şeyh uçmaz mürit uçurur







dinle sayın başkan


Varlığı, gazeteci veya değil, hepimiz için ilhamdı, ilham olmaya devam edecek. Efsane Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas 92 yaşında öldü. Üç yıl evveline kadar görevine devam ediyor ve Amerikan başkanlarına muhatap oldukları en sert soruları yöneltiyordu.

Öyle böyle değil, başkanların kursaklarında daimi bir kılçık olarak kalana dek bir gazetecinin gidebileceği en zor yollardan yürüdü. Elbette kadın olduğundan. Popüler bir karşılaştırma için şöyle diyeyim: Mad Men'deki kadın reklamcıların yaşadığı sıkıntıları düşünün ve misliyle çarpın. Kariyerinin ilk on iki yılı boyunca, sabah beş buçukta iş başı yaptırılıp, radyolar için kadınlara yönelik basın bülteni yazmaya zorlanan birinden bahsediyoruz.  

Devamı bir ömür... Kariyerinin sonunda geldiği noktada, Beyaz Saray toplantılarının sadece ona mahsus, sırtında adını taşıyan ön sıra koltuğu, ilk soruyu sorma ayrıcalığı, dahası başkanın konuşmasını durdurma hakkı... Bize inanılmaz gelecek ama Thomas, başkanın basın toplantısında yeterince anlattığını düşündüğünde, "Thank you Mr. President" diyerek soruları başlatıyordu. En saf halinde gazeteci inisiyatifi...

İlk fırsatta okuyacağım son kitabının ismi bile (Listen Up Mr. President - Dinle Sayın Başkan) bugünlerde içime bir ferahlık veriyor. Toprağı bol olsun. 


Hayat hikâyesi içinse Guardian'da çıkan şu anma yazısına bakabilirsiniz.
  


kendi kapağını kendin yap - gezi özel




Al Jazeraa Magazine'nin Temmuz'daki özel Türkiye ve Gezi Parkı sayısını biraz geç gördüm. Dergi sadece ipad'de olduğu için sanırım memlekette de yankı uyandırmadı ama epey emek var. Özellikle de alternatif kapaklarında. Tasarlayanlar, okurun figürleri sürükleyerek kendi kapağını ortaya çıkarmasını mümkün kılmış. İyi iş. Aşağıda alternatifleri göreceksiniz. Sonuncuya özel dikkat. 





fremdschamen

Almanca'da var bu sözcük, bizde yok. Yine de karşılığı her insana yük. İçinize ince ince işliyor.

Başkası adına utanmak demek. Birisi kendini rezil ederken, onun için utanmak.

Bugünlerdeki hissim bu. Hiç geçmeyecek gibi geliyor. Geçsin. 

yüzde elli ne istiyor?

Bütün bu hengame içinde cevabını çok merak ettiğim bir soru var. Hiç kimseden de duymadım.

Malum, Başbakan Gezi Parkı'nda Topçu Kışlası'nı ille de istiyor. Protestocular ise parkın olduğu gibi kalmasını, hiçbir ağaca zarar verilmemesini talep ediyor. Erdoğan ilkin şunları söylemişti: "Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel. Yap işlet devret modelini düşünüyoruz."

Yukarıdaki alıntı geçtiğimiz Şubat'tan. Başbakan şimdilerde bunların bahsini bile etmemiş gibi davranıyor.  Mahcup bir geri adım attı ve artık oranın sadece şehir müzesi olacağını anlatıyor. Tabii yargıdan izin çıkar, plebisitten de istediği sonucu alırsa...

Gelelim cevabını merak ettiğim soruya. AKP seçmeninin Gezi Parkı tasarrufu nedir gerçekte? Orada Topçu Kışlası'nı mı görmek istiyorlar? Başka bir alternatif düşünürler miydi? Park mı? Cami mi? Kütüphane mi? AVM mi? Başbakanın tabiriyle 'yüzde elli'ye Taksim'de ne istedikleri gerçekten hiç soruldu mu?

Bir talep duymamamız "Başbakan ne isterse biz de onu istiyoruz" anlamına mı geliyor? Hiç sanmıyorum.

kayıp ses

1990'lar bu ülkenin en karanlık yılları. Sadece devletin aşırılıklarından, değdiği her şeyi yakan hadsiz gücünden dolayı değil, o bazen örtük bazen aşikâr gücün yedeğinde ortaya çıkan bir başka belanın, komplo teorilerinin yüzünden de. Bu zihniyet ezelden beri mevcuttu elbette ama doksanlarda yerleşti, bir türlü de gitmiyor.

Bugün Gezi Parkı'nın neden yaşandığını bir çocuğa anlatsan anlar ama hayır, dış odaklar, derin güçler, gizli servisler, "siz kimin maşası olduğunuzu bile bilmiyorsunuz" imaları... Hep bir oyun oynanıyor, hep birileri hain bir şeyler planlıyor.

Hayatı komplo teorileri üzerinden görenleri hiçbir şeye ikna edemezsin. Dinlemezler, öfkelenirler, seni biraz seviyorlarsa kandırıldığını düşünürler.

Oysa basit: siyasetin temelinde kendi sesini bulmak, kendi eyleme gücüne sahip çıkmak var.

Bu kadar temel bir meselede bile çok geriden geliyoruz. Gezi'de kendi seslerinin peşine düşenler, eninde sonunda komploperverlerin de kayıp seslerini bulacak.

Ama şimdi onlardan özür dilenmediği gibi, bunun için teşekkür eden de çıkmayacak. 

soluk yeşil başbakan

Bir zamanlar Newsweek Türkiye'de Başbakan'ın çevre karnesini yazmıştım (Burçak Belli'yle birlikte, 15 Şubat 2009 tarihli sayı.) Erdoğan'ın "ben çevrecinin daniskasıyım" dediği günlerdi. Kendini yeşil başbakan diye lanse ediyordu; biraz araştırınca durumu pek parlak görünmedi. Aradan dört yıl geçti ama Gezi Parkı'ndan başlayan meseleyi getirip orta refüje diktiği ağaçlara dayandırdığı için buraya alıyorum. Uzunca bir yazı. 



Almanya ile Polonya arasında yıllarca ihtilâfa neden olan bir baltık kenti, tuhaf ama Türk siyasi literatürüne aniden yerleşti. Bunun nedenini anlamak için kelimelerin kökenine doğru dolambaçlı bir yolculuğa çıkmak gerek. Avusturyalı Türkolog Andreas Tietze’nin hazırladığı ve Türkçe’nin en yetkin kaynaklarından kabul edilen etimoloji sözlüğü, bugün Polonya sınırlarında yer alan liman kenti Gdansk’ın (Almanca Danzig) eskiden buğday ticareti için önemli bir merkez olduğunu söylüyor.

Tietze’ye göre, kentin adından türeyen “daniska” kelimesi Türkçe’ye önce iyi bir buğday cinsinin adı olarak yerleşti, sonra da argoda “bir şeyin en iyisini, en güzelini yapmasını bilmek” haline dönüştü. Nadir kullanılan bu kelimeyi siyasete kazandıran ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan oldu. Başbakan geçen Ağustos sonunda Rize’de yaptığı konuşmasında AKP’nin yenilenebilir olmayan enerji üretimi konusundaki plan ve uygulamalarına sürekli muhalefet eden çevre örgütlerine öfkesini saklamayıp şöyle diyordu: “Ben çevrecinin daniskasıyım. Asıl çevreci benim.” Dünyanın çeşitli yerlerinde böyle çevrecilerin olduğunu anlatan Başbakan Erdoğan “Bunlara ‘ne yaparsınız’ dersin, inanın şöyle ele avuca gelecek bir şey yok. Sadece onların boş vakitlerini değerlendirmek için yaptıkları iş bu…” diye de ekliyordu.

Erdoğan hükümeti, TBMM’nin Şubat başında ilgili yasayı onaylamasıyla Türkiye’nin iklim konusunda küresel sorumluluk üstlenen ülkeler arasına katılmasını sağladı. Geciken Kyoto adımının zamanlaması epey manidar ve açıkçası Türkiye tarihinin bir başka anını çağrıştırıyor. 2. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin başbakanı olan Winston Churchill, Birleşmiş Milletler’i kuracak olan San Francisco Toplantısı’na yalnız 1 Mart 1945′e kadar Mihver Devletler’e (Almanya, İtalya, Japonya) savaş ilân edecek olan ülkelerin katılması koşulunu önermişti. İsmet İnönü Hükümeti de bu çağrının gereğini yerine getirerek, 23 Şubat 1945′te, Türkiye’yi savaş bitmek üzereyken Müttefik Devletler’in yanında savaşa soktu. Nitekim Kyoto’ya da besbelli 2013′ten itibaren başlayacak olan yeni dönemde aktif biçimde var olabilmek için imza atıldı. Türkiye’nin o tarihe kadar sera gazı salımı konusunda herhangi bir yükümlülüğü bulunmuyor. Ama katılım sayesinde Türkiye, bu sene Kopenhag’da yapılacak ve yeni iklim rejimini belirleyecek toplantıda yer alma hakkını kazandı. Erdoğan artık yeşil portföyüne “Türkiye’yi Kyoto’ya sokan başbakan” ibaresini ekleyebilir.

