spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

hep klinsmann'ın yüzünden - bir itiraz

Mahir Ünsal Eriş'in 'Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...' isimli kitabını okudum. Birçok arkadaşım tavsiye etmişti zaten. İyi öyküler... Ben özellikle ilkini beğendim. Ama sırf isminden dolayı bir başka öyküyü, 'Hep Klinsmann'ın Yüzünden'i merak ediyordum. Sabırla, sırası gelene kadar bekledim.

Çünkü bana "bütün dünyadan bir tane futbolcu seç" deseler, Klinsmann derim.

Eriş sağolsun, silkelemiş biraz Klinsmann'ı. Üstüne bir de (yine sempati duyduğum) Rudi Völler'i. Ama öyküsü güzel, bizim de elimiz bağlı, yapacak bir şey yok.

Aslında var. Kendimce itirazımı, altı sene evvel, Almanya'daki Dünya Kupası sırasında (Klinsi Alman takımını yönetiyordu) eski blogda yazdığım şu yazıyla dillendireyim.

Bu arada, söylemeye gerek bile yok, Bangır Bangır Ferdi'yi okuyun. Rakıyla. Sabaha karşı.

***

Alman milli futbol takımını oldum olası sevmem. Genellikle sıkıcı bir futbol oynarlar; saç kesimleri kötüdür, formaları kötüdür, taraftarları kötüdür ama futbolla biraz ilgili herkesin bildiği üzere HEP kazanırlar.

Disiplinli, takır takır işleyen, son ana kadar aynı düzende çalışan bir makine… Almanlar futbol oynuyor! Böyle makineleri de sevmem zaten, disiplini de. 90 Dünya Kupası’nda her tarafta o berbat Alman formaları vardı. Bütün bir millet, onu tişört olarak da giymeyi uygun görmüştük. Peeeehh! Mesela bir Franz Beckenbauer de futbol aleminin en sıkıcı adamıdır herhalde; bugünlerde ne sık rastlıyorum ona. Dortmund’da, Frankfurt’ta, Berlin’de her yerde, her statta aynı manasız bakışlarla sahayı tarıyor. Helikopterle bir oraya bir buraya koşturuyormuş bütün maçları seyretmek için. Biz de onu seyrediyoruz.

Ama bir adam daha var ki, onu her gördüğümde seviniyorum. Jurgen Klinsmann… O hiç sevmediğim Alman takımının sempatik forvetiydi. İyi futbolcuydu, biraz bizim Metin Tekin’e benzetirdim onu futbol oynadığı zamanlarda. Klinsmann nedense, o disiplinli Alman takımına başka bir yerlerden sızıvermiş gibi gelirdi bana. Hem çok iyi bir forvetti, hem de efendi, kendi halinde, sürekli yüzü gülen bir adamdı. Sanki bunlar futbol için çok önemli özelliklermiş gibi, şöyle iyi adamdı böyle güzel adamdı filan feşmekan deyip dururuz ya. İşte Klinsman da o kategoriden bir adamdır.

Şimdi bir zamanlar attığı gollerle dünya kupası şampiyonluğuna taşıdığı milli takımının başında. Kulübede ne zaman onu görsem, Almanya’ya karşı bir sempati duyuyorum. Ayrıca Allahı var, takımına da çok güzel top oynatıyor. Kupa başlayana kadar çok eleştirildi ama çok genç ve güldür güldür hücum eden bir takım kurmuş meğerse. Bu sene Arjantin, ABD ve Avustralya ile birlikte futbolseverlerin yüzünü ağartan bir futbol oynuyorlar (nedense de hepsi A ile başlıyor). Oyunu çirkinleştirmeden ve hep gol atmayı düşünerek.

Ve Klinsmann, Almanya her gol attığında bir yumruğunu havaya kaldırıyor, yanındaki oyunculara sarılıyor. Yüzü aydınlanıyor. Futbol yine Almanların kazandığı bir oyun olmaya devam ediyor ama hiç değilse Beckenbauer’in değil Klinsmann’ın başında olduğu Almanya kazanıyor. 

kitaplarını düşürmeden koşan çocuk



Bir masal daha bitti. Tiyatrocuların sahnede ölmek istemesi gibi, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük uzun mesafe koşucusu, kariyerine New York sokaklarında, tam olarak Queensboro Bridge’de son verdi.

Haile Gebrselassie… Afrika’nın en zorlu ülkelerinden birinden, Etiyopya’dan geldiğini bağıran ismini televizyonda işitmeye ne kadar alışmıştık. Rahmetli Kenan Onuk da, anlattığı koşularda, yarışı en önde onun bitirdiğini söylemeye alışmıştır herhalde.

Bu defa bitiremedi. Uzun mesafelerde iki olimpiyat altınıyla 27 dünya rekoruna ve sayısız maraton birinciliğine sahip Gebrselassie, dizindeki sakatlık fazlasına izin vermeyince Pazar günkü New York Maratonu’nu tamamlayamadı ve göz yaşları içinde artık bıraktığını açıkladı.

Masalsı ismi, sadece atletizm pistlerine değil, masallara da yakışıyordu gerçekten. Fakir bir ailenin on çocuğundan biriydi. Okula gitmek için her gün 10 kilometre koşup, aynı şekilde geri dönüyordu. Koşmayı bu şekilde öğrendi. Tuhaf koşu stili de o günlerden kaldı. Gebrselassie, kazandığı ve kazanmadığı bütün yarışları, sanki koltuğunun altında hâlâ okul kitapları varmış gibi, sol kolunu bükerek koşuyordu.



Artık koşmayacak, ne yazık. Spor tarihinde bir devir daha biterken, sürekli atletizmden önemli bir şey olmadığını söyleyen Hıncal Uluç’un, Gebrselassie hakkında neler yazdığına baktım. Tuhaftır, henüz yazmamış (belki de hiç yazmayacak). Yazacak daha önemli bir şey var mı ki?

Bu Gebrselassie hakkında hoş bir klip:



Bu 2000 Sidney Olimpiyatları'nın efsanevi 10 bin metre finali



Bu da içinde bir sürü Gebrselassie olan Adidas reklamı

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...