şefin düşüşü




Uğraşıyorlar. Didiniyorlar. Muazzam kapak yapıyorlar. Hollanda gazetesi Volkskrant’ın eki V, üç boyutun da ötesine geçmiş. Her daim zarif El Pais Semanal, ‘Blatter’in düşüşü’nü film tadında görmüş. Son yılların yıldızı Bloomberg Businessweek, hepimizle dalga geçmiş. New York Times Magazine, Yunanistan meselesini dalga dalga genişletmiş. Süddeutsche Zeitung Magazin kime nasıl gözlük gideceğini harika anlatmış. Velhasıl hepsi iyi, hepsini alkışlıyoruz.

Bu post baskıya girerken, Burak (Kuru), El Pais Semanal’in kapak fotoğrafının kaynağına işaret etti. Bloomberg Business, on numara internet sayfası yapmış. 




dünyanın en edebi ülkesi

Belki hayalleri süsleyen o tropik ada değil… Azgın dalgaları aşıp ulaşması zor. Üzerinde hiçbir şey yetişmiyor. Su yok. Korsanların sakladığı efsanevi hazineler yok. Hiçbir şey yok… Pardon var, orada bir tek deniz kuşlarının dışkılarını bulabilirsiniz. O da işinize yaramaz. Tabii patlayıcı madde imal etmiyorsanız veya “Tarlamda sadece 19. yüzyıl gübrelerini kullanırım” diyen bir çiftçi değilseniz.  

Ama sonuçta bir ada. Hem de ada gibi ada. Karayipler’de (resmi olarak adalar ülkesi Antigua ve Barbuda’nın bir parçası) yer alıyor. Kristof Kolomb bile buraya uğramış. Ve hiç oyalanmamış! Ama 1865’te yolu oraya düşen bir tüccar, bu gariban adanın kıymetini bilmiş ve onu sekiz kızdan sonra doğan ilk oğluna hediye etmiş (Efsaneye göre, zamanının İngiltere Kraliçesi Viktorya’ya da “Ben burada krallık ilan edebilir miyim” diye sormuş, o da “Bana isyan etme de ne yaparsan yap” diye cevap vermiş).

Yani tüccarın 1865’te dünyaya gelen oğlu Matthew Shiel, doğrudan tahta doğdu. Sonra da gidip hiç görmediği ülkesinin düşünü kura kura (ve de kendiyle dalga geçe geçe) bir fantastik bilimkurgu yazarı oldu. Ölene dek, tam 67 yıl boyunca hayali dalgalardan oluşan tahtında oturdu. Ve sonunda tacı devretti. 

Peki ama kime? İşte burası hikâyenin gerçek bir edebiyat adamına yakışan noktası. Taç, onu kibarca isteyen herkese gidebilir! Peki onu kim istiyor? 


Kim istemiyor ki? An itibariyle, tartışmalara açık da olsa, ünlü İspanyol yazar Javier Marias tahtın sahibi. Marias’ın unvan verdiği soyluları da sayalım ki dünyanın bu en entelektüel ülkesi sahipsiz sanılmasın. Listenin bir kısmı şöyle: Pedro Almodovar, Francis Ford Coppola, Alice Munro, Umberto Eco, J.M. Coetzee, Frank Gehry, Ray Bradbury, Philip Pullman, Eric Rohmer… Gel de bu ülkeye vatandaş olma!

***

Bu post, GQ Türkiye'nin Haziran 2015 sayısı için mikroülkeler üzerine yazdığım, 'Pasifik'e Doğru Ülkemi Göreceksin Sakın Şaşırma' başlıklı yazıdan. Üstteki fotoğraftaki 'Kral Javier Marias'.




vapur hiç apartman kokar mı?

Düşünün bir Safranbolu evini müteahhite vermişsiniz, yıkıp bir apartman yaptırmışsınız. Özelliksiz, düz, sıkıcı, kapı duvar bir apartman. “Niye böyle yaptın” diyenlere “Ama bu yeni” diyorsunuz. 

İşte İstanbul’un yeni vapurları Göksu, Durusu, Küçüksu da böyle… Yeniler. Başka da hiçbir şey değiller. Zevksizler, yavanlar, sıradanlar ve İstanbul vapuruna benzemiyorlar. 

Bunları tasarlayanlar İstanbul’da hiç vapura binmiş midir, gerçekten merak ediyorum. En basiti, büfe hemen girişin önünde olur mu? Sabahları vapurla işine okuluna gidenlerin illa ki durakladığı yer o büfeyken. Daha girişte kaos. Gerisini zaten vapurlara inip bindikçe siz de göreceksiniz. Maalesef. 