Ama istatistikler “en iyi” çevreci olduğunu iddia eden Başbakan’ı pek doğrulamıyor. ABD’nin Yale ve Columbia üniversitelerinin ortak çalışmasıyla yayımlanan ve alanında en yetkin verilere sahip olduğu kabul edilen Çevresel Performans Endeksi’ne (EPI) bir göz atmak Erdoğan’ın moralini bozabilir. Çünkü ülkelerin çevre sorunlarına karşı ne ölçüde mücadele ettiğini 25 ayrı gösterge kullanarak değerlendiren endeksin 2008′e ilişkin rakamları Türkiye açısından iç açıcı değil. Bugün 75,9 puanla 149 ülke arasında 72. sırada yer alan Türkiye’nin çevre performansı, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri hızla geriliyor. Bu başka bir açıdan ülkenin sanayileştiğini de gösteriyor; ama eski, “yeşil olmayan” teknolojilerle.

EPI’nin öncülü sayılabilecek 2002 Çevresel Sürdürülebilirlik Endeksi’nin (ESI) hava ve su kalitesi, biyolojik çeşitlilik ve sera gazı salımı gibi unsurları içeren göstergelerinin tümünde, Türkiye’nin performansı çok daha iyiydi (2006 EPI endeksinde ise Türkiye 49. sırada yer aldı). Newsweek Türkiye’nin gö-rüştüğü çevre kuruluşlarının tamamı, AKP Hükümeti’ni makro ölçekli bir çevre planına sahip olmamakla ve altı yıllık iktidarında çıkardığı yasalarla çevreyi ekonomik önceliklere kurban ettiği gerekçesiyle kıyasıya eleştiriyor. Çevrecilerle kavgası bir kenara, Erdoğan’ın AKP’si günlük siyasette çevre meselelerine dair ciddi bir açmaza sıkışmış durumda. Aslında Hükümet, AB’ye uyum sürecinin gerektirdiği çevre mevzuatını oluşturmak için her ne kadar son dönemde Avrupa perspektifinin zayıflamasıyla hızı kesilse de gözle görülür bir çaba harcadı. Çevre ve Orman Bakanlığı bürokratları gırtlaklarına kadar belgeye gömüldü. Türkiye, çevrenin en azından ‘teknik’ anlamda bütün alt dallarına kadar kapsandığı bir mevzuata sahip oldu. Ama bu çabaların ne kadar işe yaradığı tartışmalı. Üstelik mevzuatın etkili sonuçlar doğurması öngörülen kısımları halen hazırlanmış değil.

Ankara Üniversitesi’nden çevre yönetimi uzmanı Bülent Duru, AKP’nin temel probleminin herşeyi birden istemesi olduğunu söylüyor. Duru’ya göre ekonomik etkinliklerin çevreye duyarlı biçimde gerçekleşmesini sağlayan önlemleri öngören AB mevzuatıyla, büyüme uğruna doğal değerleri ekonominin işleyiş sürecine denetimsizce sokma hevesi birbiriyle çelişmekte; AKP de bu yüzden birbiriyle tutarsız icraatlara imza attı. Örneğin bir yandan Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nu çıkarıp yıllardır çözüm bekleyen bir meseleyi halletme yolunda önemli bir adım atarken, sonrasında tarım topraklarının işgalini affetti. Çevre Kanunu’nu değiştirip güncelledi; ama petrol, jeotermal kaynaklar ve maden arama faaliyetlerini Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) kapsamı dışında tuttu.

AKP’nin parti ilkelerini ve önceliklerini belgeleyen dokümanlarına göz atıldığında da çevrenin ön sıralarda olduğunu söylemek mümkün değil. Kurumsal kimlikteki çevre vurgusu çok zayıf. Parti sadece duyarlı olduğunu ilân ediyor; hükümet programında ve acil eylem plânında ise mesele esasen ‘sürdürülebilir kalkınma’ temelinde ele alınıyor, ağaçlandırma ve arıtma faaliyetlerine önem verileceği vurgulanıyor. Başbakan da zaten, çevrecileri aylaklıkla itham ettiği konuşmasında, kendi çevreciliğinin ispatı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki ağaçlandırma faaliyetlerini ve İstanbul’a 180 kilometre ötedeki Istranca Dağları’ndan içme suyu getirmesini referans göstermişti. Enerji Bakanı Hilmi Güler ise bir konuşmasında “En büyük çevre kirliliğinin fakirlik” olduğunu söylemişti. Bu bağlamda AKP’nin kapsamlı çevre yasalarına imza atması beklenmiyordu. Ama iktidara gelmesiyle beraber, AKP çevre yönetiminde kökten değişiklikler gerçekleştirdi.

Partinin ilk adımı 2003 yılında Çevre ve Orman bakanlıklarını birleştirmek oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleştirilen birleştirme işlemi, Ankara bürokratları arasında hantallığıyla alay konusu olan Orman Bakanlığı’nın ormanları koruyamamasıyla gerekçelendirildi. Arka planda ise AKP’nin temel politikalarına damga vuran bir başka unsur işliyordu. Kamu yönetimini liberal ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandırma ve partinin sıkı ilişki içinde olduğu uluslararası finans çevrelerinin “devleti küçültün” çağrıları.

Çevrenin henüz Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık ile yönetildiği günler de dahil olmak üzere Bakanlığın hemen her kademesinde çalışmış ve TBMM’de çevre danışmanı olarak görev yapmış eski bir bürokrat olan Nuran Talu ise iki bakanlığın birleştirilmesinin AKP’nin dünyada bugün çevreye yüklenen kavramları doğru algılayamadığının göstergesi olduğunu söylüyor: “Çevre, müsteşarlıktan müstakil bir bakanlığa doğru evrilince başta çevreciler herkes çok sevindi. Halbuki başbakana bağlıyken daha etkili olursunuz. Şimdi, güya denkler arası bir mücadelede, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı her fırsatta Çevre ve Tarım bakanlıklarını ezer.” Akademisyen ve bürokrat kökenlilerin ağırlıkta olduğu Küresel Denge Derneği’nin başkanlığını yürüten Talu, birleştirme işlemiyle iki bakanlığın sorumlu olduğu konulara ayrı ayrı verilen önemin zayıfladığını söylüyor.

Çevre ve Orman Bakanlığı, 2007′de Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün de bakanlık bünyesine bağlanmasıyla çok daha çetrefil bir hal aldı. Adının açıklanmasını istemeyen bir bakanlık yetkilisi, Bakanlığın “çevreciler”, “ormancılar” ve “sucular” gibi hiziplerin iktidar oyunlarına sahne olduğunu söylüyor. Bugün bakanlıkta “su”dan gelme bir isim, Başbakan Erdoğan’ın belediye başkanlığı günlerindeki yakın çalışma arkadaşı, İSKİ’nin eski genel müdürü Veysel Eroğlu ve ekibi var. Bir önceki bakan Osman Pepe döneminde olduğu gibi Eroğlu’nun da önceliği AB müktesebatına uyum çalışmaları.

Bakanlık Çevre Yönetim Genel Müdürü Prof. Lütfi Akça, Bakanlık’taki kurumsal yapılanma çalışmasının halen devam ettiğini söylüyor. Sadece kendi bölümünün yazdığı yönetmelik sayısının 2008 sonu itibariyle 50′yi bulduğunu anlatan Akça, yine de uzman personel eksikliği çektiklerinin altını çiziyor. Akça’nın biriminde 350 kişi çalışıyor, bağlı il müdürlüklerinde ise 650 kişi. Türkiye’deki bin kişiye karşılık Fransa’da aynı görevi yapan tam 10 bin personel var.

Eksiklikler hemen sırıtıyor tabii. Türkiye’nin Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan ile katıldığı bir AB projesi, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın üzerinde harıl harıl çalıştığı mevzuat uyumunun Ankara dışında çok da hükmü olmadığını ortaya çıkardı. Resmi adı “Yerel ve Bölgesel Yönetimlerin Çevre Uygulama Kapasitelerinin Güçlendirilmesi” olan ve sonuçları henüz açıklanmayan proje, mevzuatın ülkenin dört bir köşesindeki dört ayrı büyükşehir belediyesinde (Bursa, Samsun, Mersin, Erzurum) ve bağlı yönetim birimlerinde ne kadar uygulanabilir olduğunu ölçtü. Sonuç tatmin edici olmaktan çok uzak; bugüne dek yazılan mevzuatın sadece yüzde 35′i uygulanabiliyor.

