ruhlar, kendine benzeyen ruhları gördüğünde...

Yaşlı bir adamı dinliyorum. 


Birkaç basamak merdiveni güç bela ama vakarla tırmandı ve şimdi çevresindeki kalabalığa elindeki mektubu okuyor. İçinde bulunduğumuz küçük salonu sarmalayan, güçlü ve tok bir sesi var. Kendini dinletmeye alışmış bir adamın emin sesi. 


İlk defa gördüğüm, şu an dinlerken adını dahi bilmediğim bu adamda ne var? Neden kendimi ona yakın hissediyorum? Neden bu adamı yıllardır tanıyor gibiyim? Esprilerine neden sanki detaylara zaten hâkimmişim gibi benimseyerek gülüyorum?


Bazen oluyor. Böyle oluyor. Neden oluyor?


Ruhlar, kendilerine benzer ruhları görünce parlıyor. Bir edebiyat dinletisinde elindeki mektubu okuyan adamı, başkalarını değil onu, zaten tanıdığınızı birdenbire anlıyorsunuz. Ya sokakta yanından geçip gidiverirken size hafifçe selam veren o kadın? Bankta oturmuş kitap okuyan ve sigara içen, sadece sırtını gördüğünüz o genç kız? (Başka bir evrende siz de tam o saatte, o bankta oturur, o sigarayı içer, o kitabı okurdunuz; kitabın ne olduğunu bile az çok bilir gibisiniz.) Restoranda birdenbire bir yerlerden bir defter çıkarıp notlar alan genç adamı da tanıyorsunuz. İkide bir ciddiyetle gözlüğünü düzelten çocuğu da…


Bazen birbirimizi tanıyoruz. Anlıyoruz tanıdığımızı. Karşılaştığımızda… Dikkatle baktığımızda…


Yaşlı adam merdivenden inerken yanına gidip her günkü muhabbetimize başlamamak için kendimi zor tutuyorum. 


Yeni radyocu, yetenek denen bıçak, duramayan erkekler ve yazı dükkânları...

1.

Ofisimin bulunduğu mahalleye bir radyocu açılıyor... "Yakında" diyorlar.

Bir radyo dükkânı. Podcastçı... "Mahallenin sakinlerine, işletmecilere, şakacılara, belalara, ünlülere, sıradanlara ve kaçıklara" yolda olduklarını ilan etmişler.

Gelsinler. Dünyaya bir radyo dükkânı daha açılsın.


2.

Attila İlhan’ın Şişli’den Taksim’e, aynı rota üzerinde, her gün yürüdüğünü okumuştum da (duymuş muydum yoksa) işin sırrı buymuş gibi gelmişti. Sır falan yok tabii, yetenek meselesi ama yeteneği de hiç durmadan bilemek gerekiyor. 

Tutsan kendi elini kesecek bir bıçak kadar keskinleşmeli yetenek. 



3.



Fotoğraf bakarken gözlerimi yakıyor...


Ellerini bir yere koyamayan bir erkek duruşu var. Koltuk altlarına önce dürülü bir gazete sıkıştırılmış; sonra gazete çekilmiş de koltuklar yerinde kalmış gibi. Fazla erkek bir duruş. Fazla erkek de değil, alfa bir erkek olmaya öykünüyormuş gibi bir duruş. Bir şey olunduğu da yok tabii...


İnsanlar altmışlı yıllarda mesele böyle durmuyorlar. 



4.


Radyocu dükkânları demişken... Yazıcı dükkânları da açılsın. Bir tanesini de ben açayım. Oturup gelip geçeni seyrederek yazayım. Gelip geçen de beni seyredebilir. Hiç fena bir alışveriş değil bence.

yeni oryantalistler, milyon taşı ve bir kepenk

 



1.


Sultanahmet’te o kadar az Batılı turist var ki… Her gittiğimde daha da az görüyorum. Bu hızla azalırlarsa, yakında bir gün, 150 yıl evvel olduğu gibi, İstanbul’a tek tük gelen Batılılar, oryantalist seyahatnameler ve romanlar yazacak. Büyülenip İstanbul’da kalan birkaç kişinin adını da semtlere vereceğiz. 




2.


