huzursuz arıların kovanı londra


1. 
Londra’ya ne zaman gelsem, taşradan büyük şehre gelmiş gibi hissediyorum. Burada işler başka türlü yürüyor, belli. Bir arı kovanı. İstanbul daha da kaotik ama o arı kovanı hissi yok. Düzensiz bir makine İstanbul. Bir hedefe kitlenmiş gibi durmuyor. Sonuç üretmiyor. Londra’nın arıları ne yapmaları gerektiğini biliyor. 

2. 
Bu defa Amsterdam’dan geldim Londra’ya ve bu sayede daha önce fark etmediğim bir şeyle karşılaştım. Evvela şunu söylemeli ama: Bu seyahatte taşradan gelmiş olma hissi daha baskındı. Sonuçta İstanbul da dünyanın merkezlerinden biri; üstelik devasa bir merkez. 820 binlik nüfusuyla Amsterdam, bir Kadıköy bile değil. Ama İstanbul’dan Londra’ya gittiğimde, bizde de durum aynı olduğundan, hiç fark etmediğim vurucu mevzu şu: Londra’da insanlar mutsuz görünüyor. Huzursuz. Yüzleri gülmüyor. Hızlı hızlı, kaçar gibi yürüyorlar. Hava durumu da zaten hiç yardımcı olmuyor. 

3. 
Trenle geldim şehre. St. Pancras İstasyonu’nda indim ve anında insanların arasına karıştım. Uçakla tren arasındaki dev ‘medeniyet’ farkını bir daha idrak ettim. Bu heyecanı yaşayan milyarıncı (ne acayip ifade) kişi olarak tekrarlayayım madem. Tren, sizi havaalanı stresiyle üzmüyor, indi bindi meselesiyle yormuyor, seyahat ederken bir serüven yaşatıyor ve doğrudan dünyaya çıkarıyor. Demir ağlarla donatmışız dünyayı, tekrar o yıllara dönsek ya. 

4.
Londra’ya trenle gelmek bir vakaymış gerçekten. St. Pancras İstasyonu’nda, trenden iner inmez sizi karşılayan ‘sevgililerin vedası’ temalı heykel ne kadar zarif. Heathrow, Gatwick falan derken bu güzelliği görmemişiz. Bir yandan da düşündüm: İyiymiş heykel görerek girmek şehre. Şimdi ayakları yerden keselim biraz. Her büyük şehrin girişinde dev bir heykel olmalı. New York’taki ‘Özgürlük Heykeli’ gibi. Ya da ‘Game of Thrones’ta bazı şehirlerin girişinde olduğu gibi. Böylece, oraya vardığımızda bir ufak ürperelim, ayağımızı denk alalım, o şehirle hesaplaşacaksak, işe o dev heykelden başlayalım. Ankara’nın sabık belediye başkanı haklı mıydı acaba, şehrin dört girişine dört büyük heykel kondurmak istemekte? Bu hissi mi yaşamıştı? Neyse ne, Londra’nın dev heykele ihtiyacı var. Şimdi onlar düşünsün. 

howard jacobson'ı nasıl elimden kaçırdım?

Londra… Sabah treniyle gelmiş, sokaklarda fink atıyordum. İlk iş Foyles Kitabevi’ne gitmiş, rafları arasında epey dolanmış, kitap almadan kafesinde bir sandviç yiyip kahve içmekle yetinmiştim. Sonra yine caddeler, sokaklar, minik pasajlar… 

Yürüye yürüye Regent Street’e ulaştım. Neden oralara geldiğime dair hiçbir fikrim yok. Birden Howard Jacobson’ı gördüm. Yanında orta yaşlı, şık bir kadın vardı. Bir sanat galerisinden henüz çıkmış ya da birazdan o galeride olmaları gerekiyormuş gibi görünüyorlardı. 

Hiçbir kitabını okumadığım Jacobson’ı ilk gördüğümde nasıl tanıdığım benim için muamma. Peşlerine neden takıldığım da öyle. Saatlerce yürümüş yorulmuştum. Londra çok büyük ve yabancıydı. Tanıdık birini bulma duygusu beni ele geçirmişti sanırım. 

