1.
İlkokulda, ortaokulda, daha kalemi neredeyse ilk elimize aldığımızda, kompozisyon yazmamız için sorardı öğretmenimiz:
Cumhuriyet nedir?
Yazardık: Bir milletin kendi kendini yönetmesine cumhuriyet denir. Vatandaşların, kendini temsilcileri seçtiği düzene cumhuriyet denir. Kral yoktur, padişah yoktur, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
Büyüdük tabii. Büyürken de gördük, öğrendik, yaşadık. Hakimiyetin milletin olmasını dönem dönem bazı kayıtlara ve şartlara bağlayanlar olduğunu gördük. Bununla bitmedi… Padişah yoksa da padişah gibi davranmak isteyenleri, buna izin verenleri, padişahsız yaşamayı öteden beri zul sayanları da gördük. Bitmedi… Dışarıdaki koca koca devletlerde kralın, imparatorun zaten hep resmin içinde kaldığını; memleketin, mülkün sahibi olarak hep kenarda, hep yedekte hep saygıyla tutulduğunu gördük… Gün gelir, lazım olur…
Bunları gördükçe aklımız karıştı. Peki ya eşitlik? Hürlük? Kardeşlik?
Kompozisyon kâğıtlarında böyle değil gibiydi.
2.
Bugün bir anlığına, o kompozisyona hazırlanan okul çocuğunun yanına gidebilsem ona şunları söylemek isterdim.
Cumhuriyet, her şeyden önce, eşitlik, hürlük ve kardeşliktir. Nazım Hikmet “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine / bu hasret bizim” diye boşa yazmamıştır. Cumhuriyet bir çerçevedir. Güzel ve işlevsel bir çerçevedir. İçindeki resmi siz koyarsınız. Sosyalist cumhuriyet, İslami cumhuriyet, demokratik cumhuriyet cumhuriyetler birliği, krallı cumhuriyet… Resim değişir. Niyete göre değişir.
Ama sizin niyetiniz nedir? Nazım Hikmet’ten devam edersek..
“Kapansın el kapıları bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim…”
Kompozisyon yazan o çocuğa şunu da derim:
Düşün… Sizi bir saltanat, hem de altı yüzdür yönetiyorsa; kula kulluğa itiraz eden bir avuç insandan başkası yoksa, hele de üzerinde zincirsiz oturulacak memleket bir mendil parçası kadar kalmak üzereyse ve dünyanın tüm büyükleri elinde boyunduruk üstünüze geliyorsa… Tüm bunlara, evet tüm bunlara karşı, bitap düşmüş bir halkı örgütleyip, yokluklar içinde omuz omuza vererek kazanıp, ardından “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” diyebilmek kadar büyük ve güzel bir hikâyeyi yıllar geçse de, ne kadar okusan da bulamayacaksın… Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hikâyesi, benzersiz ve soylu bir hikâyedir. Üstelik sadece askeri bir hikâye de değildir. Sonrasında da öğretmeniyle, hekimiyle, işçisi, köylüsü, sanatçısı mühendisiyle bir toplumu ayağa kaldırmanın hikâyesidir.
3.
Ayağa kalktık ama yetti mi?
O kadar çok soru var ki… Bunların cevabını kompozisyon yazan çocuk nereden bilsin? Bu, bizim Cumhuriyet çerçevesinin içine hangi dönemde hangi resmi koyduğumuzla ilgili. Kadın erkek birbirine eşit mi? Kız çocukları okula gidebiliyor mu? Her yurttaş, hangi etnik kökenden gelirse gelsin kendini diğerine denk hissediyor mu, o denklik için gereken yapıldı mı? Her emekçi hakkını alabiliyor mu, alamadığında başkaları onun hakkını arıyor mu? Her yargı mensubu, “acaba” demeden karar verebiliyor mu? Sistem güçsüzün, düşmüşün, kaybolmuşun hakkını da savunuyor mu? Devlet bozulanı onarıyor mu, çürük yumurtayı ayırıyor mu? Artı bir bile olsa çoğunluk, azınlığa zulmediyor mu? Üniversiteler hür mü? Bilim hür mü? Basın hür mü? Her fikir her yerde söylenebiliyor mu? Şurada deminden beri andığım satırları yazan Nazım Hikmet’in bu ülkede bir mezarı var mı?
Yok mu?
Ama bunlar da Cumhuriyet’e dahildir. Hâkimiyet bizimse sorumluluk da bizimdir.
4.
Soru yine de baki… Nedir Cumhuriyet?
Ne demişti Nazım:
“Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
Bu cehennem, bu cennet bizim.”
Cumhuriyet, bir hikâyedir aslında. Bu ülkeyi, bu toplumu kuran bizlerin hikâyesidir. Varlık, yokluk, emek, feda, cefa, kardeşlik, eşitlik hikâyeleri… Bu topraklardaki cennetin ve cehennemin hikâyeleri… O kompozisyonda şu aklımla bir tanesini anlatacak olsam, şunu anlatırdım:
Kaputaş’taki tabelanın hikâyesini…
Kaş’tan Kalkan’a uçurum uçurum giderken bir küçük nefes arası; göklerden bakınca turkuaz denizin yanına serili bir sarı mendil parçası. Türkiye sahillerinin en güzellerinden Kaputaş Plajı…
Gitmeye de, derme çatma merdiveninden bin zahmet inmeye de, gün sonunda aynı basamakları yorgun argın çıkmaya da değer. Kaputaş sadece bir plaj değildir; bir deneyimdir.
