ajax'ın görünmediği tek yer

Dino'nun yüzme kursunun yanında bir bar var. Ya da bir kafe. Hollandalıların deyişiyle bir "kroeg"; hem bar hem kafe. İstersen peynirle şarap istersen kahveyle bisküvi. Günüyse de Ajax maçı.

Dün kroeg'a girdiğimde maç açıktı. Yedi sekiz kişi barın tam karşısında duran televizyondaki yayını pür dikkat izliyordu. Durum nedir diye gidip baktığımda ağzım açık kaldı. Bu sene zaten pek kötü giden Ajax, kırk dakikada iki tane yemiş bile. Biraz sempatim de var takıma, "hadi ya" der gibi dudak bükerken, televizyonun tam altında birinin oturduğunu fark ettim. Yaşlı bir kadın sandalyesini o stratejik noktaya konuşlandırmış, maçı izleyenleri izliyordu. Gruba yeni katılan beni de süzdü, içini çekti ve şaşkınlığımı, "ne yaparsın, işte böyle, berbat bir maç" der gibi karşıladı. Der gibi de değil, tam olarak böyle dedi: Berbat bir maç...

Maçı izlemedim. Ama ara ara skora bakmaya gittim. Kadın hep orada, sırtını maça dönmüş, seyircileri izleyerek oturuyordu. Ve hayıflanıyordu... 

Peki neden orada oturuyordu? Dedim ya, Ajax bu sene epey kötü. Acaba kadın iyi bir Ajax taraftarıydı da bu berbat oyunu mu görmek istemiyordu? Klasik hikâyedir; Fransız yazar Maupassant, Eyfel Kulesi'nden nefret edermiş etmesine de öğle yemeklerini hep kuledeki restoranda yermiş. "Madem sevmiyorsun neden hep buradasın" diyenlere de "çünkü Paris'te Eyfel'in görünmediği tek yer burası" dermiş. 

Acaba yaşlı kadın, mekânda Ajax'ın görünmediği tek yere mi oturmuştu?

*

Ajax, maçı 3-2 kaybetti; neredeyse son saniyede bir şutu çizginin epey içinden çıkartıldı ama VAR incelemesinde yine de çizgiye temas var diye golü verilmedi. 


dostlar arasında

Berlin'de yaşayan Güney Koreli yazar Byung-Chul Han'dqan özgürlük üzerine... Sözcükler arasında ilginç bir gezinti... 

“Halbuki özgür olmak (Frei-sein) köken olarak dostlar arasında olmak (bei Freunden sein) anlamına gelir. Özgürlük (Freiheit) ve arkadaş (Freund) Hint-Avrupa dil ailesinde aynı köke sahiptir. Özgürlük aslında bir ilişki kelimesidir (Beziehungswort). İnsan kendini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hisseder. Neoliberal rejimin yönelmiş olduğu tümden tekilleşme bizi gerçekten özgür kılmaz."

Psikopolitika - Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, Metis, 2019, Çeviri: Haluk Barışcan

akış

İnsanın bir 'akışı' var, onu öğrendik, tamam. Ya da öğrenmediysek de bildik. 

Acaba evrenin de mi bir akışı var? En azından kişinin kendi ilişkiler evreninin? Bazen bir haber, bir mesaj, bir cevap, bir selam bekliyorsun, gelmiyor. Bazen sen de bunu ihmal ediyorsun. Bazen hepsi arka arkaya geliyor. 

İşin ilginci bu sanal evrenler de geçerli. Twitter'da, Instagram'da gördüğüm, sanki insanların birbiriyle muhabbeti toplu halde bazen tıkanıp bazen açılıyor. Toplumun da bir akışı var mı? 

Bende cevabı yok bunların. Sorular da zaten bin yıllık sorular. Bir daha sormuş olayım.

bugün aslında dündü'yü neden severiz?

Gazete Duvar'da geçen sene bugün, 2 Şubat'ta yani Groundhog Day'de yayımlandı.  