Mesafemi koruyarak seyirttim arkalarından. Jacobson, kadına hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Işıklarda durduk. Aramızda birkaç kişi vardı. İçimdeki şüphe kırıntısını gidermek için Google’a ‘Howard Jacobson’ yazdım. İmajlara tıkladım. Evet, doğru adamı takip ediyordum. Yalnız bir sorun vardı. Kafamı telefondan kaldırıp soluma doğru göz attığımda peşine düştüğüm ikiliyi göremedim. Yerlerinde yeller esiyordu. 

Yayalar için halen kırmızı yanıyordu. Sağa sola, ardıma baktım, bulamadım. Takip edildiklerini anlamış da beni ekmişler miydi? Canım sıkıldı. Hem acemiliğimden hem de Londra’da tanıdığım tek kişiyi kaybetmiş olmaktan. Nihayet yeşil yandığında karşıya geçtim. Yürümeye devam ettim. 

Bu bir işaretti belki de. Jacobson’ın Booker ödüllü kitabı ‘Finkler Question’ı işte bu yüzden aldım.  

yaz kış

Mini mini bir evi varmış. Ormanda. Yazları oraya gider, gözlerden uzak, bir başına olmak istermiş. Okurmuş okurmuş okurmuş da bir tek kelime bile yazmazmış. Kışları da şehre, büyük evine, dağınık odalarına, arkadaşlarına, sofralara dönermiş. Yazar yazar yazarmış da başkasından tek bir kelime bile okumazmış.

gerçeğin sesi yoktur



Ne yapacağını söyleyin ona hele bir 
O öylece yüzünüze bakıp durur
Bakışı gürültülüdür sizin sözlerinizden 
Çünkü gerçeğin sesi yoktur


White Stripes - Truth Doesn’t Make A Noise (Biraz serbest bir çeviriyle)

bay oyştrah yatmadan önce ne yapardı?

Bir ufak meseleyi anlatmak istiyorum. Bana kıymetli geliyor, size uyduruk görünüyorsa, sallayın gitsin.

Ukraynalı kemancı David Oistrakh’ın her derde deva bir alışkanlığı varmış. 
(Birçok insana göre dünyanın en büyük kemancısına, ‘Ukraynalı’ diyerek başlamak gazeteci obsesyonu bu arada, geçelim) 

Ne diyorduk, daha bacak kadar çocukken, beş yaşındayken, ona hocalık yapan bir başka kemancı Pyotr Stolyarsky’den devralmış bu alışkanlığı. Sabahları ilk, yatmadan önce son iş kemanını çıkarırmış kutusundan. Çalarmış. 

Beş yaşında da yapmış bunu 55 yaşında da. Bırakmamış. 

Yetenek elbette şart ama Oistrakh seviyesinde, yani dünyanın en iyi kemancıları -hele Ruslar- arasındaki çıldırtan rekabette böyle mi bir adım öne geçmişti bu adam?

Bilemem. ‘Etkili insanların alışkanlıkları’ kitaplarında falan yazar böyle şeyler. Bildiğim, bu alışkanlığın gerçekten geçilmez olduğu. Her derde deva demiştim en başta; aslında en büyük derde deva. Süreksizlik derdine. 

Yatmadan önce, kalktıktan sonra on dakika yazarsan mesela, bu seni yazar kılmaz. Böyle böyle gitarını çalarsan, müzisyen falan olmazsın. 

Ama devam edersin. Ne yapıyorsan ona yapmaya devam edersin.  

Sürekli bir yerden başlamak zorunda kalmazsın. En zor aşamayı geçmiş olursun. Az şey mi?

PS: Oistrakh’ın hocası Stolyarsky, Odessa Operası’nda çalışan vasat bir kemancıymış. Çok zahmetli eserleri çalamazmış (Şurada öyle deniyor). İyi bir pedagogmuş ama. İşte tam burası… Dahiyi doğurması vasatın, hele de bunu öğretmenlik üzerinden yapması, bana hep büyüleyici geliyor. 

PS2: Paganini, Campanella… Videoda. Lütfen özel dikkat. 

PS3: Nazım'ın Oyştrah'a mektubunu da vermiştik bu blogda, haber takibimiz 50-60 sene geriden de gelsek mevcuttur. Buyurun: Siz kıskandığım biricik insansınız üstat!

ay sarayında