Projede Türkiye lideri olarak görev alan Nuran Talu durumu basit bir örnekle açıklıyor. “Ankara ‘bitkisel atık yağların toplanması’ üzerine mevzuatı yazıyor ama Erzurum’da bunu yürütecek yetkin bir firma veya firmayı denetleyecek resmi bir birim yok.” Örneğin Bursa’daki sanayi atıkları için de durum aynı. Çevre Bakanlığı’nın yazdığı mevzuat sahaya çıktığında sınıfta kalıyor.

AKP’nin en büyük siyasi icraatlarından biri olmasıyla övündüğü, bugüne kadar merkezi idarenin gördüğü hizmetlerin bir bölümünü mahalli idarelere devreden Kamu Yönetimi Reformu (2004′te yasalaştı) bu sonuca neden olmuş olabilir. Çevre Mühendisleri Odası Onur Kurulu Başkanı Ethem Torunoğlu’na göre, merkez ve çevre arasındaki görev, yetki ve sorumlulukları tanımlayan yasa kaotik bir şekilde tasarlandı; bu yüzden kimse ne yapacağını bilmiyor. Kendisine birdenbire yetki devredilen İl Özel İdareleri ise ne yeterli kaynağa ne de yeterli personele ve deneyime sahip.

Ne yapılacağı pek bilinmese de ne kadara yapılacağı konusunda birtakım tahminler mevcut. Bakanlık’tan Akça, sanayinin uyumlulaştırılması için 15, belediyeler içinse 43 milyar Euro’ya ihtiyaç olduğunu söylüyor. 34 milyar Euro da su ve atık mekanizmalarının yenilenmesi için gerekiyor.

Çevre Bakanlığı mevzuatla boğuşurken, Hükümet 7 yıl içinde çevre yönetimiyle ilgili çok tartışılan yasalara ve uygulamalara imza attı. Başbakan’ın öfkeli olduğu çevreciler, Erdoğan ve ekibinin çevreye duyarlılığını en çok bu icraatlar üzerinden sorguladı. Örneğin AKP, Ceza Kanunu’ndaki çevreye karşı işlenen suçlar konusunda eksikliği, 2004 yılındaki bir düzenlemeyle hapis cezasına varan yaptırımlarla giderirken, bu kuralların uygulanmasını iki yıl sonraya bıraktı. Hükümet, aslında kimseye ceza kesmek istemediğini de bu şekilde beyan etmiş oldu. Turizmi Teşvik Yasası’nda 2003′te yapılan bir değişiklikle, orman ve meralar turizme açıldı; kamu yönetimi reformunun tersine, bu bölgelerdeki yerel yönetimler devre dışı bırakılarak Kültür ve Turizm Bakanlığı imar ve planlamayla ilgili tek sorumlu haline geldi. Maden Kanunu’ndaki değişiklikle de (2004) orman alanları, koruma bölgeleri, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları, turizm bölgeleri gibi alanlar madencilik faaliyetlerine açıldı. Aynı yasayla, bu tür faaliyetler için gerekli Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu’nu almak için gereken maksimum süre kısaltılarak “en geç iki ay” olarak belirlendi. Ayrıca bazı faaliyetler ÇED dışına çıkarıldı. Bülent Duru; “diğer iktidarlar döneminde olduğu gibi, altın madenleri, petrol ve maden arama, işletme faaliyetleri gibi alanlarda Hükümet’in kanuni düzenlemelerle ÇED sürecini devre dışı bırakıp rahatlamak istediğini” savunuyor.

AKP Hükümeti’nin bir önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den iki defa geri döndüğü için uzun süre yasalaştıramadığı “2/B Orman Arazilerinin Satışı”yla ilgili tasarı da Kyoto Protokolü imzalanmadan kısa bir süre önce, Ocak ayı ortalarında yasalaştı. 20 milyar Euro civarında gelir getirmesi beklenen tasarı, orman niteliğini yitirmiş alanların satışına, devlet ormanlarının da gerçek ve tüzel kişiler eliyle işletilmesine olanak sağlıyor. Sultanbeyli, Ümraniye, Beykoz gibi İstanbul’un bazı büyük semtleri bu arazilerin sınırları içinde. Çevre örgütleri, 2/B diye kodlanan bu arazilerin büyük ölçüde tekrar orman niteliğini kazanabileceği argümanıyla, yasaya karşı çıkıyor.

AKP’nin en çok tartışılan icraatlarından biri de Erdoğan’ın en büyük başarılar arasında lanse ettiği Karadeniz Sahil Yolu. 1992′de ihale edildikten sonra yedi başbakan eskiten 542 km. uzunluğundaki otoban 2007′de bitirildi ve toplam 4,2 milyar dolara mal oldu. İhale sürecinden beri tartışılan bu yolun üstünde AKP’nin de ısrarcı olması ve bitirmesi, Karadeniz’in özgün doğasının katledildiği iddiasıyla çevre örgütlerinin şimşeklerini AKP’nin üzerine çekti. Başbakan Erdoğan’ın yolu açtığı günlerde, dönemin Çevre ve Orman Bakanı AKP’li Osman Pepe “Bu yolu yapanların eli kolu kırılsın; yol Karadenizlileri Karadeniz’e hasret bıraktı” derken, Başbakan yolun ileriki yıllarda Batı Karadeniz ayağının da tamamlanmasıyla İstanbul Boğazı’nda inşa edilecek üçüncü köprüye bağlanaca-ğını deklare ediyordu. Bir not düşelim: Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında üçüncü köprü yerine tüp geçidi savunuyor, Koç Üniversitesi’nin de ormanlık alanda kurulmasına karşı çıkıyordu.

“Bilmeden konuşuyorsunuz. Gelin ben size çevre nedir anlatayım. Silahlı Kuvvetler’e öğrettik, size de öğretiriz.” Newsweek Türkiye’ye aktarılan bu sözlerin sahibiyse TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca, muhatabı Başbakan Erdoğan. Karaca, Erdoğan’ın bu teklifi kabul ettiğini de ekliyor. Çevre konusunda tavsiyeler, dünya genelinde siyaset ve sanayi daha yeşil yapılmaya başlamışken Hükümet’in akıntının tersine yüzmemesini sağlayabilir.

memleket ünlülerinin aşırı acıklı hikâyesi


A'dan Z'ye... 14 Nisan 2013 tarihli Sabah Pazar'da yayımlandı.  

Aşk’ın A’sı: Yaygın inanış şu: Ünlüler aşık olmaz. Bunun aksine ikna olmamız için yaşadıkları ilişkinin en az bir on yılı aşması ve ardından yıllar boyu bir ikinci ilişkinin gelmemesi gerekiyor. Peki hangimizin hayatında bu kadar katı bir kural var?

Baba’nın B’si: Henüz kaybettiğimiz Müslüm Gürses ‘baba’ydı. Orhan Gencebay da öyle. Ama Ferdi Tayfur’u en bağrımıza bastığımız anlarda bile samimi bir ‘Ferdi’ deyip geçiyoruz. İbrahim Tatlıses, baba unvanı kendisine verilmeyince bizzat ‘imparator’a yöneldi. Erkin Koray’ın babalığı sanki ezelden geliyor ama Cem Karaca ve Barış Manço’ya babalık düşmedi. Halk ilgisinin Şampiyonlar Ligi seviyesinde yaşandığı bu zirvenin farklı bir matematiği var. Çok zorlu bir formül: Hiç hata yapmayacaksın, hiç dalaşmayacaksın, hep kendin olacaksın, hep ilk günkü gibi kalacaksın. 

Cinselliğin C’si: Burası gri bölge, zorlu bir alan. Memlekette ünlülerin her şeyine izin var ama cinsellik söz konusu olunca hep kırmızı kart. Caddede, sokakta, sette öpüşmek zinhar yasak. Bir mekândan el ele de ayrı ayrı da çıksan içeride neler döndüğüne kafa yorulur. Ünlüler cinselliği ancak sımsıkı kapalı perdeler ardında yaşayabilir. Şahan Gökbakar ile Berrak Tüzünataç’ın balkon görüntülerini hatırlayın. Evde bile geçit yok.

Çocuk’un Ç’si: Çocuk arabasının peşinde bir çift ünlüyü görmek isteyenin gideceği yer belli: Pazar günü Bebek sahili… Mutluluğun formülü çok açık ama bu formül iki tarafı keskin bir bıçak. Çünkü önce ‘Bebek’ fotoğraflarına sempatiyle bakar, sonra bu aileyi unutmayı seçeriz. Sağlama yapmak için, Çağla Şıkel – Emre Altuğ çiftinin bebek sonrası ün barometresine bir göz atın.

Dostluğun D’si: Ün gelince yola eski dostlarla devam etmek zor. Önce vakit azalır, ardından araya aşılmaz mesafeler, aman vermez menajerler girer. Ünlülerin dostu yine ünlülerdir ki onları bir arada tutan bile pamuk ipliğidir. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen Prestij Ailesi’ni hatırlayın. Ne kaldı o tantanalı dostluktan geriye?