Türk turist de pek yok. Sultanahmet’i, Çemberlitaş’ı birkaç gün boyunca yukarı aşağı yürüyüp durdum, bizim milletten pek kimse göremedim. Daha birkaç yıl evveline kadar, buralar da, İstanbul’un her yeri gibi evvela yerel halkın gezme alanıydı. Üniversite ve lise öğrencileri, hem birbirlerine hem gördüklerine hayran sarmaş dolaş sevgililer, civar şehirlerden gelenler, aylaklar… Hayır, hiçbiri yok. Hepsi çekip gitmiş gibi. İranlı, Arap, Rus, Japon ve çoğunluğu İspanyol tek tük Batılı turistin arasında tek bir Türkçe muhabbete şahit oldum. Bir baba, “Peygamber efendimizden bile evvel inşa edilmiş” diyerek, sekiz on yaşlarındaki oğluna Ayasofya’yı gösteriyordu. Bir an için durdular; herkesten her şeyden eski görünen Ayasofya’yı, bir tür huşuyla seyrettiler. 



3. 


Oralara ne zaman gitsem gözlerim Milyon Taşı’nı arar. Dünyanın orta yerinde bin küsur yıldır duran bu taşı görünce, hem içimdeki hem etrafımdaki akışın sakinleştiğini hissederim. Taşın olduğu alan bir süredir tadilatta. Yine öyleydi. Bu biçimsiz, eğri büğrü, inşaat artığına benzeyen taşın Milyon Taşı olduğunu söyleyen hiçbir tabela da yoktu ortada. İnsanlar onun yanından habersizce geçip gidiyordu. 



4.


Bir tatsızlık var. Tüm memlekette var. Her yere sinmiş. Sultanahmet Meydanı’na da… Mutsuzluk, neşesizlik, hedefsizlik, hürmetsizlik... Hepsi birden belki. Tam adını koyamıyordum. Ta ki Ayasofya’ya yapılan kepenkli girişi görünceye kadar. Geçici olduğu söyleniyor ama bende kalan hissin karşılığı da o. Ayasofya’ya kepenk takılması gibi bir his… O kadar yanlış ki artık tarif edilemiyor.


iki kere sarılmak

Past Lives'ı sevmek için çok neden bulabilirsiniz. İncelikli, zarif bir film. Yönetmen Celine Song, herkese dokunacak bir konuyu, pamuklara sararak incelemiş. 

Benim onu sevmek için bir değil, iki nedenim var. Birincisi, meselesini kadınca anlatması. Erkeklerin kelimelere boğduğu yerde, kadınlar sakince işaret ediyor. Gerçek hayatta bu zaten -genelde- böyle. Sinemada da.

İkinci nedenim de yönetmenin, tek bir anın hatırına, filminin biçimini bozmaya cüret etmesi. Erkek ve kadın karakterler bir heykelin önünde buluştuğunda, yönetmen, izleyicileri bir saniyeliğine, yıllar öncesine, bir başka heykele götürüyor. Karakterlerin çocukken önünde oynadığı heykele. Bu biraz da şiir.

Aynı buluşmaya dair bir küçük not: Birbirlerini yıllar sonra yeniden gördüklerinde kadın, erkeğe sarılıyor. Sonra ayrılıp bir daha sarılıyor. Hiçbir erkek yönetmenin bu doğallığı akıl edemeyeceğine eminim. Past Lives'ın farkı bu inceliklerde.

dizilerdeki holding patronları ne iş yapıyor?

Bu yazı 19 Kasım Pazar günü Gazete Duvar'da yayımlandı.


1.


Bir anket yaptığınızı düşünün. İnsanlara neyle uğraştıklarını soruyorsunuz.  


“Merhabalar, işinizi öğrenebilir miyim?”
“Fenomenim ben.” 

“Tamam fenomensiniz, benim de sizden haberim var ama işiniz nedir?”
“İşim bu zaten, fenomenim ben.”


Süpermen gibi bir şey. Fenomen. Sosyal medya jargonunda “feno”. Ayrıca bir mesleğe de sahip olabilir ama esasen varlığı yeter. Kendi başına bir olay. Ne yaptığının, ne ürettiğinin ötesinde aramızda “varlığıyla” bulunuyor. İşi bu: Var olmak. Ferhan Şensoy’un “Boşgezen ve Kalfası”nda “Yürürüm hayatı var olmaktır işim / Var olmak ağır iş başka iş istemem” dediğini hatırlayın. Şensoy haklı, var olmaktan öte iş mi var? 


