bay oyştrah yatmadan önce ne yapardı?

Bir ufak meseleyi anlatmak istiyorum. Bana kıymetli geliyor, size uyduruk görünüyorsa, sallayın gitsin.

Ukraynalı kemancı David Oistrakh’ın her derde deva bir alışkanlığı varmış. 
(Birçok insana göre dünyanın en büyük kemancısına, ‘Ukraynalı’ diyerek başlamak gazeteci obsesyonu bu arada, geçelim) 

Ne diyorduk, daha bacak kadar çocukken, beş yaşındayken, ona hocalık yapan bir başka kemancı Pyotr Stolyarsky’den devralmış bu alışkanlığı. Sabahları ilk, yatmadan önce son iş kemanını çıkarırmış kutusundan. Çalarmış. 

Beş yaşında da yapmış bunu 55 yaşında da. Bırakmamış. 

Yetenek elbette şart ama Oistrakh seviyesinde, yani dünyanın en iyi kemancıları -hele Ruslar- arasındaki çıldırtan rekabette böyle mi bir adım öne geçmişti bu adam?

Bilemem. ‘Etkili insanların alışkanlıkları’ kitaplarında falan yazar böyle şeyler. Bildiğim, bu alışkanlığın gerçekten geçilmez olduğu. Her derde deva demiştim en başta; aslında en büyük derde deva. Süreksizlik derdine. 

Yatmadan önce, kalktıktan sonra on dakika yazarsan mesela, bu seni yazar kılmaz. Böyle böyle gitarını çalarsan, müzisyen falan olmazsın. 

Ama devam edersin. Ne yapıyorsan ona yapmaya devam edersin.  

Sürekli bir yerden başlamak zorunda kalmazsın. En zor aşamayı geçmiş olursun. Az şey mi?

PS: Oistrakh’ın hocası Stolyarsky, Odessa Operası’nda çalışan vasat bir kemancıymış. Çok zahmetli eserleri çalamazmış (Şurada öyle deniyor). İyi bir pedagogmuş ama. İşte tam burası… Dahiyi doğurması vasatın, hele de bunu öğretmenlik üzerinden yapması, bana hep büyüleyici geliyor. 

PS2: Paganini, Campanella… Videoda. Lütfen özel dikkat. 

PS3: Nazım'ın Oyştrah'a mektubunu da vermiştik bu blogda, haber takibimiz 50-60 sene geriden de gelsek mevcuttur. Buyurun: Siz kıskandığım biricik insansınız üstat!

her yolculukta bir on kuruş vardır

Büyüsem asarlar beni, çınar olur ağacım, 
Elmaların gümüşten çekirdekleri olur; 
İstersem ellerini bağlarım, on kuruş alırım, 
On kuruş alırım, yolculuğa çıkarım;
Bütün komşular üzülür buna. 

Asarlar beni belki bir yıldız ağacına
Ay ışır belki cebimdeki kupadan, 
Çünkü her yolculukta bir on kuruş vardır, 
Çünkü şarap içilir, düğme dikilir;
İstersen gece olur, bıçaklar olur, 
Bütün komşular keserler elma. 

Çekilir kepengi denizin, başlar usulca koru
Kahverengi bir gömlek giyerim sana doğru.

Ülkü Tamer - Seni Sevdim, Olur Mu?

kaça kadar açıksınız?

İstanbul. Akşam, saat sekiz civarı… Kitabevinde kasada sıramı bekliyorum. Önümdeki kadın, alışverişi bitmiş cüzdanını çantasına koyarken, gözünden yorgunluk akan kasiyere soruyor: “Pardon, kaçta kapatıyorsunuz?”

“Saat 10’dan önce kapatmazlar” diyorum içinden. Zincir mağaza değil, bağımsız, üstelik de epey iyi bir kitabevi sonuçta. Kasadaki genç daha epey yorulur. 

Bezmiş bir sesle geliyor cevap: “Birde kapatıyoruz.” 

Gece yarısını geçtikten sonra, saat birde… Meyhanelerde çaylar içilip yolluklar alınırken. Şehrin iddialı gece kulüpleri yükünü tutmaya başlarken. Karakollar türlü türlü insanla dolup taşarken. 