Estetik’in E’si: Sokaktaki insan kendini bir ünlüden üstün görmek istediğinde önce burnuna bakar. O burun havada bir bıçak marifetiyle duruyorsa ilk eksi puan…Botoks, liposuction, meme büyütme, bu liste uzar gider. Sarkık gıdı veya selülit zaten hepten faul. Yani estetiğin sadece ünlülere değil, topluma da faydası var. Ajda Pekkan, Gülben Ergen, Deniz Akkaya’nın operasyonları bu denli konuşulduysa, insanların kendi ruh sağlığını koruma ihtiyacından. 

Fotoğraf’ın F’si: Evet onları çok seviyorsunuz ama dışarıya her çıktığınızda, bir bara, restorana, havaalanına her gittiğinizde hayranlarla yanak yanağa yüzlerce fotoğraf vermenin sıkıntısını bir düşünün. Hele de cep telefonlarından sonra… Ebru Çapa GQ Türkiye’de, Halit Ergenç’in bu işte müthiş ustalaştığını ve telefonu hayranlarından alıp fotoğrafları bizzat çektiğini yazmıştı. Yine de bir numara, samimi gülümsemesi sayısız fotoğraftan sonra bile bir milim solmayan Tarkan.

Gece’nin G’si: Genç insan geceleri dolaşmayıp da ne yapacak? Ama işte her mekân çıkışı patlayan fotoğraflar, ‘sadece arkadaşız’ demeçleri, beş adım mesafeyle yürümeler… Kabak tadı verse de hiç eskimiyor. Bu iş belli değişmeyecek, yine de Tolga Karel görüntülerinden sıkılmadık mı?

Hastalık’ın H’si:  Bir ünlü ne zaman acile taşınsa haberimiz var. Durum kritikse, hastalığın tüm aşamalarını ilk ağızdan, hastanesinin logosu önünde özenli bir açıyla duran başhekimden öğreniyoruz. Beterin beteri, Twitter’da Facebook’ta öldürüyor, diriltiyoruz ünlüleri. Şöhretin seviyesi ne olursa olsun, bu, ödemek için büyük bir bedel.

Israr’ın I’sı: Gündemden hızla düşerken ne yapmalı? Ünlülerin katıldığı yarışmalar düşüşteki şöhrete ilaç. Ama o ilacın da son kullanma tarihi yakın. Reçete dolunca nasıl ısrar etmeli? Seren Serengil ve Nihat Doğan’ın rotalarına bakın. Biri Tanzanya biri Venezuela’ya gitti. Projeler bitmez.

İtibar’ın İ’si: Andy Warhol’un milyon kere tekrarlansa da eskimeyen sözüdür: “Bir gün herkes on beş dakikalığına ünlü olacak.” Peki itibar sahibi de olacak mı? Aslında ölçmesi çok kolay. İtibar ancak bir şey üretildiğinde gelir. Survivor’a katılınca geleneyse ün deniyor. 

Jüri’nin J’si: Ünlüler için oyunun kuralları değişti, sisler arasından yeni bir imkân belirdi. Bülent Ersoy ve Orhan Gencebay gibi sarsılmaz isimler bir yana, ünlüler kendilerinden bahsettirmek için bir yarışmanın jürisine girmeleri gerektiğini anladı. İşin kolay yanı, yeni bir şey üretmek de gerekmiyor. Hülya Avşar, Mustafa Sandal bu kulvardan epey faydalandı. Şimdi sıra Serdar Ortaç ve Demet Akalın’da.

Kusur’un K’si: “Bu kadar kusur kadı kızında da bulunur” derken, ünlüleri kastetmediğimiz açık. Estetisyen neşteri değmeden güzel, yüz binlerce hayranları olsa da doğal, kariyerleri kırk yıla dayansa da ilk günkü kadar taze ve heyecanlı olmalarını bekliyoruz. Kimse mükemmel değil. Yıllar ilerledikçe kusurlarıyla barışanlar devam edebiliyor. İnanmayan Yıldız Tilbe’nin Twitter hesabına göz atsın.

Layık’ın L’si: Bir futbolcu atasözü: “Bu camiaya layık olabilmek için elimden geleni yapacağım.” Cümleyi, toplumun karşısına çıkan hemen her ünlüye uyarlayabilirsiniz. Sadece kendine, zekâsına, dostlarına layık olmak isteyen yok mu? Var ama söyleyebilen çıkmadı.

Mahkeme’nin M’si: Mahkemeye düşen ünlünün tek dostu avukatı. Siyasi davalar daha önde diye kimse kendini kandırmasın, gazetelerde en hevesle okuduğumuz dava dosyaları ünlülere ait. İlgili ünlü, toplumun genelince kabul görmeyen bir işe karıştıysa durum fena (Deniz Seki’yi hatırlayın.) İlginç olan, maddiyata dayalı meseleleri umursamamamız (bkz. Haluk Levent’in sonu gelmez davaları.)

Naz’ın N’si: Bu maddenin sıkıntısını en çok röportaj peşindeki gazeteciler çekiyor. Şöhretin zirvesindeki bir ünlü, yaşadığı sıkıntıların bedelini en çok gazetecilere ödetir. Formülse bin dereden su getirmektir. Yalnız aynı gazeteciler o şöhretin aşağıya giden eğrisini takip etmeyi de sever. Şöhret kötü yönetildiğinde ‘kapak yoksa röportaj yok’tan ‘bir projem var, haber yapar mısınız’a çok hızlı geçilir.

Olgunluğun O’su Ünlülerin yaş aldıkça olgunlaşmasını beklersiniz, ama pek prim yapmadığından ‘içindeki çocukları’ hep muhafaza ederler. Şifa niyetine bir iki örnek yine de mevcut. Öncelik, olgunluk standartlarını belirleyen Şener Şen’e ait. Genç kuşaktan Olgun Şimşek’in belki isminden dolayı üstüne yapışan olgunluğuna şahit olmak isteyen verdiği röportajlara baksın. Geleceğin standart belirleme adayıysa Kıvanç Tatlıtuğ. Bu satırların yazarı, daha kariyerinin başındaki Tatlıtuğ’u bir İtalya uçağında tatsızlık çıkaran ve tehlikeli görünen bir yolcuyu etkisiz hale getirip, yolcuları tek tek rahatlatırken de gördü.

Öfke’nin Ö’sü: Evet herkeste biraz var, ama bu öfke eskilerden bir Yılmaz Güney’le yan yana getirince hava cıva kalıyor. Söz konusu olan, en fazla “bar çıkışı muhabirleri karşısında görünce sinirlendi” başlığının altına yazılacak türden bir öfke. Memlekete bir hayrı yok.

Plaj’ın P’si: Kural belli: Görünür olmak istiyorsan, Bodrum’da plaja (günümüz tabiriyle beach’e) inecek, havlunu serecek, uzak yakın kameraların karşısında sere serpe güneşleneceksin. Ondan sonra da basının nefes aldırmadığından şikâyet edeceksin. Magazin basını da ünlüler de bu riyakârlığın farkında. Kimin ne kadar ilgiye muhtaç olduğunu bizzat ölçmek istiyorsanız, havluların serildiği noktaya dikkat edin. Suya en yakın olanın sahibi akşam televizyona çıkmak istiyor.

Rıza’nın R’si: Kimse şöhret trenine kazara binmez. Yolun nereye çıkacağını, mahremiyetin ne kadar aşınacağını bütün ünlüler biliyor. Bir nevi evlilik öncesi sözleşmesi… Ama sözleşmede kendi kurallarını dayatanlar da mevcut. Bu kategorinin kralı Okan Bayülgen.

Sosyal Medya’nın S’si: Ünlülerin ne hissettiğini sosyal medyadaki hesaplarınızda bilfiil tadıyorsunuz. Kaç takipçiniz var; kaç adet RT, kaç like’ınız var? Sizinkisi bir yana, diğerlerinin ne kadar var? Twitter hesapları sanatçıların da kabusu. En rahat uyuyansa sadece sekiz tivitle dört milyona yakın takipçi toplayan Cem Yılmaz.

Şans’ın Ş’si: Ne kadar çalışsan yetmez. Milyon dolarların döndüğü sektörde şans da yanında olacak. Empati kurmak isteyen üst üste dördüncü dizisi geçenlerde yayından kaldırılan Burcu Kara’yla kursun.

Taciz’in T’si: Hayran var, hayran var… Ünlüleri evlerine kadar izleyen, gece yarısı telefonla rahatsız eden, hatta canlarına kast edenleri biliyoruz. Tacizin memleketteki bir versiyonu da aktörü oynadığı rolle özdeşleştirip laf atmak. ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’de tecavüz mağduru bir kadını oynayan Beren Saat’in dışarıya çıktığı bir gece ‘bir güzellik de bize yapsana’ diye sıkıştırılması bu işin uç örneği.