 

1.


Temel meselelerimizi anlatan bazı filmler ve kitaplar, ne kadar mütevazı olsalar da, cüsselerinden büyük yer kaplayabiliyorlar. Bir referans noktası, bir ortak fikir haline geliyorlar. 


Örneğin o güzelim “Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day) filmini sevmeyen biri var mıdır? 


Konusunu kısaca özetleyeyim: 


Harold Ramis’in 1993 tarihli filminde, Bill Murray’nin canlandırdığı Phil Connors isimli hava durumu sunucusu, her yıl tekrarlanan bir doğa olayını ve bu olay çevresinde yapılan festivali haberleştirmek üzere Punxsutawney isimli kasabaya gelir. Hayatından da, işinden de, ayaklarını sürüyerek geldiği bu küçük kasabadan da hoşnut değildir. Haberini yapar ama hava koşulları elvermediğinden kasabayı terk edemez. Çaresiz, oteline döner ve uyur. 


Ertesi sabah, bir gariplikler silsilesi yaşar ve çok geçmeden çevresinde dönen tuhaf olayların o “inanılmaz” sebebini kavrar. Hava durumu sunucusu, önceki gün yaşadıklarının aynısını yaşamaktadır… Hayretten hayrete sürüklenerek ve önceden yaşadıklarının üzerinden yeniden geçerek gününü tamamlar ve ertesi gün yeniden aynı sabaha uyanır. Hep aynı günü yaşadığı, absürt bir kısırdöngünün içine girmiştir.


Murray’nin mükemmelen canlandırdığı karakter, bunu kavradığı anda, önce fırsattan istifade etmeye çalışır. Bilgisiyle insanları etkiler, banka soyar ve hoşlandığı kadını (Andie MacDowell) tavlamak için çareler arar; mesela Fransız şiirlerinden dizeler ezberler. 


Ama aynılığın, hiçbir şeyin değişmemesinin içinde yarattığı  boşluk büyür, büyür ve nihayet onu yutar. Kahramanımız sonunda değişmezliğin, her anın, her şeyin birbirine benzemesinin yüküne dayanamayıp intihar eder. Ama bu da çözüm değildir: Gözlerini açtığında yine aynı güne başlamıştır. 




Ve sonra… 


Sonra Phil Connors isimli hava durumu sunucusunun içinde iyiye, güzele doğru bir şey değişir. Kaderi değiştiremeyecekse bile rutini kırabileceğini anlar. Sonsuz zamanında piyano çalmayı, buzdan heykeller yapmayı öğrenir. Hem hoşlandığı kadının hem de kendi kalbinin derinlerini keşfetmeye girişir. Bunu başarır da… Değişmeyen günün kilidine uyan anahtarı da zaten bu sayede bulur. 


“Bugün Aslında Dündü” soğuk kışların, uzun gecelerin en güzel eşlikçilerindendir. Ruhumuzu tatlı tatlı kaşıyan bir fikirdir bu film. Bir yandan en derindeki isteklerimizi, korkularımızı da zahmetsizce sergiler. Rutinin baskısına isyan ve insanın yaratıcılığına bir selamdır. 


Ama en önemli başarısı, aynılığın, her şeyin birbirine benzemesinin o korkunç çehresini bize tarif edebilmesinde yatar. 


O yüzden de halen unutulmamıştır. 


2.


Nörobilimci David Eagleman ile akademisyen ve müzisyen Anthony Brandt “Yaratıcı Tür” isimli eserlerinde bu filmden hararetle bahsediyor; çünkü insanların Murray’nin canlandırdığı karakteri sevmesini önemsiyorlar: 


