adana değil amsterdam

1. 
Bu yaz Kuzey Avrupa kavruldu. Kelimenin tam anlamıyla hem de. Yaz kış yemyeşil görmeye alıştığımız parklar sapsarı. Ağaçlar kuru. İnsanların dili dışarıda. Amsterdam’da Adana halleri. 


2.
Bir de kuraklık var. Su seviyesi ciddi oranda düştü. Hem de su ülkesi Hollanda’da! Ülkede, milli gurura yakışır şekilde, ‘turuncu kod’ ilan edildi. Hadi biz yeni geldik de şaşırdık, yedi göbek burada olanlar da ‘Böylesini görmedik’ diyorlar. Görmüşler aslında ya, unutmuşlar belli ki. Mesela 2003 fenaymış. 1976'daysa nehirlerin suyu tümden buharlaşmış neredeyse. Bu iki yıl ‘kırmızı kod’un ilan edildiği yıllar… Kırmızı kod, turuncunun bir boy büyüğü. Sonrası da yok zaten. Bizde bir de yağmur duası var. 


3.
Susuzluk, Hollandalılar için havasızlık gibi. Bol suya alışmış bu insanlar. İyi günleri de kötü günleri de suyla geçmiş. Şimdi durumları fena değil ama nesiller boyu  savaşmışlar onunla. Sudan toprak çalmaya çalışmışlar. Dünyada kim suyla ilgili bir problem yaşasa (New Orleans, Venedik, Bangkok) Hollandalılar'dan yardım almış. Şimdi suyun azalmasını akılları almıyor. Biraz daha böyle giderse ulusal histeri başlar. 


4. 
Gazeteleri açıyorsun; kuraklık. Televizyonda kuraklık. Radyo kanalları, podcastlar, her yer... Kaçış yok. Her şeyden önce şaşkınlık hali. Yukarıdaki fotodaki lafı (‘Toprak çatladı, bu ne sıcak’ gibi bir şey) ‘Doktor bu ne!’ diye de okuyabilirsiniz. Alttaki fotoğraf da bir acayip. Burnu düşse eğilip almayan düşkün Osmanlılar gibi, sapsarı otlar üzerinde golfe devam eden Kuzey Avrupalılar! (Golf oynayanın karnı tok tabii, bu hali çiftçiye sorun bir de) Her neyse, yeni fotoğraflar da gelecektir. Bu arada yukarıda, manzarayı Adana’ya benzetmiştim ama post’u kapatmadan hızlı bir güncelleme yapayım : Parklar Adana, tarlalar Urfa!

eski ateşler

Raymond Carver hep kısa öykü yazmış. Romana girişmemiş. Nedeni hayat gailesi. Çok genç yaşta evlenmiş. İki çocukları olduğunda karısı da kendisi de yirmi yaşında bile değillermiş. Bir yandan okula gidiyor, bir yandan çocukları yetiştiriyorlarmış. Garsonlukla, temizlikçilikle geçinmeye çalışıyorlarmış. Bazen çift vardiya. Evde de çocuklar… Hep bir saatlik bir boşluk bulmaya çalışmış Carver. İki saat lüksmüş. Hep bir, bilemedin iki oturuşta bitireceği hikayeler yazması gerekmiş. Roman gibi uzun soluklu bir iş rüyaymış onun için. Çok sonra, çocukları büyüdüğünde, yazdıklarından biraz para kazanmaya başladığı zaman da artık eli gitmemiş roman yazmaya. Dikkat eşiği düşmüş. Konsantre olamıyormuş.


Carver’ın ‘Fires’ isimli makalesi artık benimle. Sevdiğiniz şeyler, bazen sizin bir parçanız olur. ‘Fires’ da artık benim bir parçam. 

