stanley kubrick cevaplıyor: hayat yaşamaya değer mi?

Playboy, zamanında Stanley Kubrick’e şöyle sormuş: Hayatın bir amacı yoksa, yine de yaşamaya değer mi?Evet, fani olmakla bir şekilde başa çıkanlarımız için yaşamaya değer. Hayatın böylesi anlamsızlığı, insanı kendi anlamını yaratmaya zorluyor. Çocuklar hayata kirlenmemiş bir merak duygusuyla, yaprağın yeşil olması denli basit bir şeyden bile büyük keyif alma kabiliyetiyle başlıyor. Ama büyüdükçe, ölüm ve çürüme onların bilincine sızıp yaşama sevinçlerini, idealizmlerini ve ölümsüzlük varsayımlarını aşındırmaya başlıyor. Bir çocuk olgunlaştıkça, baktığı her yerde ölümü ve acıyı görüyor ve insanın nihai iyiliğine inancını yitirmeye başlıyor. Ama birazcık güçlüyse –ve de şanslıysa- ruhun bu alacakaranlığından çıkıp hayatın ateşine uyanabilir. Hem hayatın anlamsızlığı yüzünden hem de ona rağmen, taptaze bir amacı ve yemini ortaya çıkartabilir. Doğduğu andaki o saf merakı belki yeniden yakalayamaz ama daha da dayanıklı ve besleyici bir şeyleri şekillendirebilir. Evren hakkındaki en dehşet verici şey onun düşman değil aldırışsız olmasıdır. Ama bu aldırışsızlık haliyle uzlaşmayı becerir ve ölümün sınırları dahilinde yaşamın meydan okumalarını kabul edersek –insan bunları yapmak için ne denli kararsız olsa da- bir canlı türü olarak varlığımız gerçek bir anlama ve doyuma ulaşabilir. Karanlık uçsuz bucaksızsa da, kendi ışığımızı yakmalıyız.

birazcık yağmur kimseyi incitmez


Eski mahalleden, eski zamanlardan...

İlk damlalar kocaman ve nedense beyazdı. Kafamı gökyüzüne kaldırıp baktım, bulutlar o kadar da tehdit edici görünmüyordu. Şemsiyem yoktu. Birazcık yağar, geçer dedim. Yaz yağmuru.. . İngiliz Konsolosluğu’nun karşısındaki ışıklara yürüdüm. Yayalara kırmızı ışık henüz yanmıştı, vızır vızır geçiyordu arabalar. Şimdiye dek orada çok durdum biliyorum, yeşil tam 90 saniye sonra yanacaktı.

Beklemeye başladım.

10. saniye: Yağmur hızını arttırdı. Omuzlarım hafiften ıslanıyor.
20. saniye: Yine kafamı kaldırdım, bulutlar hızla birleşiyor.
30. saniye: Sırılsıklam oldum. Yeşil yanınca sığınabilecek bir yer kestirmeye çalışıyorum. Nafile, her yer açık, saçak yok, dımdızlak ortasındayım yolun.
45. saniye: Üzerime kova kova su boşaltılıyor sanki. Muson yağmuru gibi müthiş bir basınçla yağıyor. Yapacak bir şey bulamayınca, ellerimi çaresiz, ceplerime soktum. Sırılsıklamım ve geriye dönüş yok artık.
60. saniye: Arkamda bekleyen yaşlı adam, gök gürültüsü gibi bir sesle “Amaaaaan” diye bağırdı. Bir histeri krizi geçiriyormuşçasına gülmeye başladı sonra. Ben de kendi halime gülüyorum. Ama sessizce.
70. saniye: Adam gülüyor…
80. saniye: Adam gülüyor…
90. saniye: Yeşil yandı. Adam gülüyor. Ben ok gibi fırladım karşıya doğru. Adam yerinde kaldı.

Caddenin karşısından dönüp baktım. Adam gülmeye, yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyordu. Damlalar nedense kocamandı.

ayakta yazmak


Büyük yazarlar nasıl yazardı? Nedense hiç unutmam, Victor Hugo'nun ayakta yazdığı söylenir. İşte orada, yüksek yazı sehpasının başında, koca Hugo, arada bir sakalını karıştırarak yazıp duruyor saatlerce.