“ (...) Neden alkışlarız onu? Çünkü tekrarlayan şey cazip gelse bile kusursuz öngörülebilirlikten hoşlanmayız. Oysa sürpriz bizi yakalayıp kavrar. Otomatik pilottan kurtulmamızı sağlar. Bizi kendi deneyimlerimize karşı uyanık tutar. Aslında, ödül sisteminde devreye giren nörotransmiterler (sinirsel ileticiler), sürpriz unsurunun düzeyine bağlı durumdadır: Düzenli ve öngörülebilir zaman aralıklarıyla verilen ödüllerin beyinde yarattığı etkinlikler, gelişigüzel ve öngörülemeyen zamanlarda verilen ödüllerle kıyaslandığında çok daha azdır. Şaşırma hali doyurucudur.” (Yaratıcı Tür: Fikirler Dünyayı Nasıl Yeniden Yaratıyor, David Eagleman ve Anthony Brandt, Domingo Kitap, 2019, Çeviri: Zeynep Arık Tozar). 


Kendi hayatlarımızdaki izini de rahat rahat sürebileceğimiz bir tespit bu: Öngörülebilirlik bir süre sonra bıktırır. İnsan, bildik olanın konforunu sever ama yaşantısında sürprizi de arar. 


İnsan şaşırmaktan fena halde hazzeder. 





3.


Peki bizi en çok neler şaşırtır? 


Şüphesiz hikâyeler… Daha çok da başka insanların, başka akılların hikâyeleri… 


Kendimizin, yakın çevremizin hikâye kapasitesi, doğal olarak, sınırlıdır. O yüzden hikâye dinlemek için başkalarına gideriz: Filmlere, romanlara, öykülere, şarkılara gideriz… 


O halde size bir soru: Bu hikâyelerdeki sürprizler azaldı mı? 


Eskisi kadar şaşırıyor musunuz? 


4.


Bu soruyu, çok temel bir tartışmanın bir kolu olarak da görebilirsiniz. Yıllardır süregelen ve bir sonuca da bağlanacak gibi durmayan vasatlık tartışmasının…


“Şaşırıyor muyuz” yerine doğrudan bu soruyu da sorabiliriz: Giderek vasatlaşıyor muyuz? Filmler, romanlar, öyküler eskisi kadar iyi ve etkileyici değil mi?  


Bunun bir ölçüsü yok elbette. Herkes kendi kanaatine göre cevap verebilir. Çalıştığım gazetelerde, dergilerde “böyle bir dosya yapalım ama nasıl”ın üzerine epey kafa patlatmıştık. Her defasında da olaysız dağılmıştık. 


Çünkü bir ölçü yok.


“Eski” nedir, “yeni” nedir; bunun bile tam olarak bir tarifi yok. Bazen bir ölçü olarak, “artık büyük roman yazılmıyor mu”, “büyük film çekilmiyor mu” diye sorulduğu oluyor. Doğaldır, “büyük” de tarife muhtaç bir sözcük. “Savaş ve Barış”, evet, büyük bir roman ama bugün yazılanlar değil mi? Gülten Akın, evet, çok büyük bir şair, peki bugünün şiiri onun gölgesinde mi?


Bugünden ileriye neler kalacağını kestirmek mümkün mü? Ahmet Hamdi Tanpınar, yaşarken ve yazarken kendisinin tecrübe edemediği şöhrete, eserlerinin onun ölümünden çok sonra kavuşacağını tahmin eder miydi? 


Dudak bükülen nice eser sonradan parlamadı mı? 


Nedir vasatlığın ölçüsü o halde? Var mı bir ölçü?


5.


Yine de bu soru ortada: Vasatlaşıyor muyuz?


Sizi hiç yormadan kendi cevabımı vereyim: Evet, bana kalırsa, giderek vasatlaşıyoruz. Daha da önemlisi, vasatlığın üzerimize daha da ağır şekilde çöreklenmesini bekleyebiliriz. 


“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diyebilirsiniz. “Ölçü yok, kriter yok” derken birdenbire buraya nasıl geldim? Açıklamaya çalışacağım.


Geçen gün bu sohbet açıldığında eşim, “İnsan yaşlandıkça, yeni olan her şeyin vasat olduğunu iddia eder” dedi ki katılıyorum. 


