i need jesus in my life

Yağmur yeniden bastırınca kaldırımın saçaklı tarafına yanaştım. Yanaşmaya çalıştım desem daha doğru. Gelişigüzel park edilmiş bisiklet kalabalığı ve onların hemen yanında kendi bisikletini anlamsız bir direğe bağlamaya çalışan genç bir adam yürümeyi zorlaştırıyordu. Yanından fazla yakın geçmiş olmalıyım ki bir türlü halledemediği zincir bağlama işinden kafasını kaldırıp yüzüme dik dik baktı. Ayıp olmasın diye şöyle hafif ve medeni bir baş selamı verdim; yoluma devam ettim. 

Arkamdan 'Hoop birader'in Hollandacası neyse onu söyleyerek seslendi. Döndüm. Dili bilmediğimi söyledim. 

Doğrudan İngilizce’ye geçerek mevzuyu beklemediğim yerden açtı: 

- Seni dün gece Red Light’ta gördüm, değil mi?

Eh, görmemişti. Güldüm. 
- Görmedin!
- Emin misin görmediğime?

Sabahı geçmiş, öğleyi de devirmiştik çoktan. Ama abinin gözlerinin beyazı fazla belirgindi. Uzun bir gece geçmişti belli ki. Film bir yerde kopmuştu da nerede, nasıl?

- Eminim ama illa "gördüm" diyorsan sorun yok!

Bir-iki saniye durdu. Mevzunun beyhudeliğini anladı ve güldü. Aslında beklemiyordum bu kadarını. Demek ki filmi kopan yere yapıştırma gücü de vardı. Eh, hiç yoktan iyidir. 

Ama bu mevzuları asla bilemezsiniz. İşte, buyurun:

- Eve gitmeye korkuyorum dostum.

Ben fark etmemiştim ama aramızda bir arkadaşlık kurulmuştu belli ki. Ne ara? Yoksa Red Light’ta mı! Neyse ne, madem hukukumuz var, dostça bir tavsiye vereyim, dedim. 

- Hiç korkma kardeşim, eve git, işin yoksa vur kafayı yat…
- İşte mesele de o. Kız arkadaşıma ne diyeceğim, bilemiyorum.  En son dün akşam konuştuk. Sonrası yok.

Kimbilir ne konuştular. Ne denir şimdi? Ciddi ciddi düşündüm bunu: Ne denir sahiden! Bulamadım. “Bu mevzu beni aştı” der gibi bakakalmış olmalıyım ki, benim evhamlı yeni dostum, aşağıya tercüme etmeden yazacağım (çünkü orijinal hali daha havalı) şu cümleyi sarf etti: 

- I need Jesus in my life… 

Sonra da beni bırakıp tekrar zincirine döndü.   

bir yerde enerji yoksa kurnazlık vardır

Yıllar yıllar önce ‘Limonata ve rafadan yumurta’ başlıklı bir köşe yazısı kaleme almış Çetin Altan. Ama ne yazı…Ya ezberlemeli ya da çerçeveletip duvara asmalı; öyle güzel. Çetin Altan’ın neden büyük yazar olduğunu gösteriyor. 

Aşağıda minik bir parçası var; tamamı şurada… 

"(...) Yaşam sevgisi bir kültürdür. Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi...
Bu sevgi ya vardır, ya yoktur.
Böyle bir sevgi pekişmemişse; orada insanlar, ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı bir aşka, ne keyifli bir yücelmeye fazla kulaç atamazlar...
Kafası yarım kesik bir horoz gibi, çırpınır, bunalır, önüne geleni suçlar; ne istediğini, ne aradığını, daha doğrusu ne halt edeceğini bir türlü tam kestiremez ve kendilerini de, canım yaşamı da ziyan zebil ede ede, sönüp giderler.
Yaşam sevgisi; enerjinin, yaşam zevkini kuşaklar boyu ortaklaşa yoğurmasından oluşur.
Enerji yoksa, orada sadece kurnazlık vardır. Kurnazlık da, yaşam sevgisiyle yaşam zevkinin en amansız cellatıdır."

usta

Şu dünyanın görüp görebileceği en güzel insanlardandı Ursula K. Le Guin. Ne şanslıyız ki onun devrinde yaşadık. 

bir varmış bir yokmuş

Birisi oturmuş, sözcükleri bir araya getirmiş. Üşenmemiş, utanmamış, çalışıp bir kenara yığmış onları. Kışlık odunları, terle emekle istifler gibi. 

Birisi ormanda yürümeye çıkmış. Gördüklerini anlatmış. İşte bir çiçek nasıl açar, bir kuş nasıl uçar, rüzgârın kokusu neye benzer… Masal kumaşı işte.