Utanma’nın U’su: Bir ünlü yediği golü çıkartabiliyorsa, yani skandaldan sonraki kötü izleri hayranlarının zihninden silebiliyorsa kademe atlamış demektir. Yoksa geriye sadece utanç kalıyor. Hande Ataizi’nin tuvalete sıkıştığı anı halen hatırlıyor musunuz? Cevabı “‘Mum Kokulu Kadınlar’ın üzerine pek bir şey koyamadım” diyerek kendisi verdi zaten.

Üzüntü’nün Ü’sü: Ünlü insanın kötü günü olmaz. Hanginiz işe gittiğiniz bazı günler size kimseler dokunmasın diye içinizden dua etmediniz? Üzüntünüzden hiçbir cümle kuramadığınız ve sadece kabuğunuzda kalmayı istediğiniz o anlar var ya, ünlüler hiçbirini yaşayamıyor.

VIP’nin V’si: Binlerce uçuş mili biriktirmeniz neye yarar? Business uçarsınız, VIP locasında beklersiniz. Ünlülerin yaşam kalitesi işte sizden ancak bu kadar fazla. Bir kadeh şampanya, arkaya iyice yatan bir koltuk… Uçak sonuçta herkesi aynı yere götürüyor.

Yaşlanma’nın Y’si: Erkeklerden ziyade kadınların düşündüğü bir konu. Basit bir hesap yapın: Gazete ve dergilerde sadece bir ayda, ilk dizisinde, filminde oynayan kaç kadın oyuncu röportajı çıkıyor? Aynı rakam erkek oyuncular için nedir? Cevap: Yeni kadın oyuncu sayısı erkekleri katlıyor. Peki bu yeni isimler kimlerin yerine geçiyor dersiniz?

Zor’un Z’si: Düşünün, sevdiğiniz bir insanla dünyanın bir ucuna, kimselerin olmadığı ıssız bir sahile gitmişsiniz. Kimbilir aklınızda neler var. Konuşup gülüşüp yürüyorsunuz. Ertesi gün fotoğraflarınız bütün gazetelerde. Orhan Pamuk’un Kiran Desai’yle Goa sahillerinde görüntülenmesinden bahsediyorum. Dünya küçük, katlanmak zor.

İllüstrasyon: Serhat Gürpınar

canetti neden haklı?

Memleketten gelenler sağolsun, yanlarında Uykusuz, Penguen falan da getiriyorlar. Ben de hemen Vedat Özdemiroğlu'nun Bebek Kafası'nı açıp okuyorum. Hatta bazılarını birkaç defa okuyorum (ne yapalım, elde az sayı var.)

Bir sabaha Özdemiroğlu'nda gördüğüm şu güzel Elias Canetti cümlesiyle başladım: Gerçek yazarlar kahramanlarına ancak onları yarattıktan sonra rastlarlar.

Tesadüf bu ya, akşamına da şu bilgiye rastladım: Balzac ölüm döşeğindeyken, başucuna kendi romanlarındaki doktor Dr. Bianchon'u çağırmış.
 
Canetti haklıymış.

gazeteci çölde şuurunu kaybederse

yağmur neden güzel kokar?



Bazı bitkilerin kurak dönemlerde salgıladığı yağların karışımı, yağmurun o kendine has kokusunun nedenlerinden biridir. Kuraklığın ardından yağmur geldiğinde, zaman içinde kayaların üzerinde ve toprakta biriken yağ bileşimleri havaya karışır.

Tamamını Smithsonian.com'da okuyabilirsiniz.

siste saklanan kasabaya güvenme



Bu aralar kısa animasyona sardım, daha günlerce böyle giderim. Meksikalı Emilio Ramos'un Niebla'sı mücevher gibi bir film, çevirip çevirip izliyorum. Sisiyle, koyunlarıyla, gelmeyen Rosario'suyla Marquez'in akrabası. Yedi dakikada büyülü gerçekçilik.

köşesizlik endişesi

Uzmanlık alanı üzerine görüşlerini paylaşanları seviyorum. "Bu onun konusu, ne demiş acaba" diye twitter'da kovaladığım insan çok.

Beğendiği, kıymet verdiği şeyleri paylaşanlara da bayılıyorum. Hele yağmur gibi yağmayıp, her gördüklerini değil, gerçekten önemsediklerini anlatanlar, gösterenler, link verenler... Yeni şeyler için gözümü açıyor onlar. Keşfettiriyorlar, ne güzel. 

Ama sosyal medyayla ortaya çıkan bir tür var ki, katlanamıyorum. Gelişen her mevzuya bir tırnak atanlar, gündemin hiçbir halinden eksik kalmayanlar, saniyesinde görüş üretenler... Bir insanın bu kadar çok fikri olabilir mi? Hadi, üstün bir beyinle karşı karşıyayız diyelim, bir fikir bu kadar hızlı şekillenir mi?

Hükümet, barış, savaş, PKK, uluslararası ilişkiler, tıp, hukuk, bilişim, magazin, diziler, her şey... Her şey hakkında konuşuyorlar. Üstelik başkalarını dinlemiyorlar. Sadece konuşuyorlar. Arkadaşlık, tanışıklık belasına kaçamıyorsun da (bir de sürekli mızmızlanan, ilenen, kötüleyen tipler var ki, daha da beter.)

Memleketin en çok ve düzenli şekilde topa tutulan esnafı köşe yazarları. Eskiden görüş bildirsin diye para ödenen bu insanlara yönelik tepkiyi samimi zannederdim. Değilmiş. Meğer çoğu insan, kendi görüşlerini bu şekilde üzerimize yığamadıkları için kızıyormuş yazarlara. Dertleri köşesizlikmiş. 

Yarın yine yeni bir olay gelişecek. Hiç yoktan atıp tutmaya, ilenmeye başlayacaklar. Kendi köşelerini yazacaklar. Sonra dönüp yine köşe yazarlarına bok atacaklar. 

bugün yol aramakla geçti

Dokuz sene öncesinden bir gün sonu raporu... O kadar olmuş mu yahu?

Bugün yol aramakla geçti. Yoldan çıkmakla. Bugün iki amatör telsizci dünyanın dört bir tarafında arkadaşları olduğunu açıkladı. Söz konusu telsizcilere göre Ruslarla bağlantı kurmak matah bir iş değilken, Tuvalu’dan bir telsiz arkadaşı edinmek kayda değerdi. Yine bu telsizciler, rahmetli Kral Hüseyin’in de kendi meşreplerinden olduğuna değindi.

Bugün dolaptaki suları satmak ikinci bir emre kadar yasaklandı. Çünkü yarına dair hava raporları İstanbul’da hava sıcaklığının –2 dereceye düşeceğini ve akabinde de kar yağacağını çoktan bildirmişti. Raporlara güvenen tesisatçılar, çatı onarımı işlerine iştahla giriştiler.

Bugün Etiler’e gitmek isteyen bir kız, Karaköy’deki işyerine varmak isteyen bir diğer kızı engelledi. Bugün servis şoförleri zengin ve güçlüden yana oldu. Benzinlerini şirket hesabına doldururlarken, arabalarını yıkatmayı da ihmal etmediler.

Gazetelerini şöyle bir karıştıranlar çok fazla şaşırmadı bugün. Çünkü bugün gazeteler, onları satır aralarına kadar okuyanlar için çıktı. Yine bugün gazetelerde şişmanlığa çareler önerilirken, fakirliğin ortadan kaldırılmasına dair bir projeye rastlanmadı.

Topkapı’nın arka sokakları sakinleri için olağan, misafirler için stresli saatlere sahne oldu bugün. Döner ustaları adres tarifi vermeyi reddederken, lastik değiştirenler yol gösterme konusunda aceleciydi. Banka memurları bu konuda da her konuda oldukları gibi kayıtsız davrandı. İş hanları her günkü gibi tozlu ve bakımsızdı; ancak bazı hanlarda fotoğraf çekimlerinin yapıldığı da görüldü bugün.

Bazı kafeterya köşelerinde devrim planları yapıldı. Yeni devrimin sloganının ne olması gerektiği konusuna kafa yoruldu. Bu konuda bir zihin kıvraklığına rastlanamasa da, devrimin kimlerle yapılmaması konusunda herkes aydınlandı. Mevzuu tartışan kalabalık kafa karışıklığı içinde mekanı terk edecekken, her şey yarım elma ve üç mandalina tanesi ile tatlıya bağlandı bugün.

Bugün bazıları şehri terk etti; kimileri de geri döndü. Gidenlerin de dönenlerin de seslerinde bir endişenin olduğu ise gözden kaçmadı. Buna göre, huzursuzluğun mekandan değil de insandan kaynaklandığı yeniden kabul gördü. Kimileri bu gibi durumlar için sık sık kullanılan klişe lafları kullandı; kimileri de sadece homurdandı.