Post’un başındaki apartman benzetmesi boşuna değil. Daha ilk seyahatte duyduğum şey apartman kokusuydu. Büyük bir apartmanın boya ve beton kokusu… Gitmiyor. 


Bir vapur hiç apartman kokar mı? 

kuğu

Robotbilim alanında da çalışan İngiliz yazar Dylan Evans’ın ‘Utopia Experiment’ isimli kitabını okuyorum. Bir ara, ‘sürü zekâsı' diye bir kavramdan bahsediyor. Biliminsanları, çok gelişkin olmayan birtakım robotları alıp, onları beraber çalışmaları için programlıyormuş. Ana fikir, her biri tek tek aptal olsa da ortak bir zeka üretmeleri. “Robotlarla çalışırken, biz insanlarda sürecin tam tersine işlediğini gördüm” diyor Evans. "İnsanlar tek tek zeki varlıklar ama toplum içinde ortak bir sersemliğe sürükleniyorlar.”

İskoç gazeteci yazar Charles Mackay, 1841’de ‘Halkın Sıradışı Vesveseleri ve Kitlelerin Deliliği’ isimli bir kitap yazdı. Ekonomi balonları, Haçlı seferleri, cadı avları gibi türlü beladan toplumu sorumlu tutuyordu. Şunu söylüyordu mesela:  “İnsanlar sürüler halindeyken delirir kendilerine ancak tek tek ve yavaş yavaş gelirler.”

Siz de okudunuz, oyuncu Beren Saat dün Instagram hesabından bir fotoğraf paylaştı. Anne kuğu ve iki yavrusu… Sosyal medyada “CHP-HDP-MHP koalisyonundan bahsediyorsun” diye epey azar ve küfür yedi. Saat de “İnsanlar aklını kaybetti” diyor. Haklı. 

En hızlı, en çok ve en sakınımsız, sosyal medyada deliriyoruz. Keyfimiz o kadar yerinde ki kendimize gelmemiz de zor artık. 

ne dediler?




‘Eyyyy’Guardian değil, ‘paçavra’ New York Times değil, birçok AKPlinin bin bir hezeyanla “başka hesapları var” dedikleri yabancı gazeteler değil… Çok da bakmadığımız dış basın. Fransız, Hollanda, İspanyol, Portekiz gazeteleri bu gördükleriniz. 

Tıpkı diğerleri gibi zamanında ‘Yeni Osmanlılar geliyor’, ‘Türkiye yükselişte”, “Boğaz’ın sultanları’ haberlerini yapanlar yani.

Üç senedir dış basına lanet yağdıranlar arasında “Hesap varsa o zaman da vardı” diyeni bulmak mümkün değil elbette. Kif kif gülüyorlardı o zaman.

Bu sayfadaki gazeteler uzaktan bakmış, şunları demiş:

Nrc.Next (Hollanda): Demokrasi böyle bir şey (Biraz serbest bir çeviri)
La Vanguardia (Katalan): Türkiye, Erdoğan’ın gücünün artmasına karşı koydu.
Liberation (Fransa): Düşüşteki Osmanlı
Publico (Portekiz): Kürtlerin sesi HDP, seçimde belirsizliğe giden yolun kapısını açtı
Volkskrant (Hollanda): Erdoğan’ın partisi ağır yenilgi aldı.

Ne yazsalardı bir seçimden sonra? Ne yazılabilir? “Seçmen AKP’yi uyardı” mı desinler hükümet yanlısı gazeteler gibi?

Merak ediyorum: Bugün dış basın hakkında komplo teorisi üretenler, acaba bütün dünyaya hükümetlerin gözüyle mi bakıyor? Kablolar yanar bu bakışla. 
 

baraj


Doldurmuşlar televizyonu, dinliyoruz. Gidişatı yorumluyorlar. Seçimi, seçmeni, geçmişi, geleceği yorumluyorlar. Akil adamlar, bilge adamlar… Zaten genellikle adamlar. Aralarında pek kadın yok. Türkiye’ye gitmesi gereken yönü gösteriyorlar.

Seçimden önceki üçer yazılarını okumak yeter. Numune kabilinden bir ikisi hariç, sınıfta kalmışlar. Sonuçlara yaklaşamamışlar bile. Zamanında birçoğu, anket şirketlerini kıyasıya eleştirmekten geri durmuyordu. Şimdi şapkayı önlerine koysunlar: “Ben neden bu ülkenin siyasetinden bu kadar habersizim” desinler. Demeyecekler tabii. Onun yerine ekranlardan akıl satacaklar.