Masasında kalmış birisi. Ama dünyayı merak etmiş. Bir küçük hamlesiyle dokunmuş merak ettiği dünyaya. Girmiş kapıdan. 

Birisi ötekini bulmuş. Göz göze gelmişler. Tamam. 

Birisi ötekine omuz olmuş, hafiflemiş yük. Acı yine durmuş ama hafiflemiş yük. Su akmış yolunu bulmuş.  

Küçük şeyler bunlar. Hakikaten küçük şeyler. Dünyayı bunlar var ediyor diyorlar ya, doğru. Yok etmeye çalışanlar hep daha çok, hep daha güçlü, hep daha kurnaz. Bu da doğru. Ama birbirlerine benziyorlar. Var edenler hep kendileri gibi. O kadar küçükler ki. Hakikaten küçük şeyler. Gözden kaçıyorlar. Ama nasıl güzeller.

bir şehrin sokaklarını hatırladığında

Yıllar önceydi. Amsterdam’da Spui Meydanı’nda bir kafede, yedi göbek Amsterdamlı* bir arkadaşımla oturmuş çene çalıyorduk. Kahvesini içerken, “Beni buraya ilk babam getirdi” dedi; “babamı da babası getirmiş.” Çocuğu olursa, arkadaşım da onu getirecekti. O çocuğun da zinciri devam ettireceğine şüphe yok.

Aile saadeti, bağlar, gelenekler bir yana, bu zinciri mümkün kılan bir unsur var: Amsterdam değişmiyor! 

En azından ‘büyük harfle’ değişmiyor. Kendini yenilemeden, insanlarının yeni hayatına adapte olmadan yaşamak bir şehir için de olası değil elbette. Ama kendi kalarak, kendini koruyarak dönüşmesi mümkün. Üstelik bu hal insanlarına da iyi geliyor. 

Anne babanızla aynı okula gitmenin, aynı sokaklarda dolaşmanın, aynı kafede barda takılmanın, evet, insana iyi gelen bir tarafı var. Bildik bir şarkıyı dinlerken huzur bulmak, hatta onu yıllandıkça daha da sevmek gibi. 

Bizim hiç alışık olmadığımız bir hal bu… Çünkü başta İstanbul, şehirlerimiz, aidiyet hissini bizden aldı. İktidarıyla sermaye sınıfıyla şehrin hâkimleri, bağlarımızın üzerinden dozerle geçtiler. Bir yıl sonra uğradığınız bir sokağı tanımanız bile mümkün değil bazen. 

Dört yıl sonra döndüğüm Amsterdam’ı, bıraktığım gibi buldum oysa. Hiç değişmemiş. Benim gibi burada ancak birkaç yıl yaşamış birinin bile anılarına saygı göstermiş bu şehir. Birkaç dükkânın haricinde her şey aynı. Bir de yağmuru elbette. 

İnsan yaşlandıkça muhafazakârlaşıyor belki. Her şeyin aynı kalmasını istemek belki de dünyanın ritmine ve gidişatına haksızlık etmektir. Ama bu çağda, bu delice değişimden böylesine yorulmuşken, bir eski sokak lambasını, bir sıradan bankı bıraktığınız gibi bulunca, eski bir dostunuza rastlamışsınız gibi geliyor. Geçmişten bugüne salınmış bir çapa…  

* ‘Yedi göbek Amsterdamlı’ yazınca tuhaf geldi, sanki bu ifade sadece İstanbul’a aitmiş gibi.


PS: Fotoğraf yedi yıl önceden geliyor. 

yaşar usta ve mahmut hoca da öldü mü peki?

Dün hem Münir Özkul hem de Aydın Boysan ayrıldı aramızdan. Başımızdan iki büyük birden eksildi. Azalıyoruz. 

Sosyal medyadan bir tür uğurlama töreni düzenleniyor artık, buna da alıştık; benimsedik de. Hele böyle herkesin sevdiği büyükler gidince, devasa boyutlara ulaşıyor tören. Hepimiz bir şekilde katılıyoruz. 

Münir Özkul’un uğurlamasında bir küçük fark var yalnız. Bize göre, giden sadece usta bir oyuncu değil. Tuhaftır, biz Özkul’un tiplemelerinin de öldüğünü kabul ediyoruz. Eğitim-Sen, ilgili tweet’inde öncelikle Mahmut Hoca’ya veda etmiş örneğin. Karşısındaki para babasına “Sen değil ben büyüğüm bennnn!” diye diklenen Yaşar Usta da binlerce tweet’le ayrıca uğurlanmış. 

