Dört gün içinde ruh halimiz değişti.
korona günleri - berberde
Dört gün içinde ruh halimiz değişti.
boş ders
meksika'da mutluluklar
karşı pencerede
uğurlama
as bayrakları as
me dicen el clandestino
21662 ev
47 euro
adana değil amsterdam
çarşıda dükkânım olsa
Bir yandan da bu işten ne kazanıldığını düşünürüz. Gelirinin tatmin edip etmediğini...
meydanda iki adam
pedalare! pedalare!
hoşçakal 25
Kıbrıs’ta askerlik yaparken Nisan ayında 40 dereceyi görmüştüm. Değil koşmak, sürünmek, adım atmakta bile zorlanıyorduk. Neyse ki emir geldi de kamuflajın en üst düğmesini açabildik.
Yine Nisan, ama şimdi Amsterdam… Bu defa 25 derece. “Çok soğuk olacak, gün yüzü görmeyeceksiniz” baskısından mı nedir, Kıbrıs kadar sıcak geliyor. Üstelik görünmez bir yerden emir gelmiş olmalı ki, ahali anında kışlıkları kaldırdı; şort, tişört ve parmak arası terlikler kullanıma sokuldu. Evin karşısında, kanal kenarında güneşlenenler var. Çatısız evlerin damları zaten dolu.
Bir de denize girenler var tabii. Buraların Hürriyet’i De Telegraaf manşetinden bayram ediyor mesela. 25 derece. Sonrası malum: Hollandalı güzeller sahillerde sere serpe. Yalnız şaka değil…
Bir haftadır durum buydu. Yarın gidiyormuş bu havalar. Yazık.
amsterdam'da çalınacak ilk bisiklet
Amsterdam, evet, bir bisiklet şehri. Ama aynı zamanda da hırsızlar şehri. Geceleri ortaya çıkıyorlar. Bisikletinizi bağlamayacak kadar üşengeç ya da cahilseniz alıp gidiyorlar. Basitçe bağlamanız da yetmiyor. Zinciri ön tekere dolamanız, arka tekeriyse ayrıca kilitlemeniz gerekiyor. Yoksa gövdeyi bırakıp tekeri alabilirler. Güzel görünüyorsa seleyi, arkadaki çantayı, feneri de…
Vittorio de Sica’nın hüzün verici hırsızları gibi değiller, yaşama tutunmak için çalmıyorlar. Burada ikinci el bisiklet piyasası çok canlı ve çoğunlukla çalıntı bisikletlerden besleniyor. Amsterdam ahalisinin geneli işte bu yüzden dikkat çekecek kadar güzel bisikletlere binmiyor. Güzellerin bu cangılda yaşama şansı çok az. Sokaklarda kırık dökük, zinciri paslı, selesi yırtık, gidonu eğik bisikletler hüküm sürüyor.
İşte bu yüzden yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz bisiklet, sokağa indiği anda, Amsterdam hırsızlarının gözünde bir numaraya yükselecektir. Bu talihsiz ve alımlı güzel, Van Gogh Müzesi dükkânında sergileniyor. Üzerinde ressamın Badem Çiçekleri tablosundan bir kesit var. Rengini de o resimden almış. Ama dedim ya, yazık olacak… İki gün Amsterdam sokakları, üçüncü gün yan sanayi… Parçalarına ayrılmak ve yeniden boyanmak üzere…
Van Gogh'un uygun gördüğü renk üstüne renk olur mu? Olmaz elbette, üstelik dün müzede söz konusu tablonun hikâyesini öğrendikten sonra fikrim daha da pekişti. Van Gogh bu tabloyu, kardeşi ve hamisi Theo’nun oğlunun doğumu şerefine yapmış. Badem çiçekleri, elbette, baharın gelişini simgeliyor. Hele buralarda daha da erken, Şubat başında açtıklarından durum fena halde sembolik (tablo Şubat’ta yapılmış.) Zarif bir hediye. Ne diyeyim, kıyak adammışsın Vincent… Bisikletini çalacak o hırsızları şimdiden esefle kınıyorum.
amsterdam'da pek sidikli bir dükkân
Amsterdam neşeli bir şehir. Güneş yüzünü günler sonra gösterdiğinde daha da neşelendi, hatta zıpırlaştı. Böyle günlerde şapkasından tavşan çıkarıyor. Kanallar üzerinde Totaliter Sanat Galerisi gibi dükkânlar keşfedebiliyorsunuz.
Ama Amsterdam’ın, en uyduruk caddesi Kalverstraat’ta (alışverişe indirgenmiş bir İstiklal Caddesi olarak okuyun) bile bize bir sürpriz hazırlayacağını tahmin etmezdim...
