kusursuz bir üçgen


Kırlangıçları henüz görmedim. 

Toplanıp bir yerlere mi gittiler acaba? Buraların süsü onlar. Denize bir karış kalıncaya dek alçalır, hızla uçarlar üzerinizden. Neredeyse kulaçlarınıza değerler. 

Sabah sular çekilmiş, deniz sığ. İskele de yok. Adamakıllı yüzmeye başlamak için epey yürümeniz gerekiyor. Minik dalgalardan taşan köpükleri izleye izleye ilerliyorum.

Az ötede üç yaşlı adam, denizde üç yaşlı adamın kurmayı doğal güdülerle hep becerdiği o kusursuz üçgeni kurmuş. Birbirlerine ne yakın ne uzak, ideal bir mesafede durmuş konuşuyorlar. Ayakları yerde. Ellerini bazen sudan çıkarıp, neden bilmem, yüzlerine gözlerine götürüyorlar. 

Suya bırakıyorum kendimi. Kafam suyun içinde; düzenli kulaçlarla yüzüyorum. Her nefeste kafamı çıkardığımda, üç adamın konuştuklarını duyuyorum bölük pörçük.

“batırdı bu ülkeyi batırdı” 
“bir lafım var böylelerine ama şimdi söylersem…”
“yok canım ne bankası kalır ne borsası, biter memleket”

Denizde de karada da gündem aynı. Uzaklaşıyorum. Ne kadar yüzdüğümü unutacak kadar yüzüyorum. İnce ince sızlayan kollarım “Dur” deyince duruyorum ancak. Dönüp bakıyorum sahile. Ağaçlar ve şemsiyeler nasıl ufalmış. Tepeler ışıkla yıkanıyor. Bu mesafeden yaşlıların üçgen ideası bozuluyor. Tek sıra halinde görünüyorlar şimdi. Sırt üstü uzanıp gözlerimi kapıyorum. 

Birkaç kulaçla, göklerdeki solucan deliğinden geçmiş gibiyim yine. Dünyanın zamanı işlemiyor artık. Güneş biraz daha yumuşak davransa, uyurum. Daha önce, zamanı, mekânı unutarak böyle çok uyudum. Çok düşündüm. Çok dua ettim. Dalgalardan bir yatakta uyanmanın hiçbir şeye benzemez haline her defasında çok şaşırdım.

Uzaktan cıstak müziğiyle bir tekne geçiyor. Keyfimi hiç bozmadan, bana hiçbir şey ifade etmeyen şarkıyı dinliyorum bir süre. Suya yaslanıp ellerimi kollarımı sallıyorum. Oyalanıyorum, uykum yok. Güneş dayanılmaz olunca dönmeye karar veriyorum. 

Dalgalar beni çaktırmadan uzak kıyıya sürüklemiş. Ağır ağır yüzüyorum. Amma da savrulmuşum. Yaşlılar yerli yerinde. Üçgenlerine yaklaşınca, sohbetlerini yine duyuyorum. 

"tereyağı öyle olmaz, hiç oradan alma daha."
"biberlerinde iş yok, damda kurutmamışlar ki."
"malatya’da var onlar, böyle küçük, küçücük, kıpkırmızı, gözlerin yanar bakınca."

Gündemleri değişmiş. “Ama yine acılardan konuşuyorlar” diyorum içimden; kendi kötü esprime kendim keh keh gülüyorum da.

Çıkıyorum sudan. Havada leylekleri gösteriyorlar. Çok yukarıda, minik siyah çizgiler… Toplanmışlar gidiyorlar. Mevsiminden önce. Bugünlerde hiç leylek geçmezdi buradan. 

“Kırlangıçlar da yok zaten” diye düşünmeye kalmadan, bir sevimli çatalkuyruk kırlangıç, tam burnumun ucundan geçip suya pike yapıyor. Az önce neredeyse uyuduğum noktaya kadar uçuyor; dönüp kıyıya doğru havalanıyor sonra.  O da geçmiş olmalı solucan deliğinden. 

Kanadı, kulaçlarıma değmiş gibi geliyor. Fark etmeden omzumu tutuyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sen ne dersin?

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...