlar bile mesleklerini icra edecekleri yerde dışarılarda fink atar ya, senaryo deyip geçelim… Aşk dururken, entrika dururken kim uğraşacak işle güçle?
3.
Kim uğraşacak işle güçle sahiden?
En zenginlerimiz uğraşır mı mesela? En zenginlerimizin mesleği var mı evvela? Örneğin, bugünkü toplumun zirveye çıkan en kestirme yolu, mevcut siyasi iktidarın, iktidarını üzerine inşa ettiği inşaatçılığın taşıyıcıları müteahhitler bir meslek sahibi midir?
Müteahhit, taahhüt eden demektir. Söz veren. Bir işi belli bir zamanda belli bir şekilde bitireceğini söyleyen yani… Bu kadar. Zenginliğin zirvesi belki ama mesleksizliğin de zirvesi… Sistemin kendisi bu. Mesleksizlik.
Yani neden herkes müteahhit olamasın? Yarın müteahhitlik yapmanızın önünde nasıl bir engel var? Hele de devlet müteahhitliği… Sözgelimi bir köprü inşa edeceksiniz. Bunun için evvela kredi alıyorsunuz, paranız önden hazır. Sonra işi dağıtmaya başlıyorsunuz; oturup siz yapacak değilsiniz ya. Bir taşerona veriyorsunuz. Gerçi o da başka bir taşerona veriyor; silsile uzayıp gidiyor. Sorumluluk ve geribildirim zinciri böyle böyle yıpransa da “tamam” diyelim, en azından birileri yapıyor işi. Öyle oluyor böyle oluyor derken bir de bakmışsınız ki köprünüz hazır. Yalnız can sıkıcı bir tarafı var işin: Memlekette hayat zor, yüksek yerlerdeki dostlarınız kabul etmek istemese de bu ekonomiye güven olmaz… Ya bu köprü iş yapmazsa? Ne yani, memleketi bayındır kılmak size mi kaldı? Ne yapmalı? Bir çözümü var: Geçiş garantisi. Geçenler geçer, geçmeyenlerin parasını devlet size öder. O halde tamam… Bir küçücük pürüz daha: Bu kredilerin geri ödemesi ne olacak? Onu da bir şekilde hallediverin canım, kılıf mı yok size?
Şimdi bir soru: Para sizin cebinizden çıkmadı, inşaatı siz yapmadınız, ticari riski siz üstlenmediniz ama arada çılgınlar gibi para kazandınız. Sizin mesleğiniz nedir? Ne yaptınız siz?
Ne yaptınız? Birkaç defa uçağa bindiniz, Ankaralara gittiniz, insanlarla buluştunuz, yemekler yediniz, telefonlar ettiniz. Sizin mesleğiniz bu.
4.
Sizin mesleğiniz bu da sürekli gidip geldiğiniz Ankara’dakilerin mesleği farklı mı? Çetin Altan, siyaset eşrafını da mesleksiz yığınların içinde sayardı. Parlamentoya bir girenin, sanki orada doğmuşçasına bir daha çıkmak istememesi bundan… Hatta devletten geçinen bürokratları da sayardı Altan. Eh tabii, bakan değiştikçe bürokrat değişiyorsa, eğitimde sağlıkta kaderimizi tayin edecek kimseler geceyarısı kararnameleri ile bir anda sıfırlanıyor ya da zirveyi görüyorsa, bu insanların bir mesleği var diyebilir miyiz? Doldurulan bir makam meslek sayılır mı?
Sayılmaz.
Ama her geçen gün memleketten dışarıya çıkan, dışarıya çıkmayı düşünen, çıkmak için gün sayan, hatta çıkmak için okuyan insanların çoğu meslek sahibi. Doktorlar, mühendisler… İlla Batı’ya değil Doğu’ya gidenler de öyle. Riyad’da, Dubai’de, Doha’dakiler de. Sadece mühendis, doktor değil; berber, şoför ve aşçılar da gidiyor. Gidebiliyorlar, çünkü mesleklerini dışarıda da icra edebiliyorlar.
İçeride kalanlarsa fenomenler. Yeni hayat böyle. Ama işin sonunu yine de Çetin Altan’la bağlayalım:
Enseyi karartmayın. Karartmayalım.
.