Bir dükkan kapısında temiz beyaz önlüğüyle pek heyecanlı bir abi… Buralardaki adetin tersine çığırtkanlık yapıyor. Sesini de duyuruyor doğrusu; gelip geçen herkes vitrinine bakıyor dükkânın. Ne satıyor peki? Eh, biz de bunu merak etmiştik işte.
Biraz bakınınca mesele aydınlandı. Meğer ki pratik Hollandalılar’dan dünyaya bir hediyeymiş. Tuvalet dükkanı, 2theloo. Temiz, ferah bir mekânda hacet giderme imkânı sağlıyor. Üstüne bir de kola, gazoz, mendil, sakız vs. gibi bir şeyler isterseniz, büfesinde hazır. Üstelik tuvalete girene indirimli. Yok, ben illa da gereksiz bir şey alırım, banyo süsü, süt kupası var mı, diyorsanız, onlar da mevcut. Diyen yok mu sanki? Olmaz mı?
Sonuç: Denedik, iş görüyor. Günahı bir euro. Biraz nette de araştırdım: Amsterdam’dan dünyaya açılacağız diyor mekânın sahipleri. Hazır İstiklâl’in içine ediliyorken, böyle bir konsept İstanbul’da da tutar.
şapkanın içi kadar karanlık
İstanbul gibi aydınlık bir şehirden sonra Amsterdam’da yaşamanın tuhaf yanları var. Sabah sekiz gibi uyandığımızda havanın halen karanlık olmasına alışamadım örneğin. Şafak geç söküyor, akşam erken iniyor burada. Işığın azlığı, İstanbul’dakinden çok farklı bir yaşam dayatıyor.
Civarda bir kafeye çöküp günün ilk gazetesine elimi attığımda, bisikletlerinin üzerinde yaşayan Amsterdam halkı, usul usul dağılan karanlığın içinde, çoktan işlerinin yolunu tutmuş oluyor. Kuzeyin diğer insanları gibi, karanlığa alışkınlar elbette; hatta onunla bir tür barış içindeler.
Onlar nihayet işlerine vardıklarında, günün gazete okumaktan ibaret ilk ayinini kaçırmak istemeyen ben, bir fincan kahve eşliğinde, sonu gelmez hikâyelerin içine dalıp gidiyorum. Üstelik bu işsiz günlerimde, aklıma esen her hikâyeyi didiklemek için bol bol vaktim de var. Öyle yapıyorum. Ama Hollandaca’yla aramız henüz limoni olduğundan, genelde İngilizce gazeteleri tarıyorum. Okudukça, ister istemez yabancı matbuat ile memleket gazetelerini de kıyaslıyorum. Hayıflandığım bir şey var. Bütçe, kalite, tiraj gibi kronik sorunlar bir yana, bizim gazeteler, haberlerde insan unsuruna artık giderek daha az yer açıyormuş gibi geliyor. İstanbul ve Ankara’da işler, yüksek politikadan, endekslerden, rakamlardan ve birtakım renksiz kokusuz beyanlardan ibaret sanki. İnsan, bütün çıplaklığıyla, kendine en fazla, kanlı, dertli, netameli üçüncü sayfalarda yer bulabiliyor.
Karanlık meselesine geri dönelim. Geçenlerde International Herald Tribune’un “karanlığa müdahale” üzerine yayımladığı bir haberi okuyordum. Biliyorsunuz, Britanya, Batı Avrupa’nın geri kalanından farklı bir saat diliminde yaşıyor. Örneğin Almanya ve Fransa’ya göre bir saat (Türkiye’ye göre iki saat) gerideler ve bazı İngiliz politikacıları yıllardır kendilerini kıta Avrupası’yla aynı zaman dilimine hizalamak için uğraşıyor. Bugünlerde bu mesele yeniden gündemde ve kendilerine has bir zaman dilimini yaşamaktan gayet memnun olanların tepkisini çekiyor. Tasarı, sabahtan bir saatin alınıp akşama eklenmesini (ve bu şekilde daha karanlık bir sabah, daha aydınlık bir akşam yaşanmasını) öngörüyor.
İlgili haberde gazeteciler halkın nabzını tutmak için en kuzeye, İskoçya’nın İnverness kasabasına gitmişler. Öyle görünüyor ki, zaman muhafazakârı İskoçlar bu işe toptan karşı. Birçok renkli yorumun yanında, Inverness’te doğup büyüyen bir adamın, beyaz eşya satıcısı 63 yaşındaki Robin MacDonald’ın bir yorumu özellikle dikkatimi çekti. MacDonald çocukluğunu, karanlıkta uyanıp okula gidişini ve yine karanlıkta okuldan dönüşünü hatırlıyor ve karşısındaki gazeteciye şunları söylüyor: “Şapkanın içi kadar karanlıktı hava”
Bu ifadeye bir Turgut Uyar şiirinde de rahatlıkla rast gelebiliriz. Özgün, rafine ve her şeyden önemlisi insanca… Rakamlar, istatistikler bir kenara, bütün mesele bir çırpıda özetleniyor. Sonuçta neden gazete okuyoruz ki? Yüksek siyaseti beylik cümlelerle tartışmak için mi sadece?