Birtakım beyaz yakalılarda parasız kalma endişesi yine had safhadaydı. Bu durum artık kronik hale geldiği için pek fazla yankı yapmadı. Öte yandan birtakım beyaz yakalılar da doğum günü partileri tertip ettiler. Hem araba kullanıp hem de telefonla konuşan bu becerikli kimseler, hiç araba sahibi olamadığı gibi mevcut telefonlarını da satmak zorunda kalanlar ile pek ortak noktaları kalmadığını hatırlarına getirmediler. Ama bazı eski dostların da birbirlerine borç vermekten kaçınması birilerinin hatırına geldi bugün. Dolayısıyla, acı acı gülündü ama yine de geçildi bu konulardan çabucak.

Çocuk bakmaya ve ev temizlemeye ta İngilterelere gidenlerin arasına bugün biri daha eklendi. Fakat gittikleri gibi geri dönenler de olduğu için rakam bir türlü netlik kazanamadı. Bugün bazı babalar, kızlarını esirgemek konusunda biraz daha atik olmayı düşündülerse de, yeni nesil modern kadın imajı bu düşünceye galebe çaldı.

Yine bugün bazı entelektüeller sakallarını kaşıdılar. Fakat bu eylem genel olarak bir şeyleri değiştirmedi. Bazı yabancı terimlerin dilimizdeki karşılıklarının bulunması gerekliliği ise gündemin ancak kıyısına yerleşebilmişti bugün.

“Elinde bir tuhaf çanta saçında soku” bugün bir Cemal Süreya dizesi olarak bir otobüs yolculuğuna yardım ve yataklık etti. Sabah otobüslerinde şiir okuyanların, roman okuyanlara oranınının neredeyse eksi sonsuza doğru gittiği ise meraklı gözlerden kaçmadı. Yine bu meraklı gözler, sabah otobüslerinde uyumayı tercih edenlerin çoğunlukta olduğunu isabetle tespit ederken, bu uykulu kimselerin profilini çıkarmaktan şimdilik kaçındı.

küçük korku dükkânı

Bir İspanyol bir hikâye anlatıyorsa mutlaka dinleyin. İyi anlatır, sizi de içine çeker. Son zamanlarda en benimsediğim kahraman Alma da, bir İspanyol'un, Rodrigo Blaas'ın elinden çıkma. Çizgiye zaten diyecek yok, müzik muazzam, hikâye usta işi, Alma'ın kapıya kartopu fırlattığı sahneyse paha biçilemez.


bıçak coşkuyla yükselir


Italo Calvino’dan kitap açacağının verdiği hazlar üzerine güzelleme:

Bir kitap açacağının yaşatacağı hazlar dokunsal, işitsel, görsel ve özellikle zihinseldir. Okumanın öncesinde, kitabın soyut bütünlüğüne ulaşmak için somut bütünlüğünü aşmak adına yapılan bir hareket vardır. Alt köşeden sayfaların arasına giren bıçak coşkuyla yükselir, birbiri ardına kenetlenmiş lifleri ardı ardına biçerek yükseldiğinde düşey bir kesik atar –iyi yürekli kâğıt, bu ilk ziyaretçiyi şen ve dostane bir hışırtıyla kabul eder çünkü bu rüzgârın ya da bakışların çevireceği sayfaların müjdesi niteliğini taşımaktadır-; en büyük direnişi, hele ki çift sıraysa yatay kat gösterir çünkü gerisingeriye pek de çevik olmayan bir hareket ister, işte bu noktada derinden gelen notaların boğuk sesi duyulur. Kâğıtların kenarı dokunun paralanmasıyla yırtılır; ‘bukle’ denen incecikten bir talaş kopar, bunun, denizin kumla birleştiği noktada oluşan köpük kadar nazenin bir görüntüsü vardır. Sayfalar barikatını kılıç darbesiyle yararak açmak, sözcüğün içinde barındırdığı ve gizlediği düşünceyle yüz yüze gelmeni sağlıyor: Sık bir ormana dalmışçasına okumanın içinde ilerliyorsun. (I. Calvino / Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu / YKY / Çev. Eren Yücesan Cendey)

biz de zeki müren'i görecek miyiz?


Dergi kapağı yukarıda duruyor işte. Steven Soderbergh son filminde (Behind The Candelabra), şov dünyasının görüp göreceği en renkli isimlerden Amerikan müzisyen ve şarkıcı Liberace’yi anlatmış. Yakında daha sık konuşulacaktır. Ama benim derdim başka. Filmden haberdar olduğumda, aklıma, -evet Liberace’nin hep kıyaslandığı üzere- Zeki Müren düştü.

Zeki Müren öleli 15 yıl oluyor. Ne beyaz perdede ne de televizyonda ona dair bir iz yok. Filmi yapılmadı Müren’in. Oysa ne çok seviyoruz onu. Oysa, söylemeye gerek var mı, Liberace’den kat kat daha yetenekli, daha eksantrik. Hayat öyküsü bir değil beş filmi taşıyacak kadar zengin.

Ama yok işte. Bir Zeki Müren filmi yok. Her gün bir şekilde ondan bahsettiğimiz halde, yok.

Dün Robinson Crusoe Kitabevi’nde çalışan arkadaşım Seda (Ateş), yabancı dilde bir biyografisinin de olmadığını söyledi. Turistler sürekli soruyormuş.

Aslında Türkçe’de de dişe dokunur bir biyografi yok. Halbuki üzerinde çalışılsa, tanıklıklarıyla, sansasyonuyla, dönemin perde arkasıyla memleketi sallayacak bir kitap çıkar. Sallaması da mühim değil. Okusak, üzerine konuşsak, anlasak, anlatsak yeter.

Tuhaf bir memleketiz. Gelmiş geçmiş en büyük starımıza dair film çekmemişiz, kitap yazmamışız. Sadece Zeki Müren mi? Daha birkaç gün evvel ‘babamız’ diye uğurladığımız Müslüm Gürses’e dair ne var biyografi namına? Kaybettiğimiz diğer isimlere dair ne var?

Birisini hayatını okumak için ölmüş olması da gerekmez. Sezen Aksu, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Tarkan… Bu isimleri onla, yüzle çarpın. İyi kötü, Türkiye’ye damga vurmuş, anıt gibi insanlar. Kayda değer ne okuduk? Magazin röportajlarından başka ne biliyoruz? Kendileri yazmadı. Başkaları da onlar hakkında yazmıyor (biyografi yazarlığı sanırım ikinci sınıf bir iş olarak görülüyor bizde.) Piyasada bu isimlerle ilgili birkaç kitap olduğunu biliyorum; biyografi gibi biyografiden bahsediyorum ama. Tanıklıklarıyla, dipnotuyla, tartışmasıyla…

Toplumsal tahlilleri ayrı tutuyorum. Çünkü, az da olsa, onlara örnek mevcut. Üniversitedeki sosyoloji derslerinde Ayhan Aktar, Can Kozanoğlu’nun Cilalı İmaj Devri kitabındaki bir makaleyi illa ki okuturdu (“Her Yola Gelen Karizmatik Amele” başlığıyla İbrahim Tatlıses üzerine.) Aynı kitapta Orhan Gencebay, Ahmet Kaya, Sezen Aksu üzerinden de memleket tahlilleri var. O kadar işe yaramıştı ki... Size de şiddetle öneririm, kafa açar. Ama yine de kastım bu değil. Dolaysız anılardan bahsediyorum.
.
Liberace’den nerelere geldik. En başa dönelim madem. Dün Kaya Genç yazmıştı. Yönetmen Soderbergh, Liberace filmi için beş milyon dolar bulamadığını söylemiş. Büyük stüdyolar bu parayı karşılayacak bilet satılmayacağını düşünüyormuş. 

Zeki Müren için? Türkiye yıkılır, o kadar diyeyim.

harita

Herengracht... Birisi bankın üzerine, bir boş kutu kola bir de dörde katlanmış şehir haritası bırakmış. Artık buradan ne kadar sıkıldıysa... Haritayı aldım. İşaretlediği, hiç bilmediğim yerler vardı.

on iki milyon kere maşallah


Sevgili Bülent Timurlenk'in futbol ve hayat üzerine yazdığı blog Aceto Balsamico, hiçbir şey yapmadıysa, memlekettteki blog alemine saygınlık kazandırdı. Hem okur, hem hevesli yazar üretti. Hep iyi yazdı, iyi yazıyor. Aceto Balsamico'nun 12 milyon tık'ı aşması üzerine GQ Türkiye için Timurlenk'le bir mini röportaj yapmıştım (Şubat 2013.) Orada yer darlığından söylediklerini birazcık makaslamak zorunda kalmıştım. Önemlidir, orijinal halini, sözü sadece Timurlenk'e bırakarak buraya alıyorum.



* Yazmak aslında her zaman en kolayıydı. Fakat nereye? Yazan iyi bilir bunu, bir fikir kafanda oluşur, ellerin klavyeye gidip o yazı yazılmazsa artık bir karın ağrısıdır. Ağrıya son veren de ağrı kesici değil yazının son noktası. Dergicilik yaparken başladım,” outtake” yazılarım, fikirlerimle. Spor sayfalarında futbolun Edirne’den ötesi sınırlı yer bulur. Takip ettiğim yabancı medyadan bazen bir olay, bazen bir isim ilham kaynağı oldu yazılara. Bir gazeteci için blog yazmak kendi oyun parkını yaratmak gibi. Parka uğrayanlar senin oyuncaklarınla eğleniyorsa ne ala...



