karanlık çöker mi yükselir mi?

Margaret Atwood’dan ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nü okumaya devam… Okudukça askerlik günlerim geliyor aklıma. Her şey standartlaştırılmış ve kurallara bağlanmıştır. Sınırlar bellidir; sınır dışına çıkanların başına gelecekler bellidir. Ne yapıyorsan komutanlara görünmeden yapman gerekir; zaten askerlik faaliyeti dışında komutan için ‘görülmez’ birisin. Erler kendi aralarında başka tür bir kıdem, tahakküm ilişkisi kurar; koşulları daha da ağırlaştırırlar. Kimisi yaltaklanır… İnsan kendi kendine çok ağır bir zincir vurmayı her nasılsa becermiştir. Bir yandan da düşününce türümüzün en iyi becerdiği şey bu. Tahakküm! 
Damızlık Kızın Öyküsü, karanlık, umutsuz bir dünyayı anlatıyor. Üstelik günümüz dünyasına hiç uzak olmayan bir distopyayı… Bu yüzden daha da yürek burkuyor. Bir önceki post’ta anlattığım ‘Kayıp Hasta’yla üst üste okumak belki bendeki sıkıntıyı derinleştirmiştir. Hele görünüşe göre Suriye ordusunun İdlib’de çoluk çocuk demeden onlarca insanı kimyasal silahla katlettiği bir günün ertesinde… İnsanın kötülüğünün sınırı yok. Dünyanın her tarafında parça parça bu kötülükten, karanlıktan var; birleşiyor, kocaman oluyor… İçimize çöküyor; üstümüzde yükseliyor… Bu arada Margaret Atwood da kitapta başlıktaki soruyu soruyor: 
“(…) Karanlık çöküyor. Ya da çökmüş. Güneş gibi yükseliyor demek yerine neden karanlık çöküyor denir. Oysa doğuya bakarsanız, günbatımında, karanlığın çökmek yerine yükseldiğini görebilirsiniz; ufuk çizgisinden yukarı, bir bulut örtüsünün ardındaki kara bir güneş gibi gökyüzünde yükselen karanlık. Görünmeyen bir ateşten çıkan duman gibi, ufuk çizgisinin hemen altında ateşten bir hat, orman yangını ya da yanan bir kent. Ama gene de karanlık çöküyordur belki, çünkü ağırdır, gözler üzerine çekilen kalın bir perde.”
Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood, (Çeviren: Sevinç Altınçekiç, Özcan Kabakçıoğlu)


bugün bir distopyaymış meğer

Devasa bir hastanenin katları arasında dolaşıp duran, gerçeklikle ilişkisi yavaş yavaş kopan ve ‘kim’ olduğuna cevap aramaya başlayan bir hasta… Onu yavaş yavaş ele geçiren, kimliksiz bırakan bir hastane… Bir görünüp bir kaybolan ama her zaman şüpheli davranan doktorlar, görevliler, diğer hastalar… Her şeyi, her anı, her davranışı belleğine kaydeden, analiz eden, yorumlayan ve sonuçlar çıkartan bir sistem… En güzeli de, kendi başına, bağımsız bir alan olarak kalan tek yer, rüyalar… 

Mehmet Açar, ‘Kayıp Hasta’da sıkıntılı, tekrara düşmeye, başkalarına benzemeye çok müsait bir konuda tıkır tıkır işleyen bir düzenek kurmuş; çok iyi bir roman çıkarmış. Uzun yıllar önce yayımladığı, Tarkovski ve Borges sularında gezen ve bence bir mücevher gibi üstüne titrememiz gereken ‘Siyah Hatıralar Denizi’nden sonra, bu defa Kafkaesk ama yine de kendine özgü bir roman yazmış. 