Bir gazetecinin bu kadar hata yapma, bu kadar yanılma lüksü yok. Toplumunu tanımıyorsa, çekilsin kenara. Barajı aşamadılar çünkü.

evimden ağaçlarıma iki bin adım



Bui Thi Din. 58 yaşında. Gezegendeki yedi milyar 310 milyon kişiden biri. 

Geo'daki ‘dünya vatandaşı’ köşesini seviyorum. Gerçekten başka, bambaşka insanların hayatlarını getiriyor önümüze. 

Mayıs sayısında Vietnam’daki La Doc kasabasının Yen Loc köyünde mangrov yetiştiren Bui Thi Din isimli bu tatlı, sade, vakur kadınla konuşmuşlar. Dönüyorsa, dünya onun gibi insanlar sayesinde dönüyor. Röportajdan bazı soru-cevaplar: 

Size göre vatan nedir? 
- Bana göre vatan, kocamın, oğlumun ve iki kızımın olduğu yerdir. Birlikteyken mutlu bir aileyiz. Dünya malında gözü olan birisi değilim ben. 2005 yılında evimizi ve bütün ekinlerimizi doğal afette kaybettik. Su her şeyimizi alıp götürdü. 

En güzel yılınız hangisiydi?
- 20 yaşımdayken Hanoi’de düzenlenen, ağaç türleri ile ilgili bir konferansa gitmeme izin verilmişti. Orada çok şey öğrenmiştim. 

En son aldığınız hediye neydi?
- Geçen yıl bir yardım kuruluşu bana adım-sayar hediye etti. Şimdi adımlarımı sayıyorum. Evimden mangrov ağaçlarımın bulunduğu yere iki bin adımlık bir mesafe var. 

En güzel hatıranız nedir? 
- Dağlarda doğdum. Yeşil ormanları ve şırıl şırıl akan suları hatırlıyorum. Br gün annem bana yeşil bir etek hediye etmişti; onu giyip kız arkadaşlarımın yanına gitmiştim. Sanırım hayatımın en mutlu günüydü o. 

Size göre gereğinden fazla kıymet verilen şey nedir?
- Bence bazı insanlar kendilerini bir şey sanıyor. Ellerinden pek çok işin geldiğini iddia ediyorlar ama bunların birini bile doğru düzgün yapmıyorlar. 

Geo, Mayıs 2015 (Röportaj: Diana Laarz) 

kendin gibi

Kendiniz gibi çalın, derim. Halkın istediğini çalmayın. Ne istiyorsanız onu çalın ve bırakın halk da siz ne yaptıysanız onu dinlesin. Bu onların on beş, yirmi yılını alsa da… 

Thelonious Monk

Bazen kendiniz gibi çalabilmeniz için çok uzun süre çalmanız gerekir. 

Miles Davis

Fotoğraf 1948’ten, Dizzy Gillespie (Herman Leonard’ın objekitifinden).

sabaha karşı

yorgun argın çıktık gemiden
bütün gece deniz korkuttu bizi
demir tarar, fener sönmüş, mendirek, kaya
bereket şarabımız vardı iki testi
çiy balık yemiştik, zeytin, bazlama
pompa çalışmaz, maşrapalarla boşalttık
dipteki suyu, karanlığı ve uykuyu
sabaha karşı çıktı kırmızı ay

melih cevdet anday

yazı yazıyoruz a

Canım Mercan Ustam! Ellerinden hürmetle öperim. Biz de bir zanaat ehliyiz. Yazı yazıyoruz a! Ne Mercan Usta'ya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne yazmaları boyayanlara, ne kalıpları dökenlere, ne çeşmibülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. Saygı duymadık da ne oldu? Dünyayı birbirine kattık işte...  Sofralarımızı, kapılarımızı, gönlümüzü kapadık. Kapadık da ne ettik? Dünyayı birbirine kattık...