Ama…


Evet, neticede yaşlanıyorum ama benim cevabım yaşla ilgili değil; dönemsel bir durumdan bahsediyorum. Çünkü ben, benim yaşadığım dönemden önceki dönemlerin, özellikle de 1950’ler ve 1960’ların, bir ölçüde de 1970’lerin müthiş ve büyük eserler çıkardığını düşünüyorum. Edebiyatta, sinemada, sanatta… Türkiye’de ve dünyada… Belki savaş sonrasının getirdiği serbestlik ve zindelik, belki dönemin koşullarının insan üretimine uygun olması bu yılların müthiş verimliliğini sağlamıştı ama bu bir başka yazının konusu.


1980’ler ve sonrası, yani benim kendi ömrümde izleyebildiğim dönem ise bana göre bir tür duraklama dönemi. Duraklamanın ardından gerilemenin başlayacağını asla iddia etmiyorum. Bir ihtimal, benim çok iyi eserler çıkmış dediğim yılların da ötesine gidebiliriz ve umarım öyle olur ama ben bu ihtimalin giderek azaldığını düşünüyorum. 


Sebebi “Bugün Aslında Dündü”de gizli… 





6. 


Sebep, her şeyin giderek aynılaşması. 


Aynılaşmanın sebebi ise her şeyin ölçülebilir olması. “Vasatlığın bir ölçüsü olabilir mi” diye sormuştum. Belki yok ama gelecekteki vasatlığın sebeplerinden biri her şeyin ölçüye sığması olacak. 


İzlediğimiz, okuduğumuz her şey artık ölçüye tabii. Platformlardaki dizilerin ve filmlerin hangi sahnelerinin sevildiği gözleniyor, kategorize ediliyor ve istatistiğe dökülüyor. Hangi konular revaçta, hangi sözler tutuyor, senaryo nereye doğru ilerlemeli, ne yöne sapmaktan sakınmalı? Bunun gibi birçok sorunun artık anlık cevapları var. Bu cevapları platform yöneticileri biliyor, yapımcılar biliyor, senaristler biliyor, oyuncular biliyor. 


Amazon Kindle’da hangi satırların altı çiziliyor, biliniyor. Bir başlık kaç cümle olmalı; bir roman kaç sayfa olmalı? Okurun ilgisi ne yazarsan dağılır, ne yazarsan toparlanır? Hepsinin analizi var. 


Instagram’daki, Tiktok’taki influencerler için bile durum aynı. Ne, ne zaman, hangi koşullarda viral olur? Algoritmalar her şey için hazır ve nazır. 


Buradan yaratıcılık çıkar mı? 


Düşünün, Netflix dizisi “Stranger Things”in bu kadar tutmasının ardındaki bir sebep olarak (dizinin güzelliği bir yana), seksenlerde çocuk olanların hem nostalji yapıp hem Netflix’e para ödeyebilecek alım gücüne sahip olması gösteriliyor.


Birtakım işlere sermaye koyacak kimseler bu tür meselelerin fena halde farkındayken, buralardan yeni ve avangart fikirler doğar mı?


Ama bundan sonra belli ki her şeye algoritmayla devam ediyoruz.


Algoritmaları, trendleri takip ederek ne kadar yaratıcı kalabiliriz?



7.





Eagleman ve Brandt, “Yaratıcı Tür”de, “Bugün Aslında Dündü”yü tartıştıktan sonra şunları söylüyor: 


“Beyin bir yandan dünyayı öngörerek enerjiden tasarruf etmeye çalışır, bir yandan da şaşırmayla gelen sarhoşluk duygusunu arar. Ne sonsuz bir kısırdöngü içinde yaşamak ne de her saniye sürprizle karşılaşmak isteriz.”


Algoritmaların, yaratıcılık üzerinde iki yönden de etkisi olacak. Onların sayesinde öngörüler muhakkak artacak. Ciddi bir enerji tasarrufu… 


Ama ya o sarhoşluk duygusu… 


Ne demişti Yusuf Atılgan: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapabileceği umulur.”