çarşıda dükkânım olsa


Keman tamircisi… Çarşının ortasındaki dükkânının önünden her geçtiğimde, evvela keman gövdelerinin, burguların, köprülerin, tellerin, arşelerin alelade saçıldığı vitrine bakıyorum. Sonra da ona. Masasında yatan bir enstrümana eğilmiş oluyor yine. Elinde zımpara ya da küçük bir keski. Bazen, kaçamak içeriye baktığım o kısacık anda, kulağını bir kemana dayamış, ufacık bir sesi, yankıyı yakalamaya çalışırken görüyorum onu. Ya da çalışmıyor; oturmuş huzur içinde kahvesini içiyor.

Amsterdam’da, İstanbul’da, dünyanın her yerinde böyledir, değişmez. Enstrüman yapanlara, tamir edenlere, ince bir işle, bir zanaatla uğraşanlara bu huzur atfedilir. Onlara baktıkça gönlümüz genişler. Ama zihnimiz haince çalışmaya başlar. Sergiledikleri hüneri, özeni, hatta yaptıkları işin kendisini kıskanırız. Uğraştıkları enstrüman her neyse içimizden okşarız onu. “Keşke” deriz. “Şöyle sessiz sakin, huzur dolu bir işim olsaydı.” Niyeyse o beceriye sahip olmadığımız gelmez aklımıza. Doktorlara mühendislere, otomobil tamircilerine, bilgisayar programcılarına “Sizin de işiniz çok zormuş” deriz de bu dingin işleri kıvırabileceğimizi sanırız.

Bir yandan da bu işten ne kazanıldığını düşünürüz. Gelirinin tatmin edip etmediğini...

Çok acayip, dünyada her sene ancak beş tane üretilen bir kemanı falan tamir etmiyorlarsa ya da onu zaten kendileri üretmiyorlarsa ne kazanır ki bu insanlar? Gerçekten huzur mu kazançları? Bizim onlara gıpta etmemiz, içimizin gitmesi dahil mi bu huzura? Hatta arttırıyor mu onu? Yoksa kazanç zaten o mu? Dükkânların çevresinde sükûnetten, tatlılıktan, kalenderlikten bir hale mi yaratıyoruz? Bizler, bakanlar, oradan geçenler…

Şehrin ortasında bir dükkân tutsam diyorum. İçinde basit bir masa. Onun da üstünde bir laptop… (Daktilo olsa daha iyiydi tabii ama o da fazla göz boyamak olur artık, inandırıcı değil.) Öylece atılmış, orada 45 gün önce unutulmuş gibi duran ama aslında çok hesaplı birkaç kitap vitrinde (Bunlar için çok aday var ama mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ‘Huzur’ değil de ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü banko koyarım; bir iki de Jules Verne; sonrasını sonra düşünürüz). Tabii dağınık duran kâğıtlar, defterler, kalemler, mürekkep hokkaları, güzel güzel silgiler, açkılar... Karmakarışık bir vitrin. 

Dikkatli bakınca, içeride çalışan ben görünüyorum. 

Masama eğilmişim. Kamburum çıkmış. Düşünceli düşünceli bir şeyler yazıyorum. Yazıyorum yazıyorum yazıyorum. Gelip geçenler gıpta ediyor. “Ne sakin, ne huzurlu iş” diyorlar. “Keşke ben de” diyorlar. “Ne kazanıyor ki bu yazıcı esnafı” diyorlar. Huzurdan bir hale örüp dükkânın etrafına salıyorlar. Sağolsunlar. 

Ben yazmaya devam ediyorum. Düşünüyorum. Kahve içiyorum.

siz kıskandığım biricik insansınız üstat


David Oyştrah’a Mektubumdur

İstanbul'a gitmişiniz. 
Konserinizdeymiş. 
Çok bahtsız bir kadını bahtiyar etmişiniz. 
Yağmura uzanan iki yeşil yaprak gibi gözleri bakmış parmaklarınıza. 

Mektubunda ‘Unuttum her şeyi’ diyor. 
Kahırlarından başka unutacak şeyi yok. 
‘Ağladım’, diyor, ‘ferahladım’ 
‘Dünya’ diyor, ‘güzel, içim rahat’.
Siz kıskandığım biricik insansınız üstat. 



Nazım Hikmet Ran, 1957 

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...