* Düzenli olarak blog okumam, her ay dergi almak gibi değil bu. Lakin aradığım bilgiyi blogda bulduğum zaman doğruluğundan emin olmasam bile samimi bulurum. Blog yazanın dili medyadan farklıdır. O özgürlüğü hissedersin. Özellikle yabancı bloglarda konuya hakim birinin kalemi olduğunu farkedersin. Yaşadıklarını, deneyimlerini aktarırlar sana. Bizde özgün moda blogu yok mesela. Hepsi  kopyala-yapıştır. Seyahat izlenimleri, medyanın klasik köşeleyenlerinden farklı bakış açıları, kuralları bile bizde bilinmeyen sporlar hakkında yazanların klavyesine sağlık. G-string’nin rengini yazan “cesur” sosyal medya fenomenlerini de blog dünyasının “Uçurum”u... “Uzak durmak lazım” derim...

* Altı yıldır ağırlıklı olarak futbol yazıyorum. Gazete ve internet sitelerinde neyi bulamadılarsa sanırım onu buldular blogda. Dilin samimiyeti okuyucuyla aranda bir bağ kurar. Fikrine katılır ya da katılmaz ama dilin samimiyetine güvenir okuyan. İspanyol ve İtalyan medyasını düzenli takip eden medya olmadığından, haberleri ilk yazan ben oldum uzun süre.  En önemlisi ve beni en mutlu eden de bilginin doğruluğu hiç tartışılmadı acetobalsamico blog için. Bir gazeteci için en büyük iltifat “O yazdıysa doğrudur” dur...

* Türkiye, sporsever insanlarla dolu bir ülke değil. Spor yapmıyoruz, yapacak yerimiz de yok zaten. Adale ağrısının ne olduğunu bilmeyenlerin stadyumda, salonda küfür etmesi kimi şaşırtıyor ki? Lakin spor izlemeyi seven bir toplumuz. Medya da izlenen sporun, futbolun peşinde. Çok satan, bizi ayakta tutuyor. Spor medyasında eskiler kendilerini yenileyemedi, yeniler ise yer bulmakta zorlanıyor. Orta kuşak ise tembel. İki haber yazanın, haftada bir köşeyle, bir röportajla yorulanı çok medyanın. Üretmiyoruz. Blog yazması gereken, anlatacak hikayesi, paylaşacak bilgisi olan çok insan var medyada ama sorsan hepsi “Çok yoğun...” Herkes hayatı “meşgule” alıyor oysa ki o içten “Alo” yu duymak isteyen milyonlar var...

tanrının diğer eli

Arjantinliler hınzır. Ülkenin önde gelen spor gazetelerinden Ole, hemşehrileri Kardinal Bergoglio papa seçilince, halden vazife çıkarıp manşeti patlattı: Tanrı'nın Diğer Eli. Eh, Maradona'nın İngiltere'ye eliyle attığı golün ardından "O benim değil Tanrı'nın eliydi" demesini hatırlıyorsunuzdur.

Francis adını seçen Cizvit rahibi yeni Papa'nın sosyal yönünün ağır bastığı, makamının ayrıcalıklarını kullanmaktan hazzetmediği, otobüse bindiği, halkın Kilise'ye gelmesini beklemeyip bizzat onların ayaklarına gittiği çok yazıldı. Geçmişindeki gri bölge hakkında da konuşuldu elbette. Cunta döneminde iktidardaki generallerle işbirliğine gittiği, Kilise'nin cunta karşıtı mensuplarını yönetime ihbar ettiği iddia ediliyor.

Bu iddialar arasında bir tanesi çok keskin, atlamamak gerek. Arjantin'in önemli gazetecilerinden Horacio Verbitsky, yıllardır Kardinal Bergoglio'nun geçmişini didikliyor. Gazeteci, cunta döneminde taşradaki Cizvitlerin başındaki Bergoglio'nun izlerini sürmüş, hatta doğrudan kendisiyle de konuşmuş. Buldukları arasında özellikle bir konu çok tartışılır. Verbitsky, Vatikan'daki seçimin hemen ardından, insan hakları üzerine çalışan internet sitesi Democracy Now'a verdiği röportajda, yeni Papa'nın, sol eğilimli iki Cizvit rahibi Cuntacılara ihbar ettiğini (sonradan sorgudan geçirilip, işkenceye maruz kalıyorlar) onların tanıklığıyla aktarıyordu.

Bu önemli röportajı buradan okuyabilirsiniz. Konu tartışmaya açık. Ama bir iddia var ki, kan dondurucu. İşkenceden geçen rahiplerden biri, Bergoglio'nun da sorguya katılmış olabileceğini söylemiş Verbitsky'ye. Sorgu sırasında üst düzey teolojik meselelere girilmiş.

Doğruysa, Engizisyon'dan ne farkı var?

Not 1: Aynı röportajda Verbinsky, Papa hakkında tam aksi yönde tezlerin de var olduğunu, yani Papa'nın aslında Cunta'ya karşı durduğu yönündeki duyumlarını da anlatıyor. Mesele karışık yani.

Not 2: Söz konusu rahiplerden biri Bergoglio'yu affettiğini ve konuyu kapattığını söylüyor. Burada.




son roman

bukowski'ye giriş

Çok bilinmez ama Amsterdam'ın tatlı kanallarından Kloveniersburgwal'ın üzerinde muazzam bir sahaf dükkânı var: The Book Exchange. On binlerce kitabın ağırlığı İngilizce, meraklısı için Fransızca, Almanca, İspanyolca koleksiyon da mevcut. Hoşsohbet, orta yaşlı bir Amerikalı'yla, gençten ve yine konuşmaya meraklı yardımcısı işletiyor. Amsterdam'a yolu düşen muhakkak uğrasın.

Geçen gün, avare dolaşırken, karın birden bastırmasıyla oraya sığındım. Bir saat sonra çıkarken elimde üç kitap vardı. Italo Calvino'nun Six Memos For the Millenium'u, Bill Bryson'un Travels in Europe'u ve Lawrence Block'un sevgili Matthew Scudder'ının henüz okumadığım bir macerası: A Dance At the Slaughterhouse.

Bir İngiliz kadın, tezgâhtaki genç adamla sonu gelmez bir Amsterdam muhabbetine girişmişti. Sabırla bekledim. Zaten kar da dinmemişti. Müşteri nihayet gidince, genç adam bana döndü, kitapların ederini hesaplamaya girişti. Calvino'yu görünce sevindi:

"Tanrım, artık bunun hiç satılamayacağını düşünüyordum; yıllardır burada."

Belki kimse fark etmemiştir, dedim gülerek. Ama sorun başkaydı. Biraz yüksek fiyatlamışlar. Söylemedim. Adam Calvino'nun hevesiyle anlatmaya devam etti:

"Hiç anlamıyorum, bazı kitaplar aylarca duruyor, bazıları iki gün dayanmıyor. Mesela Bukowski'ler... Müşteriye Bukowski dayandıramıyoruz."

Eh, adam iyi yazar, tabii ki satacak. Diyecektim ki tam... Esas derdini söyledi.

"Tek anlattığı şey içmek içmek içmek... Daha ne kadar sıkıcı olabilir?

Edebiyat işte... Herkesin zevki farklı, karışamazsın. Ama ben de tutmadım kendimi, sordum:  "Mesele neyi değil nasıl anlattığı değil mi?"

Öyle bir yerde, ama onu da içerek anlatıyor, dedi. Aslında haksız sayılmazdı ama anlaşamayacağımız da ortadaydı.

Peki siz John Fante okudunuz mu hiç, diye sordum.

Hayır, dedi. Duymamış bile.

Bana kalırsa, Bukowski okumaya Fante'den başlamalısınız, dedim.

"Neden" diye sordu.

"Orasını siz okuduktan sonra konuşuruz."

Kar da durmuştu zaten.

günler geçer ve çalışır şafağın değirmeni

a Forest Year from motionkicker on Vimeo.

ABD'li Samuel Orr, ormandaki evinin penceresine kamera kurmuş ve on beş ay boyunca kayıt yapmış.  Ne iyi etmiş. Seyrettikçe huzur doluyorum. Harika bir iş.

Diğer projelerine göz atmak (ve destek vermek) isteyen varsa, bu linke buyursun.

Başlık, tabii ki, Turgut Uyar'dan...


reader kapanınca

Sevdiğim, hatta çalıştığım dergilerin kapanmasına alıştım. Yapacak bir şey yok. 'İnternet dergileri öldürüyor' deniyor,  inanmasam da ona da eyvallah.