Atılgan’ın bu yeni yaratığı şaşkınlıktan besleniyordu. Şaşkınlığın sarhoşluğundan…


Algoritmaların konforu, bu hesaplı yaratıcılık sinemadan çıkmış insanı ne yöne sürükleyecek? Ona ne yapacak? (Gerçi sinemadan çıkmış insan mı kaldı? En fazla bir odadan ötekine sürükleneceğiz. Evimizin konforunda.)


Ama insan rutini nasıl kıracak? İzlediği filmler, diziler; okuduğu kitaplar tek bir aklın eseriymiş gibi mi olacak? 

,

Bizi sürprizler doyurur. Türümüzü ileriye, belki kimsenin metelik vermediği zor fikirler götürür. Herkesin ortak beğenisi bu fikirleri, avangartlığı eleyecek. 


Birbirine benzer filmleri izleyip, benzer kitapları okursak hep aynı sabahlara uyanırız. Rahat ederiz belki. Ama sonra fena halde sıkılırız, orası kesin. 





ay sarayı

Bir yeni tezgâh...

Okuduğum kitaplar hakkında notlar... Bazen okurken. Bazen okuduktan sonra. Hem hafıza hem de kafa toparlamak için ayrı bir yer olsun istedim. 

Ay sarayı... Sizi de beklerim.

muhsin bey ve bay hirayama

 

Mükemmel Günler... İzledikten beri, bu film kafamda dönüp duruyor. Nicedir üstünde düşündüğüm konular, bir güzel akıl tarafından beyazperdeye yansıtılmış gibi. 

Wim Wender’i çok seviyorum. En sevdiğim yönetmendir de diyebilirim. Ne çekse görmek, izlemek isterim; kabulümdür ama burada kabullerin ötesine de geçmiş. Sanki benim zihnimin içinde dolaşmış (Tabii daha akla yakın önerme, benim onun zihninden öteden beri etkilenmiş olmam ama biz yine de ilk seçenek yaşanmış gibi davranalım). 

Wenders’in sakin, sade yaşamını anlattığı Bay Hirayama; bir rutin kahramını. Günleri ne az ne fazla. Olması gerektiği gibi. Dolu. Tam. 

Bu hafta Gazete Duvar’da bu film üzerine uzun uzun yazdım ama buraya da şu notu düşeyim… Hirayama’da biraz Muhsin Bey var. O duygu var… Ama harika aktör Koji Yakusho’da da biraz Şener Şen’lik var. Filmi izleyenler, izleyecek olanlar son sahneyi hatrına getirsin ya da o sahneye dikkat etsin. Hirayama’nın içinden bir Muhsin Bey çıkıyor…

Bu filmi daha konuşuruz…

dinlerken

Hollandaca’da okuduğumu anlayabiliyorum ama konuşması biraz zor. Çarşıda pazarda işimi görüyorum, Dino’nun arkadaşlarıyla falan anlaşıyoruz ama ötesi insanı yıpratıyor. Şimdi bir ofiste çalıştığımdan, ofistekilere de benle olabildiğince Hollandaca konuşun dediğimden, biraz daha gayret sarf ediyorum. Yine de zor. 


Çevremdekilerin hepsi okumuş yazmış insanlar. Kelimenin tam anlamıyla öyleler. Yazarlar, gazeteciler, çevirmenler… Konuşuyorlar, dinliyorum. Konuşmaktansa dinliyorum. Yalnız bugünlerde şunu fark ettim. Bazı insanları anlaması çok kolay. Çok düzgün, kurallı ve tane tane konuşuyorlar. Bazılarıysa hakikaten zorluyor. Çok ağızlarının içindeler, kuralsızlar, gelişigüzeller. Yazar çizer olsalar da… Konuşurken cümlelerin ne başı var ne sonu…


Sanırım ben de bu ikinci gruba dahilim. Türkçe konuşurken de…

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...