“Güle güle” dediğimiz bu kahramanlar, gerçek insanlar değil. Onlar, Özkul’un ruh üflediği ‘ideal’ karakterler. Bir düşünün, bizi Hababam Sınıfı’nın varlığına ikna eden Mahmut Hoca’dır. İnek’in, Güdük’ün, Tulum’un, Damat’ın gerçeküstülüğünü Rıfat Ilgaz, babacan ama sert, ‘ideal’ Mahmut Hoca karakteriyle dengelemiştir. Doğrusu, Özkul da Ilgaz’ın yazdıklarının çok üzerine çıkarmıştır karakterini. Gerçek kılmıştır. Tıpkı Ertem Eğilmez sinemasında yaptığı gibi. Komedi unsurlarının içine, hayatın acısını katan Yaşar Usta, tam karnımızı tuta tuta güldüğümüz yerde bizi götürür gerçek hayatın eşitsizlikleri içine bırakır. Ama “Yine de gülün” der; “gülmeyip de ne yapacaksınız.” 

Güleriz biz de; işler ters gitse de sığınacak bir limanın olduğunun rahatlığıyla güleriz. Özkul nasıl yapar bunu? Yüzü mü mimikleri mi vücut dili mi ikna eder bizi? Bir toplumsal gerçeği, ancak en iyi aktörlerin yapabildiği gibi gibi, çok basit ve naif bir şekilde yansıttığı için mi etkileniriz? İyi ve sahici insanların bir gün mutlaka mazlumların tarafında yer alacağına, zalime karşı duracağına, çıkarsız seveceğine, karşılık beklemeden yardım edeceğine inandığımızdan mıdır bu rahatlığımız?


İşte sırf bu yüzden boğazıma takılan, içime oturan bir şey var. Dün itibariyle biz, Yaşar Usta'nın, Mahmut Hoca’nın ve çağrıştırdıkları tüm bu şeylerin öldüğünü de kabul ettik. Ya da belki onlar çoktan ölmüştü de biz yeni idrak ettik. Peki şimdi bu kadar rahat gülebilecek miyiz?

dünyanın en güzel şehri

Geçen hafta Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer ile sohbet ederken, ona dünyanın en güzel manzaralı müzesinin neresi olduğunu sordum. Aklımda bir cevap vardı ama gezegendeki neredeyse her kayda değer müzeyi gezmiş birisi olarak onun cevabı çok daha önemliydi. Uzun uzun düşündü. Sonra tahmin ettiğim cevabı verdi: Burası… Emirgan’ın en avantajlı yerinde, hafif tepede, Boğaz’a hakim Atlı Köşk’teki müze idare binasında oturmuş, gözümüzün önünde giderek daha da esrarlı bir hale gelen sisli İstanbul manzarasına bakarak konuşuyorduk. Burasıydı işte. Başka neresi olabilirdi ki? 

Böyle çok örnek var. Dünyanın en güzel vergi dairesi nerededir mesela? Yine burada, İstanbul’da elbette. Vergi toplamak için Büyükada’da denize sıfır köşkten daha iyi bir bina bulabilir misiniz? Sonra okullar… Tarabya’daki Marmara Kamu Yönetimi, Beşiktaş’taki Galatasaray Üniversitesi… Liseler, emniyet müdürlükleri, bilimum devlet dairesi… İstanbul’da olmanın o muazzam avantajını kullanan neredeyse her bina. 

Bunları şunun için söylüyorum: Dünyayı gezip bitirmedim ama İstanbul’dan güzel bir şehir de görmedim. Benden daha çok gezenlerin çoğu da böyle düşünür sanırım. Her gün geçtiğim Eminönü kalabalığının (‘keşmekeş’ daha da doğru bir kelime) ortasında hep aklıma gelir: Dünyanın başka bir köşesinde yaşıyor olsaydım yine de hep İstanbul’a gelmek isterdim. Bu rahatlık, bu kendini bırakmışlık, bu teklifsizlik tam bana göre. Hem hangi şehirde böyle bir Boğaz var? Vapurlar, martılar nasıl bu kadar zahmetsizce bir şehrin karakterine yansıyabilir?

Keşke şehrin biraz daha hakkını veriyor olsaydım. Keşke hepimiz bu şehre göre yaşasaydık. Yaşam gailesinde gözümüzün önüne inen sis perdesi, İstanbul’un o bulunmaz sisini görmemize engel olmasaydı. 

Güzel İstanbul’umdan yine ayrılmak üzereyken onu şimdiden özlemeye başladım işte. Çünkü kabul etsek de etmesek de, hakkını versek de vermesek de burası dünyanın en güzel şehri. 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...