Ve daha fazlasıdır…
Merdivenlere yaklaşmadan etrafınıza dikkatlice bakarsanız, Karayolları’nın orada bir kayaya iliştirdiği bir tabela görürsünüz. Tabelanın üzerinde süssüz, sade bir yazı:
“Kaputaş mevkiinde bu yarmalar açılırken vukua gelen iş kazasında ölen işçilerimiz. Hasan Şahin (1945-17 Kasım 1962), Mahmut Erdoğan (1933 - 17 Kasım 1962), Mehmet Teker (1931- 17 Kasım 1962), Mehmet Karagül (1928 - 21 Mart 1963).”
Anlarsınız. Oralara ulaşmak bile bunca zorken, bir de yol yapmak… Bu yolların nelere mal olduğunu, ne bedeller ödettiğini anlarsınız. Bellerindeki halatlarla uçurumlardan sarkarak kayaları kıran yol işçilerinin canlarının nasıl heba oluverdiğini…
1962’de bir kasım günü, Kaputaş’a yol açılırken yukarılardan kopup gelen büyük bir kaya, halatlarla bağlı olduklarından bir yere kaçamayan üç işçiyi öldürmüştür. Aynı yerdeki bir başka kaza dördüncü bir başka işçinin daha canına mal olmuştur.
Biz o dağları aşarız, o yolları geçeriz, o denizlerde yüzeriz ama nasıl? 783 bin 562 kilometrekarelik bu ülkenin uçurumları, dağları, vadileri bayındır kılınmıştır ama kimin emeğiyle?
Hükümetler “şu kadar kilometre yol yaptık, tünel kazdık” demeyi pek sever ama o yolları kimler yapmıştır?
Bu ülkeyi sahiden kimlerin teri yaşanır kılmıştır? Çalışmak için, kavuşmak için, eğlenmek, paylaşmak ve dolaşmak için bir yerden bir yere gidebiliyorsak kimlerin sayesinde yapabiliyoruz bunu?
Sosyolog ve yazar Can Kozanoğlu, “Yeni Şehir Notları” isimli kitabının girişine şu müthiş ithafı koymuştur:
“Sipsivri bir dağ. Yol filan da görünmüyor çevresinde. Dağın tepesinde bir elektrik direği ya da telefon direği… O direği oraya nasıl dikmişler?.. O yolu oradan nasıl geçirmişler?.. Orada o tüneli nasıl açmışlar?.. Çocukken şaşkın şaşkın sorarsınız şehirlerarası yollarda. Büyürsünüz, ‘nasıl’ların cevaplarına biraz yaklaşırsınız ama hâlâ baktıkça şaşırırsınız, ne zor iştir yani. O direği oraya nasıl?.. ‘Birileri’ binbir zahmetle dikmiştir o direği, o yansıtıcıyı; yolları yapan, tünelleri açan, kanalları kazan birileri vardır. Onlara: Yol, su, elektrik, telekomünikasyon işçilerine… Yolcuları öyle şaşırtan kendi halinde birilerine…”
Kozanoğlu’nun şaşırdığı gibi ben de Kaputaş Plajı’nın girişindeki tabelayı henüz bir çocukken görmüş ve şaşırmıştım. O gün bugün aklımdan çıkmadı… Zor yerlerden geçtikçe hep hatırlarım. Hep başkalarına da hatırlatmaya çalışırım.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarından beri, bu ülkenin yollarını, tünellerini yapanlara, direkleri dikenlere, rayları döşeyenlere; bir yerden bir yere gitmemizi mümkün kılanlara, bunun için sadece emeğini değil kanını canını da ortaya koyanlara, bedel ödeyenlere selam olsun.
Cumhuriyet, bence bu emeğin değerini bilmenin, onu onurlandırmanın, ondan ilham almanın da hikâyesidir. Böyle bir hikâye olmalıdır.
5.
Büyük şairden dizelerini son defa ödünç alalım:
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.”
Yüz yıl geçmiş, ben de sadede geleyim.
Bizim olmasına bizim ama memleket ancak üzerinde eşit, hür, kardeşçe ve hakça yaşayabiliyorsak bizimdir. Cumhuriyet olmasa yine yaşardık ama memleket bizim olmazdı. Şimdi arızalı, bozuk, yer yer sevimsiz olsa da bizim. Düzeltme imkânımız var diye bizim. Bize hâlâ rüya gördürdüğü için bizim.
Öğretmeniyle, yol işçisiyle, sanatçısıyla, mühendisiyle, madencisiyle ve de sürgünde ölen şairiyle, yani kendini hep ev sahibi gördüğü için bu memleketi daha yaşanır kılmaya çalışan cümlesiyle, bize ilhâm verdiği için bizim.
Her çocuk, her büyük o kâğıda farklı bir hikâye yazar. Benim Cumhuriyet’im budur.
Cumhuriyet, ilhamdır.
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı kutlu olsun.