Peki internetin kapanması nedir Allah aşkına?

Google Reader'dan bahsediyorum. Firma, dün şefkatli görünen gayet ukâla bir bilgi notuyla -tipik, müşteri kaybetmek istemeyen ama burnundan da kıl aldırmayan PR'cılık- Reader hizmetinin 1 Temmuz itibariyle son bulacağını açıkladı. Bu süre zarfında isteyen pılısını pırtısını toplasın, benzer hizmet veren uygulamalara yönelsin deniyor. Sağolsunlar, çok düşünceliler.

Daha önce bir iki defa söylemiştim, Reader, internetin en güzel yanıydı bana kalırsa. Birçok blogu halen oradan takip ediyorum, şu sanal alemin hayatımı zenginleştiren unsurları hep orada. Onları Reader'da okumaya alıştım.Basit ve rahattı; 'kullanıcı dostu' tabirinin gerçekten hakkını veriyordu.

Öyle aman aman bir sorun değil, başka bir program kullanırım tamam da, Google'un şu davranışı gelecekteki meseleler için örnek olsun. Reader'ı, eskisi kadar çok kullanılmıyor diyerek kapattılar. Büyük bir masrafı yoktu, firmayı zarar da vermiyordu. 'Uğraşmak istemiyoruz artık' dediler.

Yalnız şöyle bir durum var: Google, Twitter, Facebook falan aslında bedava değil; içeriğini biz üretiyoruz diye kıymet kazanıyorlar. O halde, ben de artık Google'ın sızlanmalarıyla uğraşmak istemiyorum. Bundan sonra sadece merhaba, merhaba.

Blogger'dan tası tarağı toplamanın vakti geldi. Başka bir yer için hazırlıklara başlıyorum.

chavez'den sonra

Chavez'in ölümünden sonra Latin Amerika gazetelerinin tümü sayfalarını yıktı. Zaten çoktandır bekliyorlardı; muhtemelen başlıklarını ve fotoğraflarını da hazırlamışlardı. Benim dikkatimi çeken en iyi kapakların Brezilya'dan gelmesi. Ama onlardan da iyisi Şili'nin La Tercera'sı. Yerinde bir fotoğraf kullanımı, özenli bir veda. Venezuela'nın muhalif gazetelerinden Universal "Chavez'siz dönem başlıyor" diye geçiştirmiş. İçinde epey muhalif yazar barındıran bir başka gazetenin, El Clarin'in fotoğraf kullanımı da dikkat çekici. Muzaffer lider yerine, hastalıkla boğuşan Chavez'i koymuşlar.

Venezuela -  Panorama


Venezuela - El Mundo
Venezuela - El Universal 

İspanya - ABC

Küba - Granma 

Şili - La Tercera
Kolombiya - El Espectador
Brezilya - O Globo
Brezilya - Correio Braziliense

Venezuela - El Clarin
 
Venezuela - La Voz


Arjantin - Pagina 12




ırkçılık da yorar

Çin'de bir dükkân... Irkçı sahibi kafayı o kadar yemiş ki artık kimi içeri kabul etmeyeceğini şaşırmış. Japon, Vietnamlı, Filipinli ve tabii ki bu tür ırkçılığın olmazsa olmazı köpek, içeri giremez. Yedi düveli karşısına almış yani. Dükkânı kapatsa, kendisi de daha rahat eder, insanlara da bir rahat verir.

don draper'a göre topçu kışlası

Yılan hikâyesine döndü ama görünen o ki Taksim Gezi Parkı gidecek yerine Topçu Kışlası gelecek.

Kışla sözcüğü tabii biraz kafa karıştırıcı. Erdoğan'ın kendi ifadesiyle murat edilen şu: "Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel. Yap işlet devret modelini düşünüyoruz."

Bu iş ya olacak ya olacak. Başbakan öyle istiyor. Aradaki kurullarla falan oyalanıp duruyoruz sadece. İtirazlar sonuç alacak gibi olduğunda, konu değişecek ve biz bir başka şeyi tartışacağız. Sonra da unutup gideceğiz ve nihayet bir bakacağız ki, yeni alışveriş merkezi Taksim'in tam ortasında müşterilerle dolup taşıyor.

Tarihten benzer bir örnek için, bir kurgu karaktere, Mad Men'in yetenekli reklamcısı Don Draper'a bağlanalım.

Önce özetler... Üçüncü sezon ikinci bölümdeyiz (Love Among The Ruins). Draper, New York'un sembollerinden birini, Pennsylvania İstasyonu'nu yıkıp yerine bir eğlence merkezi yapmak isteyen iş adamı Edgar Raffit'le yemekte. Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz istasyon, mimari bir şahaser olarak kabul edildiğinden ciddi tepki var. Gazeteler gün aşırı işadamına yükleniyor; halk söylenip duruyor. Draper'a düşen bu meselenin altından nasıl kalkılacağını anlatmak. Bir yemek masasında bağlanan tarihi planlara buyurun:

Don Draper: Zaman kazanmak adına, Penn İstasyonu'nu yıkmak istiyorsunuz ve New York da bundan nefret ediyor, öyle mi?
Edgar Raffit: New York'un tümü değil, sadece sesi çok çıkan bir azınlık.
Draper: Peki durdurabilirler mi?
Raffit: Şey, bütün bu şamata tatsızlık yaratıyor...
Draper: Onu boşverin, durdurabilirler mi?
Raffit: Sizin bizimle zorunuz ne? Neden illa kötü adammış gibi görünmemizi istiyorsunuz?
Draper: Kamuoyu hakkındaki endişeniz vicdan azabınızı gösteriyor. Peki her şey istediğiniz gibi olacaksa bunun size yararı ne?
Raffit: Diyelim ki vicdan azabım falan yok...
Draper: Güzel. Madem öyle, değişim iyi veya kötüdür demeye de gerek yok. Değişim değişimdir. Dehşetle de karşılanabilir, neşeyle de. "Hiç değişmesin daha iyi" de denebilir, "bakın yeni bir şey" de.
Raffit: Bu tepkiler yüzde elli yüzde elli olacak diyebilir misin?
Draper: Hiç de öyle bir şey demiyorum. PR'cılar bunu bilir ama bir türlü uygulayamaz. Konuşulanları beğenmiyorsan, konuyu değiştir yeter.

Raffit: Yeni konu ne o zaman?
Draper: Bakın, ben California'daydım. Her şey taze ve ferahtı. İnsanlar umut doluydu. New York ise çöküşte. İşte bu yüzden Madison Square Garden yeni bir şehrin başlangıcı olacak. 


İstasyon tabii ki yıkıldı. Yerinde şu an Raffit'in Madison Square Garden'ı yükseliyor. NBA maçlarının, büyük konserlerin mekânı...

Konu değişince, insanların dikkati dağılır. Ardından da unutur. Draper da iyi biliyor bunu, Başbakan da...



o günlere dönebilsek


Benim gazetem diyebileceğim bir yayın: International Herald Tribune. Bilen biliyor zaten, New York Times'ın küresel edisyonudur, Batı'da 'highbrow' denilen türden. Gündelik tartışmaya pek girmeden, büyük resmi toparlamaya çalışır.

Şimdi ismini değiştiriyor: The International New York Times oluyor. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz Breathless karesine, eski günlere dönüş... Godard'ın filminde Jean Seberg ile Jean-Paul Belmondo büyük oynar. Tatlı tatlı akıp giden Yeni Dalga... Güzelim Seberg'i ilk gördüğümüz sahnede gazete dağıtıyordur. Hangi gazete olduğunu biliyorsunuz.

O günlere de dönebilsek...  

maçtan sonra

İngiltere'deki Kupa finali bitmiş, Bradford'lu oyuncular soyunma odasında... Maç 5-0 sonuçlanınca, ne yapsınlar, gardları düşmüş, pizza yiyorlar. İnsanın "önce beş yediler sonra da pizza" diye başlık atası geliyor ama dokunmayalım, güzel bir an.

oyuncuların federer'i

Belçika gazetesi De Morgen, En İyi Oyuncu Oscar'ını üçüncü defa evine götüren Daniel Day Lewis için "oyuncuların Roger Federer'i" demiş. Doğrudur. Mütevazılık, meslek aşkı, ultra profesyonellik ve spotlardan kaçma hali ikisinde de mevcut. Tabii benzetme tersine doğru da işleyebilir.

Ben Lewis'i çok severim. Son filmlerine diyecek yok ama fotoğraftaki uzun saçlı dönemini ayrı tutarım. Yine Oscar aldığı Sol Ayağım, Son Mohikan ve özellikle de uçlarından beş parmak aldırdığı günlerdeki Babam İçin...  Büyük filmdir Babam İçin; acı hikâyedir. Pete Postlethwaite'yle karşılıklı döktürürler. De Morgen'ın fotoğrafı vesile olsun, hem filmi hem de bir diğer sevdiğimi, müteveffa Pete Abi'yi aşağıdaki trailer'la analım.


eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...