Belki de adamda kuyruk sokumu ağrısı vardı. Ancak aklıma geldi

yalnız mum, sis düdüğü ve ayın ruhları - akşam kahvesi okumaları

* Yanmak isteyen bir yalnız mum... Kendini tutuşturmak için bir kibrit kutusundan yardım istiyor. Olayların nasıl geliştiğini daha sonra nasılsa okuyacağız. Danimarka'nın Odense şehrinde, emekli bir tarihçinin bir kutunun dibinde bulunan el yazmalarının Hans Christian Andersen'e ait olduğu tahmin ediliyor. Odense'deki Andersen müzesi yetkililerine göre masal kuvvetle muhtemel yazarın ilk eseri. (Gelişmeleri şu AP haberinden okuyabilirsiniz - İngilizce) Danimarka'nın -bizde bastığı karikatürlerle meşhur olan- Politiken gazetesi haberi elbette manşete çekmiş.

* Aktüel dergisindeki son işim Taraf'ın ilk gününe dairdi. O sırada yazdığım Medyatek köşesi için gitmiş, gazetenin çıkış heyecanına ortak olmuştum. Alev Abi (Er), Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Ümit Kıvanç nasıl da mutlulardı. Altan, "bambaşka bir gazete yapacağız, ilk günden beceremeyeceğiz belki, ama ileride herkes anlayacak" demişti. Güzeldi. İlk zamanlarında ben de severek okudum. Zaten sevdiğim, inandığım insanların yaptığı bir gazeteydi. Derken her şeyin gazı kaçtı. Önce Alev Abi gitti, bir süre sonra Ümit Kıvanç. Bense uzun zamandır Taraf'ı ne benimsiyor, ne yayımladığı haberlerden, ne de kullandığı dilden hazzediyorum. Ayrıntıları hepiniz biliyorsunuz, uzun mesele. Ama özellikle Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır'a yönelik akla zarar helikopter düşürme suçlamasını, o koca koca insanların herhangi bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl bağdaştırabildiklerini, nasıl içlerine sindirerek yayımladıklarını halen anlamıyorum. Şimdi de Altan ve Çongar gidiyor. En başından bugüne kadar düşününce: İyi bir gazete olabilirdi, sadece yazık oldu.

Gazetenin sahibi Başar Arslan'ın TR4'ten Hazal Özvarış'a verdiği röportajı hatırlayalım. 

"Altan'la Taraf'taki ilişkinizde bir zaman sınırlamasında bulundunuz mu?
Ahmet Bey zaten bu işleri başkası yapsa çok hoşlanır. O, bu ülkede çocuklar ölmesin, herkesin huzurlu yaşayacağı demokratik bir ortam olsun diye çabalıyor. Diğer Altan ailesi üyeleri de böyle... Bunu başka birileri yapıyor olsa Ahmet Altan, 'Ben burada, bu işin başında olacağım' demez. Gençlere de devredebilir, başkasına da bırakabilir; roman yazmayı tercih eder. Sonuçta bunlar siyasi, sıkıcı konular. Böyle bir şeyi kim ister ki? İnsanlar bu yüzden inanamıyor, yapılan yakıştırmalar da bundan kaynaklanıyor. Ben öyle olmadığını biliyorum."
 
* Tom Waits'i severim. Seveni de severim. Cem Pekdoğru, güzel isimli güzel blog Yazıhane'de üstadın güzelliklerinin üzerinden şöyle bir geçmiş. Bir gazete kesekağıdı olduğunda ne hisseder? (Benzer satırlar bu blogda da vardı, hatırlarsanız)

"Sevdiğiniz sesler? Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski western'lerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano dersi. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin'deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. Traktör. Theremin. Güvercinler. Martılar. Baykuşlar. Kumrular."

