gece, kazlar, kitaplar


1.
Gözden neden kaçtığına pek akıl erdiremediğim, denizi memleketteki onlarca meşhur yere taş çıkartan bir kıyı köyündeyim. Buraya dört senedir geliyoruz. Bu sene biraz daha kalabalık. İlk defa bir ‘beach’ açıldı. Bir de hafta sonları sağda solda canlı müzik başladı. Daha fazlası olur diye tahmin ediyordum. Olmadı. Eh, so far so good. 

2.
Gece… Belediye parkındaki kazlar, kümeslerinde birbirlerine sokulmuş, kıpırtısız duruyorlar. Gözleri faltaşı gibi açık. Bu saatte uyumaları beklenir ama uyumuyorlar. Az ötede, bu sene bangır bangır canlı müziğe başlayan gazinodan gelen yüksek ses aman vermiyor. Öylece bekliyor kazlar. Müzik geceyarısında bitince uyuyacaklar. Daha çok var. İsyan etmeden, sessizce beklemeleri insanın kalbine dokunuyor. 

Birkaç ay önce ‘Ağaçların Gizli Yaşamı’nın yazarı Peter Wohlleben’le röportaj yapmıştım. Ağaçların da uyuduğunu söylemişti. Ormandaki ağaçlar rahatmış; şehirdekilerse aydınlatma yüzünden uyuyamıyormuş. O yüzden yaşamları kısalıyormuş. 

Hiçbir canlıya rahat vermiyoruz. Kendimiz de bir türlü rahat etmiyoruz. 


3.
Küçücük bir çarşısı var köyün. Geceleri hareketleniyor. Çarşının ortasında ufak bir kitapçı dükkânı. Girişteki tezgâhta Zülfü Livaneli, Ayşe Kulin, Jo Nesbolar yığılı. Kapatınca içeri alınmıyor kitaplar. Ertesi gün öğlen saatlerine dek kilitli dükkânın önünde açıkta kalıyorlar. Bu köyde en çok bu hal hoşuma gidiyor.

4.
Açıktaki bestseller’lar beni kesmedi. İçerideki kitaplara bakıyorum. Yine Livaneli, yine Ahmet Ümit, yine Elif Şafak, derken… İşte küften kararmış bir duvarın önünde, ancak böyle bir yerde bulabileceğiniz türde kitaplar. Bazısının baskısı tükenmiş, bazısı yayınevi kapanmış…

Küçük bir ganimet toparlıyorum: Thomas Bernhard’dan ‘Odun Kesmek’ (Simavi Yayınları’ndan, çeviren de Sezer Duru), geçen hafta hayatın kaybeden Mahmut Makal’ın ‘Karanlığı Zorlayanlar’ı (adını ilk defa duyduğum Güldikeni Yayınları’ndan bir anı-deneme, hatta denebilirse bir tür doktriner kitap), eski İş Bankası müfettişi Hasan Eskil’den ‘Teftiş Öyküleri - 70’li Yıllarda Anadolu Yollarında’ (Günizi Yayıncılık, bu kitaptan beklentim çok), Erdal Güven’den ‘Gazetecilik Zor Zanaat Vesselam!’ (Pegasus’tan çıkmış; Radikal ve Diken’den bildiğimiz Erdal Güven değil, eski Hürriyetçi Erdal Güven bu) ve nihayet on-on beş yıl öncesinin gözde polisiyecilerinden Mehmet Murat Somer’in ‘Bir Hop-Çiki-Yaya Polisiyesi’ serisinden ‘Buse Cinayeti’ (Everest’ten bu da; sahi nerede Mehmet Murat Somer).

Az denilebilecek bir meblağ ödeyip çıkıyorum kitapçıdan. Rakama da kendim karar verdim zaten. Daha ne olsun!

PS: Fotoğraflar geçen seneden.



kusursuz bir üçgen


Kırlangıçları henüz görmedim. 

Toplanıp bir yerlere mi gittiler acaba? Buraların süsü onlar. Denize bir karış kalıncaya dek alçalır, hızla uçarlar üzerinizden. Neredeyse kulaçlarınıza değerler. 