Ama bugünün dünyasında işler biraz değişik. Var olmanın işten öte bir “business” sayılabildiği sulardayız. Şensoy’un “Boşgezen”i, bütün gün elleri cebinde yürümeyi, bir yokuşu elleri cebinde neşeli bir ıslık çala çala inmeyi, arada karnı acıkınca ve yatacak yer gerekince bir iki numara çevirmeyi  “iş”ten sayarken, çağdaşımız fenomen, varlığıyla bir business kuruyor, aramızda bulunmayı nakite çeviriyor. 


İlginç bir ilişki. Varlığın üne, ünün varlığa çevrildiği sonsuz bir döngü. Sosyal medyada ayna içinde ayna. “Bu kadar ayna yalan söylüyor olamaz” diyen sıradan insanın fenomene beslediği hürmet, duyduğu güven ve bu güvenin enerjisiyle dönen çarklar… “Business” işte bu. Toplanan paralar, kurulan şirketler, varlıktan türeyen bir sektör. 


Ama bu işin, bu işi üreten mesleğin adı ne? Anketör olarak meslek hanesine elbette “fenomen” yazamazsınız; ya ne yazacaksınız? Ne eyliyor bu karşınızdaki insan? Her şey olabilir, hiçbir şey de olmayabilir. Bir tahsili olabilir ama olmayabilir de. Nedir? Öğretmen midir, doktor mudur, aşçı mıdır, tornacı mıdır, kaptan mıdır, mühendis midir? Nedir? Var olmanın dışında, bir şekilde insanların zihinlerine ve gönüllerine girmenin dışında ne yapıyor sahiden?


Nedir onun mesleği?


2. 


Gazetecilikteki ilk yıllarımın en güzel anılarında Çetin Altan var. Ben daha yirmilerinin başındaki tıfıl muhabir, yetmişini çoktan devirmiş büyük yazar, gazeteci ve hayat insanı Çetin Altan’a soru soruyor, cevap alıyor… Ne büyük onur, ne büyük şeref… Hiçbir soruyu geri çevirmez, uzun uzun anlatırdı. Onunla bir röportaj yapmadım ama hazırladığım haberler gereği üç dört defa böyle konuştum Altan’la. Her defasında konu aynı yere geldi: Mesleksiz toplum. 


“Enseyi karartmayın” gibi, “mesleksiz toplum” da Çetin Altan’ın sık başvurduğu bir ifadeydi. Mesleksizlik, bizim toplumu anlamaya giden yoldu, anahtardı. Altan Türkiye’yi, çalışsa da bir mesleği olmayan insanların topluluğu olarak görürdü. O zamanlar yeterince anlamazdım ama bu görüşünde son derece haklıydı. Meslek, dünyanın her tarafında aracısız icra edebileceğiniz, bunun için ister üniversitede ister bir ustanın dizinin dibinde uygun bir formasyon edindiğiniz bir yetenek setidir. Berberlik, doktorluk, şoförlük (ehliyet sahibi olmak değil), mühendislik, aşçılık birer meslektir. Bugün meslek sandığımız birçok şey ise “yapılabilecek” işlerdir. Ama her yerde de yapılamayacak işler. 


Bir şey daha var. Biraz tatsız bir şey. Çetin Altan, Türklerin öteden beri mesleksiz bir toplum olduğunu söylemekle kalmıyor, insanların bir meslek sahibi olmadan kısa yoldan yükselmeye, para kazanmaya git gide daha fazla özendiğini de dile getiriyordu. 


En güzel örnekleri hep gözümüzün önünde: Influencer’lık, fenomenlik, sosyal medyacılık, tanıtımcılık… Bu yollar herkese değilse de kimilerine para kazandırıyor. Para kazananları gitgide daha çok görüyoruz, sistem kazanmayanları önümüze çıkarmıyor zaten. Bu yüzden bu yola giren herkes kazanıyor, gezip tozuyor, yiyip içiyor gibi görünüyor gözümüze… Ama ne yapıyorlar? Yani gezip tozmadıklarında? “Değirmenin suyu nereden geliyor” diye sormuyorum, yanlış anlamayın. Belli ki su geliyor, değirmenin çarkı dönüyor… Ama değirmenci tam olarak kim, buğday nerede, üretim nerede? Bu işin adı ne?