* Özellikle spiritüel meselelerle ilgilenenler için, Aycan Aşkım Saroğlu müthiş bir blog yazmaya başladı. İyi gazeteci, iyi insan, iyi bir arkadaştır Aycan. Ayın ruhundan da anlar. soulsofthemoon'a buyurun

Allta son zamanların harika kapaklarından biri. Current

hep klinsmann'ın yüzünden - bir itiraz

Mahir Ünsal Eriş'in 'Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...' isimli kitabını okudum. Birçok arkadaşım tavsiye etmişti zaten. İyi öyküler... Ben özellikle ilkini beğendim. Ama sırf isminden dolayı bir başka öyküyü, 'Hep Klinsmann'ın Yüzünden'i merak ediyordum. Sabırla, sırası gelene kadar bekledim.

Çünkü bana "bütün dünyadan bir tane futbolcu seç" deseler, Klinsmann derim.

Eriş sağolsun, silkelemiş biraz Klinsmann'ı. Üstüne bir de (yine sempati duyduğum) Rudi Völler'i. Ama öyküsü güzel, bizim de elimiz bağlı, yapacak bir şey yok.

Aslında var. Kendimce itirazımı, altı sene evvel, Almanya'daki Dünya Kupası sırasında (Klinsi Alman takımını yönetiyordu) eski blogda yazdığım şu yazıyla dillendireyim.

Bu arada, söylemeye gerek bile yok, Bangır Bangır Ferdi'yi okuyun. Rakıyla. Sabaha karşı.

***

Alman milli futbol takımını oldum olası sevmem. Genellikle sıkıcı bir futbol oynarlar; saç kesimleri kötüdür, formaları kötüdür, taraftarları kötüdür ama futbolla biraz ilgili herkesin bildiği üzere HEP kazanırlar.

Disiplinli, takır takır işleyen, son ana kadar aynı düzende çalışan bir makine… Almanlar futbol oynuyor! Böyle makineleri de sevmem zaten, disiplini de. 90 Dünya Kupası’nda her tarafta o berbat Alman formaları vardı. Bütün bir millet, onu tişört olarak da giymeyi uygun görmüştük. Peeeehh! Mesela bir Franz Beckenbauer de futbol aleminin en sıkıcı adamıdır herhalde; bugünlerde ne sık rastlıyorum ona. Dortmund’da, Frankfurt’ta, Berlin’de her yerde, her statta aynı manasız bakışlarla sahayı tarıyor. Helikopterle bir oraya bir buraya koşturuyormuş bütün maçları seyretmek için. Biz de onu seyrediyoruz.

Ama bir adam daha var ki, onu her gördüğümde seviniyorum. Jurgen Klinsmann… O hiç sevmediğim Alman takımının sempatik forvetiydi. İyi futbolcuydu, biraz bizim Metin Tekin’e benzetirdim onu futbol oynadığı zamanlarda. Klinsmann nedense, o disiplinli Alman takımına başka bir yerlerden sızıvermiş gibi gelirdi bana. Hem çok iyi bir forvetti, hem de efendi, kendi halinde, sürekli yüzü gülen bir adamdı. Sanki bunlar futbol için çok önemli özelliklermiş gibi, şöyle iyi adamdı böyle güzel adamdı filan feşmekan deyip dururuz ya. İşte Klinsman da o kategoriden bir adamdır.

Şimdi bir zamanlar attığı gollerle dünya kupası şampiyonluğuna taşıdığı milli takımının başında. Kulübede ne zaman onu görsem, Almanya’ya karşı bir sempati duyuyorum. Ayrıca Allahı var, takımına da çok güzel top oynatıyor. Kupa başlayana kadar çok eleştirildi ama çok genç ve güldür güldür hücum eden bir takım kurmuş meğerse. Bu sene Arjantin, ABD ve Avustralya ile birlikte futbolseverlerin yüzünü ağartan bir futbol oynuyorlar (nedense de hepsi A ile başlıyor). Oyunu çirkinleştirmeden ve hep gol atmayı düşünerek.

Ve Klinsmann, Almanya her gol attığında bir yumruğunu havaya kaldırıyor, yanındaki oyunculara sarılıyor. Yüzü aydınlanıyor. Futbol yine Almanların kazandığı bir oyun olmaya devam ediyor ama hiç değilse Beckenbauer’in değil Klinsmann’ın başında olduğu Almanya kazanıyor. 

ay sarayında