Sabah sular çekilmiş, deniz sığ. İskele de yok. Adamakıllı yüzmeye başlamak için epey yürümeniz gerekiyor. Minik dalgalardan taşan köpükleri izleye izleye ilerliyorum.

Az ötede üç yaşlı adam, denizde üç yaşlı adamın kurmayı doğal güdülerle hep becerdiği o kusursuz üçgeni kurmuş. Birbirlerine ne yakın ne uzak, ideal bir mesafede durmuş konuşuyorlar. Ayakları yerde. Ellerini bazen sudan çıkarıp, neden bilmem, yüzlerine gözlerine götürüyorlar. 

Suya bırakıyorum kendimi. Kafam suyun içinde; düzenli kulaçlarla yüzüyorum. Her nefeste kafamı çıkardığımda, üç adamın konuştuklarını duyuyorum bölük pörçük.

“batırdı bu ülkeyi batırdı” 
“bir lafım var böylelerine ama şimdi söylersem…”
“yok canım ne bankası kalır ne borsası, biter memleket”

Denizde de karada da gündem aynı. Uzaklaşıyorum. Ne kadar yüzdüğümü unutacak kadar yüzüyorum. İnce ince sızlayan kollarım “Dur” deyince duruyorum ancak. Dönüp bakıyorum sahile. Ağaçlar ve şemsiyeler nasıl ufalmış. Tepeler ışıkla yıkanıyor. Bu mesafeden yaşlıların üçgen ideası bozuluyor. Tek sıra halinde görünüyorlar şimdi. Sırt üstü uzanıp gözlerimi kapıyorum. 

Birkaç kulaçla, göklerdeki solucan deliğinden geçmiş gibiyim yine. Dünyanın zamanı işlemiyor artık. Güneş biraz daha yumuşak davransa, uyurum. Daha önce, zamanı, mekânı unutarak böyle çok uyudum. Çok düşündüm. Çok dua ettim. Dalgalardan bir yatakta uyanmanın hiçbir şeye benzemez haline her defasında çok şaşırdım.

Uzaktan cıstak müziğiyle bir tekne geçiyor. Keyfimi hiç bozmadan, bana hiçbir şey ifade etmeyen şarkıyı dinliyorum bir süre. Suya yaslanıp ellerimi kollarımı sallıyorum. Oyalanıyorum, uykum yok. Güneş dayanılmaz olunca dönmeye karar veriyorum. 

Dalgalar beni çaktırmadan uzak kıyıya sürüklemiş. Ağır ağır yüzüyorum. Amma da savrulmuşum. Yaşlılar yerli yerinde. Üçgenlerine yaklaşınca, sohbetlerini yine duyuyorum. 

"tereyağı öyle olmaz, hiç oradan alma daha."
"biberlerinde iş yok, damda kurutmamışlar ki."
"malatya’da var onlar, böyle küçük, küçücük, kıpkırmızı, gözlerin yanar bakınca."

Gündemleri değişmiş. “Ama yine acılardan konuşuyorlar” diyorum içimden; kendi kötü esprime kendim keh keh gülüyorum da.

Çıkıyorum sudan. Havada leylekleri gösteriyorlar. Çok yukarıda, minik siyah çizgiler… Toplanmışlar gidiyorlar. Mevsiminden önce. Bugünlerde hiç leylek geçmezdi buradan. 

“Kırlangıçlar da yok zaten” diye düşünmeye kalmadan, bir sevimli çatalkuyruk kırlangıç, tam burnumun ucundan geçip suya pike yapıyor. Az önce neredeyse uyuduğum noktaya kadar uçuyor; dönüp kıyıya doğru havalanıyor sonra.  O da geçmiş olmalı solucan deliğinden. 

Kanadı, kulaçlarıma değmiş gibi geliyor. Fark etmeden omzumu tutuyorum. 

duvardan geçmek için


İşte size çok eski bir hikâye… Bu blogun tarih öncesinden. Hayatta önem sıramız hiç değişmesin diye… En azından kendi adıma, neyin neden en önemli olduğunu unutmayayım diye. 