Yine sosyal medyada parlayan bir komedyen (Nalet Bebe), bir parodisinde ne iş yaptığı bilinmeyen bir ofisi anlatmıştı. Büyük masa, kopkoyu bir dekor, gıcır mobilyalar ama burada ne yapılıyor? Kimsenin bir fikri yok. Birtakım telefonlar ediliyor, birtakım işler bağlanıyor işte, bu…


Yerli dizilerde, dev prodüksiyonlarda bu işler farklı mı? Herhangi bir dizi, herhangi bir bölüm… Patron bir hışımla, holdingden içeri girer; keyifsizdir; hızla ayağa kalkan sekreterine “bana telefon bağlamayın” der. “Tamam bağlamayalım da size ne telefon gelecek ki” diyemez sekreter. Ne iş yapıyordur o holding? Tekstil mi, maden mi, enerji mi? Ne? Holding işte, birtakım önemli işler, orası belli. Holding diyince akan sular durur zaten. Peki bu işi kim yapıyor? Patron mu? Bu kadar aşk telaşına düşmüşken, ailede bunca karmaşa varken mi? Nasıl yürüyor bu holding? Patron çok durmaz makamında zaten, bir aşk düğümünü çözmek için arabasına atlayıp uzaklaşır. Gerçi bizim dizilerde savcılar, hatta işi hastanede durmak olan doktorlar bile mesleklerini icra edecekleri yerde dışarılarda fink atar ya, senaryo deyip geçelim… Aşk dururken, entrika dururken kim uğraşacak işle güçle? 



3.


Kim uğraşacak işle güçle sahiden? 


En zenginlerimiz uğraşır mı mesela? En zenginlerimizin mesleği var mı evvela? Örneğin, bugünkü toplumun zirveye çıkan en kestirme yolu, mevcut siyasi iktidarın, iktidarını üzerine inşa ettiği inşaatçılığın taşıyıcıları müteahhitler bir meslek sahibi midir? 


Müteahhit, taahhüt eden demektir. Söz veren. Bir işi belli bir zamanda belli bir şekilde bitireceğini söyleyen yani… Bu kadar. Zenginliğin zirvesi belki ama mesleksizliğin de zirvesi… Sistemin kendisi bu. Mesleksizlik. 


Yani neden herkes müteahhit olamasın? Yarın müteahhitlik yapmanızın önünde nasıl bir engel var? Hele de devlet müteahhitliği… Sözgelimi bir köprü inşa edeceksiniz. Bunun için evvela kredi alıyorsunuz, paranız önden hazır. Sonra işi dağıtmaya başlıyorsunuz; oturup siz yapacak değilsiniz ya. Bir taşerona veriyorsunuz. Gerçi o da başka bir taşerona veriyor; silsile uzayıp gidiyor. Sorumluluk ve geribildirim zinciri böyle böyle yıpransa da “tamam” diyelim, en azından birileri yapıyor işi. Öyle oluyor böyle oluyor derken bir de bakmışsınız ki köprünüz hazır. Yalnız can sıkıcı bir tarafı var işin: Memlekette hayat zor, yüksek yerlerdeki dostlarınız kabul etmek istemese de bu ekonomiye güven olmaz… Ya bu köprü iş yapmazsa? Ne yani, memleketi bayındır kılmak size mi kaldı? Ne yapmalı? Bir çözümü var: Geçiş garantisi. Geçenler geçer, geçmeyenlerin parasını devlet size öder. O halde tamam… Bir küçücük pürüz daha: Bu kredilerin geri ödemesi ne olacak? Onu da bir şekilde hallediverin canım, kılıf mı yok size?

Şimdi bir soru: Para sizin cebinizden çıkmadı, inşaatı siz yapmadınız, ticari riski siz üstlenmediniz ama arada çılgınlar gibi para kazandınız. Sizin mesleğiniz nedir? Ne yaptınız siz?

Ne yaptınız? Birkaç defa uçağa bindiniz, Ankaralara gittiniz, insanlarla buluştunuz, yemekler yediniz, telefonlar ettiniz. Sizin mesleğiniz bu. 


4.