Bir küçük kitabevi kepenkleri sonuna kadar açık işine gücüne devam ediyor. 

O saatte işi gücü? Çay, kahve satmak elbette. Çay kahve satmanın bile anlamsız olduğu bir saatte.  

İstanbul gerçeklikle bağını çoktan kesti.

köz çağı

Otel asansöründeyim. Odama çıkıyorum. Komi, “Kahvaltı yukarıda, terasta veriliyor” diyor. “Ama gece de orayı denemenizi öneririm. Üçe kadar açık.” Teras-restoran, bu aralar nedense daha çok sevilen tabirle, bir lounge’a dönüşüyormuş geceleri. İsmini de söylüyor lounge’ın. Yeterince anlamsız ve sevimsiz. Bu piyasada tam da gerektiği gibi. Boğaz’a nazır konumundan öte bir iddiası olmayan otel, selameti belli ki ‘lounge’da görmüş. “Nasıl bir yer bu lounge” diyorum sohbeti devam ettirmek için. “Şahane nargilesi var” diyor komi. “Gidin mutlaka.”

O gece değil ama ertesi sabah kahvaltı için gidiyorum mekâna. Nargile dumanının kahvaltıya sinmiş olacağını tahmin ederek. Havalandırmışlardır, her şeyi hesaba katmışlardır, şu bu… Iııhh. Değil o sabahki kahvaltıya, kahvaltı kavramına bile siner o duman. Kahvaltı ve nargile kafamda birleşmiyor, asla birleşmeyecek. 

Asansörden çıkınca, kendimi tatlı bir açık hava restoranı içinde buluyorum. Dünyanın en güzel manzarasının tadını çıkaran bir restoran. Hayır, nargile kokmuyor etraf. Boğaz havası gerekeni yapmış. Asri zamanların yeni üçlüsünün, ‘Nargile-Instagram-Istanbul’un hatıralarının gecede kalmasını sağlamış.

Orada da kalsın zaten o hatıralar. Bir tuhaf artık İstanbul’un geceleri. Beyoğlu’na çıktığınızda görüyorsunuz, her sokaktan, iç bayıltan rayihasıyla bir duman yükseliyor. Hiç durmadan yanan közler, gelip giden maşalar, şişeler gecenin hararetini arttırıyor. Bu duman, bu koku, bu köz, bu hararet… Bugünleri anlatan bir roman yazıldığında, bunları içinde bulamazsanız, okumayı bırakın. 

İstanbul’un sembolü artık ne Galata ne Kız Kulesi ne de Ayasofya… İstanbul’un sembolü artık koca bir nargile. İçinde yaşadığımız da ‘köz çağı’. “Büyüktür İstanbul, hep küllerinden doğmuştur” deyip dururlar. Ona şüphe yok. Ama bir sonraki uyanışında belli ki közlerinden doğmak zorunda kalacak.



ormandaki ihtiyar

Hiç sosyal medya hesabı kullanmayan, ancak kendi blogunda sessiz sedasız var olan biri, eninde sonunda, ormandaki uzak kulübede yaşayan münzevi ihtiyara dönüşmez mi? Seyrek, çok seyrek de olsa geleni gideni olur. Gelenler ona pek ilişmezler; belki kenara geçer oturur, biraz manzarayı seyreder, kuş cıvıltılarını, rüzgârı dinler, bir iki sohbet açmaya çalışır, sonra gürültüye geri dönerler. 

Matrix’teymişiz gibi. Klişenin dibini görelim, tanıma uyuyorsa mahzuru yok. Hepimiz sanal bir dünyadaymışız gibi. Hakikaten. İnzivaya çekilenlerimiz, kahinlerimiz, yalancılarımız, krallarımız, soytarılarımız, sürekli kendini göstermeye çalışanlarımız… 

Benim hep sevdiğim iki tür insan var. 

İşte, birileri ormana gider, birileri ormana gidenleri arar. Gerçek dünyada böyleydi. Sanalında da böyle. 

ay sarayında