Bu dünyaları kurmak başlıbaşına bir iş… Ama esas iş bu kitapta bence başka yerde. Hikâye yavaş yavaş açılırken, özgürlükçüleriyle, vesayetçileriyle, muhafazakârları, liberalleri, şüpheli örgütleri, casusları, sürekli el değiştiren hastane yönetimi ve sonunda kendi için çalışmaya başlayan benzersiz ‘Sistem’iyle günümüz Türkiyesi’ne giriyoruz. Hafızasını kaybetmiş ya da hafızası ona özenle kaybettirilmiş bir hastanın gözüyle bakınca, can acıtıcı bir meseleyi anlıyoruz: Bugün dediğimiz distopyaymış meğer! 

Hüner bu sıkıntıyı anlatabilmekte zaten. Anlamaksa bir başka dert…

gazetelere konu olmayan insanlar

Yaşardık, her zamanki gibi, aldırmadan. Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir, üstünde çalışman gerekir. 
Hiçbir şey bir anda değişmez: Derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz. Elbette gazetelerde öyküler vardı, hendeklerde ya da ormanlarda bulunan cesetler, ölesiye dövülmüş ya da sakatlanmış, eskiden dedikleri gibi saldırıya uğramış; ama bunlar başka kadınlar hakkındaydı ve bunları yapan erkekler başka erkeklerdi. Hiçbiri tanıdığımız erkekler değildi. Gazete öyküleri bizim için rüya gibiydi, başkalarının gördüğü kötü rüyalar. Ne korkunç, derdik, öyleydiler de, ama inanılır olmaksızın korkunçtular. Aşırı melodramatiktiler, bizim hayatımıza ait olmayan bir boyuta sahiptiler. 
Gazetelere konu olmayan insanlardık biz. Baskı kenarlarındaki beyaz boş alanlarda yaşıyorduk. Bu bize daha çok özgürlük veriyordu. 

Öyküler arasındaki boşluklarda yaşardık. 

Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood, (Çeviren: Sevinç Altınçekiç, Özcan Kabakçıoğlu)

her türlü kuşkunun ötesinde


Daha önce haberdar olmadığım muazzam bir film: Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Vatandaş Üzerine Soruşturma. İtalyan yönetmen Elio Petri, 1970’te çekmiş. Gian Maria Volonte büyüleyici oynamış. 

Adam suçlu. Sevgilisini canice öldürüyor. Ama polisin iz sürebilmesi için ardında kanıtlar bırakıyor. Bile isteye. Dahası, suçlu olduğunu dağa taşa ilan ediyor.

Bir küçük detay var yalnız. İz sürecek kişi de o. Adamımız Roma Emniyeti’nin cinayet masası şefi. Kelimenin tam anlamıyla da bir faşist. Bir Hitler, Mussolini replikası… Toplumun ahlak erozyonuna uğradığını savunuyor. Çözümüyse, toplumu yozlaştıranların, ötekilerin, sisteme muhalefet edenlerin, farklı olan herkesin tutuklanması,dövülmesi, bastırılması… Sistemin içindeysen, ‘saygınsan’, sorun yok. İstediğin yaramazlığı yapabilirsin. Her türlü kuşkunun ötesindesin. 

Hastalıklı bir ruh halini anlatıyor film. Suçlu olduğu bunca aşikâr birinin görmezden gelinmesi, taltif edilmesini, omuzlara alınmasını anlatıyor… Suç, kimin işlediğine bağlı olarak tanım değiştiriyor. Öyle ki “Ben suçluyum” diye bağırsan bile dönüp bakmıyorlar sana. “Hayır değilsin tabii ki” diyorlar. Kırmızı ışıkta geçebilirsin, hasımlarını itip kakabilirsin, hatta öldürebilirsin. Suçlu her zaman 'öteki'lerdir. 

Tanıdık bir duygu bu. İçine gömüldüğümüz balçık. Ne kadar yıkansak da kokusunu gideremiyoruz. 