Sizin mesleğiniz bu da sürekli gidip geldiğiniz Ankara’dakilerin mesleği farklı mı? Çetin Altan, siyaset eşrafını da mesleksiz yığınların içinde sayardı. Parlamentoya bir girenin, sanki orada doğmuşçasına bir daha çıkmak istememesi bundan… Hatta devletten geçinen bürokratları da sayardı Altan. Eh tabii, bakan değiştikçe bürokrat değişiyorsa, eğitimde sağlıkta kaderimizi tayin edecek kimseler  geceyarısı kararnameleri ile bir anda sıfırlanıyor ya da zirveyi görüyorsa, bu insanların bir mesleği var diyebilir miyiz? Doldurulan bir makam meslek sayılır mı?

Sayılmaz.


Ama her geçen gün memleketten dışarıya çıkan, dışarıya çıkmayı düşünen, çıkmak için gün sayan, hatta çıkmak için okuyan insanların çoğu meslek sahibi. Doktorlar, mühendisler… İlla Batı’ya değil Doğu’ya gidenler de öyle. Riyad’da, Dubai’de, Doha’dakiler de. Sadece mühendis, doktor değil; berber, şoför ve aşçılar da gidiyor. Gidebiliyorlar, çünkü mesleklerini dışarıda da icra edebiliyorlar. 


İçeride kalanlarsa fenomenler. Yeni hayat böyle. Ama işin sonunu yine de Çetin Altan’la bağlayalım:

Enseyi karartmayın. Karartmayalım.

.


evet, hepsini

Meksika çöllerindeki şairleri… Tatlı tesadüfleri. Ev içlerini. Bazen çok çileli olan yazma sürecini. Azalmayı… Sinemadan eve dönerken tenha sokaklarda gördüğüm sürprizli insanları. Takım elbiseli ve rasta saçlı aile babasını. Sıradanlığa izin vermeyen o Venezuelalı kadını. Bir gece yağmur altında diz üstü bilgisayarını açıp çalışan o dünyadışı kadını. Minik insanları. Bağ kurucularını, tesadüf avcılarını. Tüm büyülü gerçekçilik duraklarını. Birikerek ilerleyen hikâyeleri. Katmanları. Katları. “Bunu şimdi kim okusun” hikâyelerini. Elimizde ne kaldı ki demeyenleri. Yan masalardan gelenleri. Gelip masamıza oturanları… 

Evet, hepsini. Her zaman, hepsini...


cumhuriyet, nazım hikmet ve kaş-kalkan yolundaki tabela


 29 Ekim 2023'te Gazete Duvar'da yayımlandı.


1.


İlkokulda, ortaokulda, daha kalemi neredeyse ilk elimize aldığımızda, kompozisyon yazmamız için sorardı öğretmenimiz:  


Cumhuriyet nedir?


Yazardık: Bir milletin kendi kendini yönetmesine cumhuriyet denir. Vatandaşların, kendini temsilcileri seçtiği düzene cumhuriyet denir. Kral yoktur, padişah yoktur, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.


Büyüdük tabii. Büyürken de gördük, öğrendik, yaşadık. Hakimiyetin milletin olmasını dönem dönem bazı kayıtlara ve şartlara bağlayanlar olduğunu gördük. Bununla bitmedi… Padişah yoksa da padişah gibi davranmak isteyenleri, buna izin verenleri, padişahsız yaşamayı öteden beri zul sayanları da gördük. Bitmedi… Dışarıdaki koca koca devletlerde kralın, imparatorun zaten hep resmin içinde kaldığını; memleketin, mülkün sahibi olarak hep kenarda, hep yedekte hep saygıyla tutulduğunu gördük… Gün gelir, lazım olur…


Bunları gördükçe aklımız karıştı. Peki ya eşitlik? Hürlük? Kardeşlik?

Kompozisyon kâğıtlarında böyle değil gibiydi. 


2.


Bugün bir anlığına, o kompozisyona hazırlanan okul çocuğunun yanına gidebilsem ona şunları söylemek isterdim. 


Cumhuriyet, her şeyden önce, eşitlik, hürlük ve kardeşliktir. Nazım Hikmet “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine / bu hasret bizim” diye boşa yazmamıştır. Cumhuriyet bir çerçevedir. Güzel ve işlevsel bir çerçevedir. İçindeki resmi siz koyarsınız. Sosyalist cumhuriyet, İslami cumhuriyet, demokratik cumhuriyet cumhuriyetler birliği, krallı cumhuriyet… Resim değişir. Niyete göre değişir.


Ama sizin niyetiniz nedir? Nazım Hikmet’ten devam edersek..