Los Angeles Times yazarlara ‘neden okuduklarını’ sormuş. “The Suitors” isimli romanın yazarı Ben Ehrenheich yanıtlıyor: 
“Tam hatırlamadığım bir kitap var; ama onu ilkokul kütüphanesinde nerede bulduğumu net olarak hatırlıyorum. Kapıdan girdikten sonra, iki buçuk metre kadar sağda, alttan üçüncü rafın tam ortasında. O zamanlarda da bugünkü gibi iflah olmaz bir okurdum.. Okul otobüsünde okurdum; yemek masasında, yorganın altında; kapısı kilitlenebilen tek odada saatler boyu okurdum. Ya da banyoda okurdum, hem de kız kardeşimin kapıyı yumruklayıp durmasına rağmen… Bahsettiğim kitap tıpkı benim gibi yalnız bir oğlan çocuğu hakkındaydı. Çocuk dokunduğu her şeyin üstünde ritm tutmak ve ritmi oluşturan her küçük darbeyi saymak gibi sıkıntılı bir alışkanlığa sahipti. Bir gün taştan bir duvara tıp tıp vurdu ve bir kapı ortaya çıktı. Kapının arkasında başka bir dünya vardı; daha iyi sayılmazdı ama daha parlak ve hareketliydi. Ben de onun etrafı tıpırdatıp durmasına neden olan dürtü yüzünden okuyorum; kapılar aramak ve duvarlardan geçmek için…”

İllüstrasyon: Jacque Lombardo

deliğin dibinde ne var?


Neledino köylüleri, sabah mantar toplamaya çıktıklarında gördüler onu. Koca bir delik… O güne dek, bizimdir dedikleri, her karışını biliriz diye övündükleri topraklarının ortasında, “Aslında hiçbir şey bildiğiniz yok, hiçbir şey de sizin değil” der gibi duran bir bilinmez yarık. 

Rusya’nın Nizhny-Novgorod oblastına bağlı köyün civarında herkesten gizli yaşayan dev bir köstebek, belki tam o noktadan gün yüzüne çıkmaya karar vermişti. Belki bir mantarın kökü fazla derinlere uzanıyordu. Gücünün farkında olmayan bir köylü bir gayret asılmış, olan biteni utancından kimseye söyleyememişti. 

Belki de dünyanın derinlerinde bir şeyler olmuş, kabarmış, kıvranmış, vakum gibi içeriye çekmişti toprağı.

Köylüler devleti çağırdı. Devlet, tam teşekküllü bir minibüse binip geldi ama kuyunun yakınına gidemedi hemen. Ölçüm cihazlarını, yetkilerini, otoritesini deliğin çok ötesine yığdı devlet. Ne olur ne olmazdı… Hem elli metre derinliğinde, otuz beş metre genişliğinde olduğu sonradan ortaya çıkacak olan o gizemli kuyu, devletin sorumluluğu altında mıydı? Kuyunun içine öyle kolay kolay bakamadı devlet.

Dünyanın her yerinde her devlet böyledir. Bir delik açıldığında aşağı inemez devlet. Kuyunun içine bakamaz. Devlet, kuyunun dışındadır. Krizin dışındadır. Deliğin yuttuklarıyla ilgilenmez. Delik, bazen tüm köylüleri yutar; ilgilenmez. Delik, bazen tam teşekküllü minibüsleri, ürkek memurları, yetkileri ve otoritesiyle devleti de yutar. 

Delik yerinde duruyor. Devlet de kuyunun ötesinde, korunaklı bir yerde. Neledino köyünün çocukları, “Bizim evimizi de yutar mı delik” diye kabuslar görüyormuş. Tek gerçek bu. 

roald dahl derste


Roald Dahl’ın birkaç röportajını seyrettim. Çikolata üzerine konuşuyor çokça. Konuşmak zorunda kalıyor. ‘Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nı yazdığı için gazeteciler, televizyoncular ona bu konuyu sormaktan büyük zevk duyuyorlar. En çok hangi çikolatayı seviyorsunuz; hiç gerçek bir çikolata fabrikasında bulundunuz mu; ne kadar yiyorsunuz filan… Hepsine tek tek, usanmadan yanıt veriyor. 