Bana gelirsek: Tez elden bir şapka alacağım ve Amsterdam’ın karanlığını onunla ölçmeye başlayacağım.
Fotoğraf: B. Katz (Flickr)
bisikletin mutlulukla bir ilgisi olmalı
Hiç bu kadar karı bir arada görmemiştim. İstanbul’a üç senede yağan kar, Cuma günü Amsterdam’a üç saatte yağdı. Klişe bir ifadeyi kullanmaktan kendimi alamıyorum. Nasıl derler, kanalların üzeri yavaş yavaş “beyaz bir örtüyle” kaplandı.
Şehrin ahalisinden yapabilenler, kar bastırınca işi gücü bırakıp evlerine koşturdu. Burunlarını dışarıya uzatmak istemiyorlar. Uzattıklarında da, bize garip geliyor ama, bisikletlerinden inmiyorlar. Bu karda buzda bisiklet? Ben yürümekte bile zorlanıyorum!
İşin sırrı burada zaten. Algemeen Dagblaad (AD) gazetesi geçen hafta içinde “Hollandalıların boşuna ‘dünyanın en mutlu insanları’ sayılmadığını” yazdı. Bura halkı ulusal mutluluk araştırmalarında hep yüksek skor çıkarıyor. Sebep tüm zamanların “en iyi ikincisi” futbol milli takımı değilse, başka bir şey olmalı. Zaten öyle. AD’de yer alan araştırmaya göre iki teker, bir gidon ve bir sele mutluluğa yetiyor. Bisiklet sürmek insana özgür ve bağımsız hissettiriyor. Üstelik sağlıklı ve ucuz da. Hem, bisiklet kullananlar trafik stresine de katlanmıyor.
Herhalde bu yüzden kardı kıştı demeyip sürüyorlar. Hakkını veriyorlar bisikletin.
Fotoğraflar: Aslıhan Tümer
amsterdam konuşması en güzel felemenkçe
Wim Sonneveld... Yeni Felemenkçe öğretmenim. Ben doğmadan beş sene önce ölmüş ama teknoloji sağolsun bu durum bana öğretmenlik yapmasına engel değil. Youtube'da tesadüfen şarkılarıyla karşılaşmadan önce Hollandalılar'ın konuştuğu dili yani Felemenkçe'yi sert ve pürüzlü bir dil olarak görüyordum. İşitiyordum yani. Ama aynı Felemenkçe bu adamın dilinde kadife kıvamına geliyor.
Sonneveld, Hollandalılar'ın en büyük şarkıcılarından. Esas alanı kabare. Ama şansonlarıyla da çok ünlü. Tertemiz (!) bir Felemenkçe'yle söylüyor şarkılarını (o kadar ki dinlerseniz siz de ne dediğini anladığını zannedebilirsiniz, tabii aranızda bu dili bilen varsa, terbiyesizlik yapmak istemem.)
Neyse onun yönetimi altında (yani şarkılarını ezberleyerek) Zeki Müren-Erol Evgin kırması bir Türkçe konuşur gibi konuşacağım bu dili. Daha pürüzlü lehçeyle konuşanları yakarım. Hem ne diyordu Ziya Gökalp: Amsterdam konuşması en güzel Felemenkçe!
Aşağıdaki videoda Sonnerveld'in şimdiye kadar dinlediğim en güzel şarkılarından biri var: Aan de Amsterdamse Grachten. Yani "Amsterdam'ın kanallarında." Böyle sıcacık, tatlı tatlı akıyor... Gecenin melon şapkasından, mutluluğu arayanlara gelsin!
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...
-
The Village from Pedro Sousa | visuals on Vimeo . Arkadaşlarım bir bir tatile gidiyor. Öyle tatil köyü, otel motel sevmiyorlar. Küçücük kö...
-
Dağ başında bir bakkal dükkânı. Muz ve incir tezgâhlarının yakınında. Dışarısı kavruluyor, içeride klima serinliğinden burnunu çıkarmak iste...
-
Ken Loach'un son filmi 'Old Oak'unu daha seyredemedim, gerçek anlamda son filmiymiş meğer. 87 yaşında. Kendisi açıklamış. Aslınd...
-
Devlet para arıyor. Dönüyor dolaşıyor parayı aynı yerden, aynı kişilerden alıyor. Bir hayrım dokunsun, edebiyat tarihinden bir ‘inovasyo...