“Kapansın el kapıları bir daha açılmasın, 

Yok edin insanın insana kulluğunu

Bu davet bizim…”


Kompozisyon yazan o çocuğa şunu da derim: 


Düşün… Sizi bir saltanat, hem de altı yüzdür yönetiyorsa; kula kulluğa itiraz eden bir avuç insandan başkası yoksa, hele de üzerinde zincirsiz oturulacak memleket bir mendil parçası kadar kalmak üzereyse ve dünyanın tüm büyükleri elinde boyunduruk üstünüze geliyorsa… Tüm bunlara, evet tüm bunlara karşı, bitap düşmüş bir halkı örgütleyip, yokluklar içinde omuz omuza vererek kazanıp, ardından “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” diyebilmek kadar büyük ve güzel bir hikâyeyi yıllar geçse de, ne kadar okusan da bulamayacaksın… Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hikâyesi, benzersiz ve soylu bir hikâyedir. Üstelik sadece askeri bir hikâye de değildir. Sonrasında da öğretmeniyle, hekimiyle, işçisi, köylüsü, sanatçısı mühendisiyle bir toplumu ayağa kaldırmanın hikâyesidir. 



3.



Ayağa kalktık ama yetti mi?

O kadar çok soru var ki… Bunların cevabını kompozisyon yazan çocuk nereden bilsin? Bu, bizim Cumhuriyet çerçevesinin içine hangi dönemde hangi resmi koyduğumuzla ilgili. Kadın erkek birbirine eşit mi? Kız çocukları okula gidebiliyor mu? Her yurttaş, hangi etnik kökenden gelirse gelsin kendini diğerine denk hissediyor mu, o denklik için gereken yapıldı mı? Her emekçi hakkını alabiliyor mu, alamadığında başkaları onun hakkını arıyor mu? Her yargı mensubu, “acaba” demeden karar verebiliyor mu? Sistem güçsüzün, düşmüşün, kaybolmuşun hakkını da savunuyor mu? Devlet bozulanı onarıyor mu, çürük yumurtayı ayırıyor mu? Artı bir bile olsa çoğunluk, azınlığa zulmediyor mu? Üniversiteler hür mü? Bilim hür mü? Basın hür mü? Her fikir her yerde söylenebiliyor mu? Şurada deminden beri andığım satırları yazan Nazım Hikmet’in bu ülkede bir mezarı var mı?

Yok mu? 


Ama bunlar da Cumhuriyet’e dahildir. Hâkimiyet bizimse sorumluluk da bizimdir. 


4.


Soru yine de baki…  Nedir Cumhuriyet? 


Ne demişti Nazım: 

  

“Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak 

Ve ipek bir halıya benzeyen toprak,

Bu cehennem, bu cennet bizim.”


Cumhuriyet, bir hikâyedir aslında. Bu ülkeyi, bu toplumu kuran bizlerin hikâyesidir. Varlık, yokluk, emek, feda, cefa, kardeşlik, eşitlik hikâyeleri… Bu topraklardaki cennetin ve cehennemin hikâyeleri…  O kompozisyonda şu aklımla bir tanesini anlatacak olsam, şunu anlatırdım:


Kaputaş’taki tabelanın hikâyesini…


Kaş’tan Kalkan’a uçurum uçurum giderken bir küçük nefes arası; göklerden bakınca turkuaz denizin yanına serili bir sarı mendil parçası. Türkiye sahillerinin en güzellerinden Kaputaş Plajı…


Gitmeye de, derme çatma merdiveninden bin zahmet inmeye de, gün sonunda aynı basamakları yorgun argın çıkmaya da değer. Kaputaş sadece bir plaj değildir; bir deneyimdir. 


Ve daha fazlasıdır…


Merdivenlere yaklaşmadan etrafınıza dikkatlice bakarsanız, Karayolları’nın orada bir kayaya iliştirdiği bir tabela görürsünüz. Tabelanın üzerinde süssüz, sade bir yazı: 


“Kaputaş mevkiinde bu yarmalar açılırken vukua gelen iş kazasında ölen işçilerimiz. Hasan Şahin (1945-17 Kasım 1962), Mahmut Erdoğan (1933 - 17 Kasım 1962), Mehmet Teker (1931- 17 Kasım 1962), Mehmet Karagül (1928 - 21 Mart 1963).” 


