Yazmak zor. Gerçekten zor. Burada böyle çalakalem (çalaklavye?) yazmak bile zor bazen hatta. Başlamak, devamını getirmek, anlamak, kendine izah edebilmek, sindirmek…
Oturup bir roman yazmak hele… Yeni bir fikir bulup (her zaman değil elbette), ondan bir dünya yaratmak.
Art arda yayımlanan iki kitap, hem bunları hissettirdi hem de iyi geldi bana.
Murat Gülsoy’un ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’i ve Daniel Pennac’ın ‘Bedenin Güncesi’… Tuhaf bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlar.
Gülsoy, kitabın hemen başında, yazının piri Borges’e gönderdiği sitayiş ve sitem dolu mektubunda, “ya her insan hayatını tek bir kitabı mükemmelleştirmeye adasa ve o kitap da yazarı ancak öldükten sonra yayımlansa” derken, Pennac’ın kitabı tam da bunu yapıyor. Hayatını tek bir eseri, kendi eserini (kendi bedenini) mükemmelleştirmeye adayan ve onu yaşayan, onu yazan bir adamın ‘bedeninin’ güncesi o öldükten sonra ortaya çıkıyor.
Yazmak zor. Bazen okumak da. Böyle güzel sürprizler o ‘tık’ sesi etkisini yapıyor ama. Her şey yerli yerine oturuyor bir an. Yetiyor bu.
Gülsoy’un mektubundan uzunca (unutmadan, kitap bambaşka bir yöne gidiyor sonra), Pennac’ın güncesinden orta karar bir alıntı… Buraya dek sıkılmayanlar için…
---
“ (…) Platon’un düşüncesini takip ederken kendilerini yepyeni bir âlemde bulan insanların yaşadığı şehir devletinin hikâyesidir bu. Yazı yalancıdır, yanıltır, demişti filozof, tıpkı duvarlarda asılı resimler gibi canlı görünürler ama onlarla konuşmaya çalışırsanız size cevap vermezler. Yazmayı önce ayıp saymaları bu öğretiye bağlılıklarındandı. Ama ayıp sayılan, gizlenen her şey gibi yazı da kutsallaştı o ülkede. Gündelik yaşamın içinden kovulup öte tarafa geçti, bilinmeyenin ölümden sonranın alanında kendine yer buldu. İnsanlar özgür kedilerin dolaştığı parke taşlı sokaklara bakarak tüllerin ardından, yalnız başlarına yazdılar hayatları boyunca. Gizli gizli. Hayatlarının kitabını yazdılar. Yaşamak yazmaktı asıl. Ama gizli, görünmeden. Herkesin bildiği, birbirinden gizlediği bir ikinci hayat. Kaçınılmaz son gerçekleştiğinde yakınları bulup çıkardılar yarım kalan kitapları. Ölüm her zaman yarıda bırakandır. Bunu bildiler, söylemediler, sessizce ölülerini gömdüler. Cansız beden mezara girerken elyazmalarını baskıya verdiler. Kitap insanın ölümden sonraki uzantısı, bir ölüm nesnesi. Ancak senin yazdıklarında rastlanabilecek bu garip kentin kütüphanelerinde her kitabın her yazarın tek kitabının olması da bir tesadüf değildi. Tek kitap. Tek hayat. Tahmin edebileceğin gibi, onların dilinde ‘ölü’ ile ‘yazar’ birbirinin yerine kullanılan sözcüklerdi. Elbette ‘yaşayan’ ile ‘okur’ da aynı sözcükle ifade ediliyordu. Böyle bir kentte yaşadığını hayal edebiliyor musun sevgili Borges? Hayatını mükemmelleştirmeye adadığın o tek kitabın okurlarına ulaştığını asla görmeden ölüp gideceğini bilerek yine de yazmak nasıl bir deneyim olurdu? Belki de müthiş bir özgürlük sağlıyordu kişiye. Bu hikâyeyi bulan tarihçinin belirttiği üzere sağlığında pek de fark edilmeyen sıradan insanlar öldükten sonra kitaplarının yayımlanmasıyla birlikte ünlenebiliyor, yakın çevrelerini şaşırtabiliyorlardı. Sıradan bir tüccarın ya da basit bir çiftçinin yazdıklarındaki olağanüstü derinlik ya da akıl almaz dil ustalığı okurların bir başka deyişle yaşayanların insana dair inancını pekiştiriyordu. Böyle bir kitap yayımlandığında insanlar dünyanın gidişatından duydukları endişe ve kaygıları bir tarafa atarak umutla doluyor; yaşamak denilen mucizenin bir kez daha farkına varmaktan dolayı kendilerini şanslı sayıyorlardı. Tıpkı meleklerin ete kemiğe bürünüp göründükleri eski zamanlarda insanların hissettiği biricik olma duygusuydu bu. Şimdilerde kimsenin hatırlamadığı… Bazen de tersine, yaşarken çok önemli ve saygın bilinen kimselerin aslında ne kadar kısır, yüzeysel ve kaba saba dünyaları olduğu ortaya çıkıyor ve yakınlarını utandırıyordu.”
Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet - Murat Gülsoy
---
“ (…) Olay şu ki, insan, bedenine dair her şeyi öğrenmek zorunda: Yürümeyi, sümkürmeyi, yıkanmayı öğreniyoruz. Bize gösterilmeseydi bunların hiçbirini yapıyor olmazdık. Başlangıçta, insan hiçbir şey bilmiyor. Hiç ama hiçbir şey. Hayvanlar gibi bön. Öğrenilmeye ihtiyacı olmayan şeyler: nefes almak, görmek, duymak, yemek, işemek, sıçmak, yatmak ve uyanmak. Dahası var! Duyuyoruz ama dinlemeyi öğrenmek gerekiyor. Görüyoruz ama bakmayı öğrenmek gerekiyor. Yiyoruz ama tabağındaki eti kesmeyi öğrenmek gerekiyor. Sıçıyoruz ama lazımlığa yapmayı öğrenmek gerekiyor. İşiyoruz ama ayaklarımıza işememeyi öğrendikten sonra ileriye nişan almayı öğrenmek gerekiyor. Öğrenmek, her şeyden önce bedenine hâkim olmak demektir.”
Daniel Pennac - Bedenin Güncesi (Çeviren: Dilan Kırat)