Neşeli adammış Dahl. Böyle büyük, cep bölgesinde kabaran İngiliz pantolonları giyiyor; koltuğunda kaykılarak oturuyor; espri yapıp karşılık beklemekten zevk alıyor. Güldürüyor karşısındakini. Önemsiyor bu hali, çok belli. 

Çikolatayı da önemsiyor. Tarih veriyor sürekli. İyi çikolataya dair keşif tarihleri… Hep 1930’lardan. 1932, 34, 35, 36… “Çikolataya dair ne keşfedildiyse o yıllarda keşfedildi. Bugün yediğiniz ne varsa, her biri o dönemin ürünüdür.” Sonra da çoktan yaktığı fitili tam patlamak üzereyken bırakıyor salona:  “Resimde İtalyan rönesansı neyse, çikolatada 1930’lar odur”. Mutlululukla gülüyor karşısında oturanlar. 

Burada bir sır var. İyi bir yazarın çikolata tadında bir sırrı var. Roald Dahl, bize son derece önemsiz, çoğumuz için gereksiz bir bilgi sunuyor. Ama müthiş iyi bir paketin içinde… Aşina olsanız da bir arada düşünmediğiniz iki benzemezi yan yana getiriyor. Bir kimya deneyi yapar gibi, iki elementin tepkimesinden yeni bir madde çıkarıyor ortaya. Çikolata, keşif, resim, Rönesans… O an gülüp geçiyorsunuz ama konu aklınıza yapışıyor. Bir daha da oradan çıkmıyor. 

Ben bu bilgiyi hiç unutmam. Kim unutabilir? 

İlla yazarlık atölyesine gitmeye gerek yok. Buyurun, dünyanın en iyi yazarlarından birinden bedava bir ders.   

aptal kutusuna özlem

Ne zamandır televizyon izlemiyorum. Bir tavır, tepki olarak değil. “Sene olmuş 2018, televizyon mu kaldı” da demiyorum. Öyle denk geldi işte; bizim evde izlenmez oldu televizyon. Netflix, Blu, Mubi, internet falan derken unuttuk gitti. Ancak maçtan maça… 

Ama ben televizyon izlemek istiyorum. 

Elimde kumanda, tembel tembel gezinmeyi, saçmasapan bir kanalda takılıp, aklımı çer çöp bilgilerle doldurmayı özledim. Netflix’te bu yok. Platformların hiçbirinde yok. Her şeyi sen seçmek zorundasın. 

İyi bir şey mi şimdi bu? 

Tesadüfler kalmadı. O film mi bu film mi? Yoksa şu dizi mi? Önüne ne geleceğini biliyorsun. Sen ne seçtiysen o gelecek. Sürprizsiz. Sıkıcı. Nerede kaldığını bile unutmuyor algoritma. Önüne ardına bakmıyorsun hiçbir şeyin. Kaldığın yerden başlıyorsun. Eldiven gibi, senin şeklini almış platform. Böyle düşünüp avunabilirsin. Ama lateks eldiven gibi bir şey bu, herkesin eline uyuyor. Şekil alan sensin aslında. Herkes almış. Hepi topu bir şekil var. 

Televizyon çöplüktü, aptal kutusuydu; hiç de güzelleme yapacak bir yer değildi ama onda bile yaşam daha çeşitliydi. Mönüsünde herkese göre bir şeyler olan, her şeyden pişiren vasat yol üstü restoranları gibiydi. 

Şimdi seçimi sen yapıyorsun ama seçenekler daraldı. Mönü tek sayfa. Hadi buyur. 

ellerim ceplerimde


Londra'da Bond Sokağı'nın arkasında bir kapalı çarşı var: Burlington Arcade. 200 yıl evvel, değerli eşyalar, mücevherler, havalı şeyler satmak için kurulmuş. Şimdi de üç aşağı beş yukarı öyle. Normal çarşı işte. Normal olmayan, ıslık çalarak dolaşma yasağı. Tek istinası var yasağın. Paul McCartney’seniz eğer, gönlünüzce ıslık çalabilirsiniz burada. Yasak saçma ama istisnası mücevher kıymetinde. 

ay sarayında