Anlarsınız. Oralara ulaşmak bile bunca zorken, bir de yol yapmak… Bu yolların nelere mal olduğunu, ne bedeller ödettiğini anlarsınız. Bellerindeki halatlarla uçurumlardan sarkarak kayaları kıran yol işçilerinin canlarının nasıl heba oluverdiğini…


1962’de bir kasım günü, Kaputaş’a yol açılırken yukarılardan kopup gelen büyük bir kaya, halatlarla bağlı olduklarından bir yere kaçamayan üç işçiyi öldürmüştür. Aynı yerdeki bir başka kaza dördüncü bir başka işçinin daha canına mal olmuştur.  


Biz o dağları aşarız, o yolları geçeriz, o denizlerde yüzeriz ama nasıl? 783 bin 562 kilometrekarelik bu ülkenin uçurumları, dağları, vadileri bayındır kılınmıştır ama kimin emeğiyle?

Hükümetler “şu kadar kilometre yol yaptık, tünel kazdık” demeyi pek sever ama o yolları kimler yapmıştır?


Bu ülkeyi sahiden kimlerin teri yaşanır kılmıştır? Çalışmak için, kavuşmak için, eğlenmek, paylaşmak ve dolaşmak için bir yerden bir yere gidebiliyorsak kimlerin sayesinde yapabiliyoruz bunu?


Sosyolog ve yazar Can Kozanoğlu, “Yeni Şehir Notları” isimli kitabının girişine şu müthiş ithafı koymuştur: 


“Sipsivri bir dağ. Yol filan da görünmüyor çevresinde. Dağın tepesinde bir elektrik direği ya da telefon direği… O direği oraya nasıl dikmişler?..  O yolu oradan nasıl geçirmişler?.. Orada o tüneli nasıl açmışlar?.. Çocukken şaşkın şaşkın sorarsınız şehirlerarası yollarda. Büyürsünüz, ‘nasıl’ların cevaplarına biraz yaklaşırsınız ama hâlâ baktıkça şaşırırsınız, ne zor iştir yani. O direği oraya nasıl?.. ‘Birileri’ binbir zahmetle dikmiştir o direği, o yansıtıcıyı; yolları yapan, tünelleri açan, kanalları kazan birileri vardır. Onlara: Yol, su, elektrik, telekomünikasyon işçilerine… Yolcuları öyle şaşırtan kendi halinde birilerine…”


Kozanoğlu’nun şaşırdığı gibi ben de Kaputaş Plajı’nın girişindeki tabelayı henüz bir çocukken görmüş ve şaşırmıştım. O gün bugün aklımdan çıkmadı… Zor yerlerden geçtikçe hep hatırlarım. Hep başkalarına da hatırlatmaya çalışırım. 


Cumhuriyetimizin ilk yıllarından beri, bu ülkenin yollarını, tünellerini yapanlara, direkleri dikenlere, rayları döşeyenlere; bir yerden bir yere gitmemizi mümkün kılanlara, bunun için sadece emeğini değil kanını canını da ortaya koyanlara, bedel ödeyenlere selam olsun. 


Cumhuriyet, bence bu emeğin değerini bilmenin, onu onurlandırmanın, ondan ilham almanın da hikâyesidir. Böyle bir hikâye olmalıdır.


5.


Büyük şairden dizelerini son defa ödünç alalım: 


“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan 

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan 

bu memleket, bizim.” 


Yüz yıl geçmiş, ben de sadede geleyim.


Bizim olmasına bizim ama memleket ancak üzerinde eşit, hür, kardeşçe ve hakça yaşayabiliyorsak bizimdir. Cumhuriyet olmasa yine yaşardık ama memleket bizim olmazdı. Şimdi arızalı, bozuk, yer yer sevimsiz olsa da bizim. Düzeltme imkânımız var diye bizim. Bize hâlâ rüya gördürdüğü için bizim. 


Öğretmeniyle, yol işçisiyle, sanatçısıyla, mühendisiyle, madencisiyle ve de sürgünde ölen şairiyle, yani kendini hep ev sahibi gördüğü için bu memleketi daha yaşanır kılmaya çalışan cümlesiyle, bize ilhâm verdiği için bizim.


Her çocuk, her büyük o kâğıda farklı bir hikâye yazar. Benim Cumhuriyet’im budur. 


Cumhuriyet, ilhamdır. 


Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı kutlu olsun.



ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...