Sait Faik Abasıyanık 

otları çoktan biçtik

Bir romana daha güzel isim olabilir mi: Otları Çoktan Biçtik… Ben de bu isimle bir roman yazmak isterdim. Başka talibi varsa elini korkak alıştırmasın, Gabo Amcasından bir hediye olarak kullanabilir. Çünkü böyle bir roman var ama yok; yok ama aslında var… Hiç yoksa, harika bir hikâyesi var…


(...) Olduğumdan da sıska ve solgundum, annemler fazla çalışmanın etkilerinden kurtulabilmem için -mektuplarında öyle yazıyordu- beni Sucre’ye çağırdılar. El Universal daha da ileri giderek, veda yazısında beni son derece yetenekli bir gazeteci ve yazar olarak kutsadığı yetmezmiş gibi, başka bir yazıda da benim olmayan bir ada sahip, var olmayan bir romanın yazarı olduğumu iddia etti: Ya cortamos el heno (Otları Çoktan Biçtik). Bunun yeniden romancılığa dönmek gibi bir amacımın kesinlikle  olmadığı bir ana denk gelmesi daha da tuhaftır. Hector Rojas Herazo, tartışmalarımızı zenginleştirmek için daktilosunda yazı yazarken icat ettiği, tepeden tırnağa Latin Amerikalı hayali yazar Cesar Guerra Valdes’in bir katkısı olarak bu adı icat etmişmiş aslında. Hector kente taşındığında El Universal’de Cartagena’ya geldiği haberini yayımlamış, ben de ‘Nokta ve Satırbaşı’ adlı köşemde ona selam ederek, uyuyan bilincinden çıkartacağı özgün ve dev bir anlatıyla üzerindeki tozu silkeleyeceğini umduğumu dile getirmiştim. Nerede ve nedendir bilmiyorum ama, romanlarımın üzerine yazılan bir denemede güzel adını Hector’un icat ettiği bu hayalî romandan, yeni edebiyatın başyapıtlarından biri olarak söz edildi. 


Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak, Can Yayınları (Çeviri: Pınar Savaş)

ölmeye karşı koyabilmek için

Bize bilet satan ve bir zamanlar yirmi otuz adamın telaş içinde yaptıklarını tek başına yapan memur hariç, istasyonda kimsecikler yoktu. Sıcak acımasızdı. Demiryolunun öte tarafında Muz Şirketi’nin yasak kentinin kalıntıları görünüyordu: kiremitleri uçmuş çatısız malikâneler, solmuş palmiyeler, fundalıkların orasında burasında hastaneden arta kalanlar, patikanın öteki ucunda, tirit gibi ihtiyar badem ağaçlarının arasında Montessori evi, istasyona bakan, o tarihi büyüklüğünden hiçbir iz kalmamış taş döşeli meydan. 

Baktığım her şey ölmeye karşı koyabilmek için dayanılmaz bir yazma kaygısı uyandırıyordu yüreğimde. Böyle hissettiğim hiç olmamıştı diyemem ama o sabah bir esin krizi geçirdim diyebilirim; evet, o lanetli sözcük, esin; öylesine gerçektir ki, küllerine zamanında kavuşabilmek için önüne ne çıkarsa yıkar geçer. 

İstasyonda ya da dönüş treninde annemle bir şey konuştuk mu hatırlamıyorum. Pazartesi günü teknede şafak sökerken, uyuyan bataklıktan esen meltemin serinliğinde, annem benim de uyumadığımı fark ederek sordu: 

“Ne düşünüyorsun?”

“Yazıyorum,” dedim sonra daha sevecen davranabilmek için kendimi zorlayarak, “ofise varınca ne yazacağımı tasarlıyorum desem daha doğru olur” diye ekledim. 


Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak, Can Yayınları (Çeviri: Pınar Savaş)

1934



Nasıl bir yılmış ama... Henry Miller, o sıra evrenin başkenti Paris'te Yengeç Dönencesi'ni yayımlıyor. Smoke Gets in Your Eyes, Paul Whiteman ve orkestrasının yorumuyla ABD'de listelerde bir numaraya oturuyor.

Miller ile Whiteman birbirine hiç değmiyor. Yaptıkları emsalsiz ama hisleri birbirine Atlantik'in iki yakası kadar uzak. On yıllar sonra başka bir yerde birleşiyorlar.

esnek çelik

Türkçe olağanüstü bir dildir — barındırdığı olanakları daha yeni yeni anlayıp kavrayabiliyoruz. Türkiye üzerine yaptığım bir konuşmada 'esnek çelik' eğretilemesini kullanmıştım. Felsefe açısından da, gizilgüç olarak, son derece zengin bir dildir; ama, bu açıdan, pek az işlenmiş, düşünce dile getirme olanaklarının pek azı gerçekleştirilmiştir.

Demiş Oruç Aruoba... "Türkçe'de felsefe yapılır mı" tartışması üzerine bakınırken Aruoba'nın yıllar önce Kuzey Yıldızı isimli internet sitesine verdiği röportajı buldum. Kaydını buraya düşeyim. Yeni yıla da felsefeyle giriş yapmış olayım. 


eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...