Dersim’in bir köyünde büyümüş bir arkadaşım var. İlk tanıştığımızda, memleketinden geleli bir-iki sene olmuştu. Sessiz sakin, derin bir çocuktu. Sormadıkça konuşmazdı. Uzun zamandır görmüyorum ama hâlâ da öyledir, eminim.
Yıllar evvel bir gün, bana seksenlerde geçen çocukluğunu anlatmıştı. Çocukluğunun gecelerini.
Tahmin etmesi zor değil, o zamanlar köylerinde elektrik, su yokmuş. Doğru dürüst yol da yokmuş. Yazın sohbet muhabbet bolmuş da kış geldiğinde, her evin penceresi önünde diz boyu kar biriktiğinde, tüm köy içine kapanırmış.
Hele akşam çöktüğünde.
“Ne yapardınız” diye sormuştum.
“Otururduk”, demişti. “Hiçbir şey yapmazdık. Yapacak hiçbir şey yoktu.”
“Ee ne bileyim, hiç konuşmuyor muydunuz?” İdrak edememiştim daha.
“Konuşacak şey kalmazdı ki. Ne konuşacaksın? Yemeğimizi yerdik. Otururduk sessiz. Dışarıyı dinlerdik. Rüzgâr, tipi…”
Susarlarmış. Böyle anlattı. Hepsi önüne bakarmış. Düşünürlermiş. Hava yavaş yavaş kararır, gece simsiyah çökermiş. Arada en fazla bir iki cümle. Dışarıda fırtına…
Yatar uyurlarmış.
“Ben kimseye o sessizliği anlatamam” demişti.
Bugünlerde herkes evde kapalı kalmaktan şikâyetçiyken, arkadaşım aklıma düştü. Evindeyse yine sessiz, şikâyetsiz oturuyordur. Düşünüyordur.
Rüzgârı dinliyordur.