PS: Film tüm güzelliği bir yana, sırf Ennio Morricone’nin müziği için bile izlenir. 

mutluluk apartmanı, peter cat ve killing commendatore




1. 
Kadıköy’de bir apartman: Mutluluk Apartmanı. İsmini koyanlar ne zarif insanlarmış... Zaten sokak ve apartman isimlerinde (hatta köylerde) rutinin dışına çıkıldıkça tatlılaşıyor dünya. O isimlerin hikâyesini merak ederiz hep. Mesela Cihangir’deki Sormagir Sokak... Ama ben o isimleri koyanların hikâyesini de önemserim. Nasıl insanlardı, nasıl dönemlerdi, nasıl ruh halleriydi?
2. 
Lise öğrencisi iki genç kız... Sokak müzisyenlerinin önünden geçerken biri kutuya bozukluk fırlattı, durmadan geçti... Diğeri biraz mahcup, durakladı, eğilip bıraktı avucundaki parayı. Müzisyenler ardından bakakaldı ilk kızın.
3.
Haruki Murakami’nin Japonya dışındaki en ciddi hayranları Güney Kore’dekilermiş. Seul’de yaşayan gazeteci Colin Marshall, Los Angeles Review’deki blogunda ayrıntılarıyla anlatıyor. İngilizce’de (ve Türkçe’deki) çevirilerine oranla çok daha fazla eser var Korece’de. Bilmediğimiz hikâyeleri, Türkiye’yi de kapsayan seyahat yazıları, caz müzisyenleri üzerine portreleri, viski güzellemeleri vs... Koreliler, Japonca’da çıkan ne varsa hemen çevirip okuyor. Dahası, yazarı o kadar seviyorlar ki, Murakami’nin yazarlığa başlamadan önce işlettiği caz kulübünün adını taşıyan bir kafe (Peter Cat) bile açılmış Seul’de (Bir de, yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz üzere 1Q84 isimli churro’cu var).
 4.
Aynı yazıdan öğrendiğim bir başka şey: Yazarın yeni kitabı ‘Killing Commendatore’ Japonya’da birkaç hafta içinde yayımlanacak. 
Fotoğraflar: Colin Marshall'ın blogundan

tam bizim otelliktir


Tam bizim otelliktir
Sanırım elbisesiyle yatar, ayakkabılarıyla
Sabah olunca erkenden kalkar
Ve kalkar kalkmaz başlar içmeye, doğrusu pek anlayamam
Uçak saatlerini sorar, lüks lokantaları sorar bir de
Pek anlayamam
Şu var ki, kendiyle eğlenir gibi sorar
Elinde vapur tarifeleri, kataloglar
At yarışı listeleri
Yanaşır pencereye, ışığa tutar birer birer hepsini
- Otel her zaman loştur -
Bakar bakar bakar.

Michelangelo Antonioni - Edip Cansever










senenin güzeli

Meslekte ilk göz ağrım, hâlâ en sevdiğim, dergiler… Kim ne yazmış, nasıl kapak yapmış, bu sene çok ilgilenemedim. Biraz vakit arındırıp, telafi etmeli. 

Yine de 2016’ının en sevdiğim kapağını söyleyeyim, yıl biterken. 

Bu ağır seneyi anlatacak ne çok şey var ama hiçbirine girmeyeyim şimdi; New Yorker’ın Aralık başındaki kapağına gidelim. Sakin, huzurlu, gösterişsiz, komik… Bu seneyi böyle kapatalım. 

“Ben hayvanlarla büyüdüm” diyen Peter de Sève’in işi bu. İsmi 'Rat Race' (Resimdeki fareyi kullanarak kelime oyunu yapıyor; bu ifadenin 'modern yaşamın hayhuyu, hengamesi içindeki rekabet' gibi Türkçe'ye tam çevrilemeyen bir karşılığı var). Dergiye çizdiği kırkıncı kapakmış. Öncekilerden bir kısmı aşağıda (Şimdi fark ettim; içlerinden birine daha önce bu blogda yer vermişim zaten). 

Not edelim: Bu sayıdaki Pedro Almodovar makalesi de enfes. Bu linkten okuyabilirsiniz.  






ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...